Wednesday, September 30, 2009

Roman Polanski: Wanted and Desired



Roman Polanski'nin yasam oykusu bana hep biraz tuhaf gelmistir. Ozellikle 70lerin renkli dunyasinda, kendi bohemian rapsody donemlerinde, cevresinde ordugu girift cinsel ve sosyal iliskiler agi herkesin kolay kolay icerisinden cikamayacagi bir miras birakmis olsa gerek. Nitekim Charles Manson obur boyu hapis cezasini surdururken, Polanski bu esnada gecmisin butun agirligini omuzlarinda tasimayi basarip kirmizi halinin uzerinde seyirtmeyi surdurdu.



Fakat bela, bir kere onu cagirdiniz mi, hangi kosulda olursa olsun gelip sizi buluyor. Kopeklerden bile daha sadik bir dost. Omru boyunca belayi cagirmis, belanin cevresinde tutkuyla dolamis 76 yasindaki Polanski, su an Isvicre'de hapiste. Uzun zaman once, 1978 senesinde, o vakitler henuz 13 yasinda olan bir kiz cocugu ile uygunsuz cinsel iliskiye girdigi gerekcesi ile Isvicre polisi tarafindan tutuklandi. Ustelik Zurich'e, bir film festivalinin onur konugu olarak gitmisti. Yonetmenin ikamet ettigi A.B.D. ve diger yandan memleketleri Polonya ve Fransa ortak bir girisimle Polanski'nin serbest birakilmasi icin girisimde bulunacak. Dolayisiyla bu uc ulke ve Isvicre arasinda kucuk capli diplomatik bir gerginlik dahi kapida. Isvicre devletine Polanski'nin serbest birakilmasi icin cagri yapan yalnizca baska devletler degil. Pek cok entelektuel de kendisine yapilanlarin haksizlik oldugunu vurgulayan bir metni imzalamis. Salman Rushdie ve Paul Auster ekurisinin onlerine gelen her kagidi imzaladiklarini dusunmeye basladim. Hangi listeye baksam, bu ikisinin adi mutlaka var. Israrla ve hakli olarak savunduklari dusunce ozgurlugu ile Polanski vak'asinin ne gibi bir alakasi var? Destekcilerin bazilari asagida;

Bernard-Henri Lévy
Salman Rushdie
Milan Kundera
Paul Auster
Woody Allen
Pedro Almodovar
Jean-Jacques Annaud
Monica Bellucci
Costa Gavras
Terry Gilliam
Wong Kar Waï
Emir Kusturica
David Lynch
Martin Scorsese
Tilda Swinton
Wim Wenders
Fatih Akin



...Iyi ama, ya soz konusu Roman Polanski degil de siradan bir adam olsaydi? Dunyanin bir tarafinda genc kadinlarin cinsel istismara ugramasini, henuz cocuk yasta evlendirilmesini engellemek icin mucadele eden ilerici damarin, Roman Polanski'yi kurtarmak icin harekete gecmesi hic de adil degil. Olabildigince iki yuzlu bir hareket bu. Biraz vicdan muhasebesi lutfen...

Bu adamda fena halde seytan tuyu var, seytanin bizzat kendisi oldugunu dusundurecek kadar...

Tuesday, September 29, 2009

Nottingham United

Sir Paul Smith hemsehrisi -Nottingham bu memleket- EM Media'yi satin almis. 2002'de kurulan EM Media'yi iki filmden taniyoruz; skinhead donemini hatirladigimiz This is England (gerci ben yasamadim, nasil hatirlayabalirim?) ve Ian Curtis merkezli Control. EM Media'nin ucuncu bir yapimi daha varmis; Unloved. Bir yerlere not etmenizde fayda var. Onceki iki referansi dusunursek, Unloved'da da izlemeye deger birseyler olsa gerek. EM, kitle iletisimini* yaratici ekonominin (creative economy) kalbine yerlestirmek iddiasi ile yola cikmis, idealistten ziyade ticari ancak her halukarda entelektuel islere imza atan basarili bir yapim sirketi. En azindan reklam ajansi kurup fikirlerini pazara satmak yerine sanatsal uretim icerisinde kalip kazanclarini buradan saglamaya kalkmislar, ki bu iyi bir tercih.

Guncel ingiliz tasarim/moda medari iftiharlarindan Paul Smith -SIR paul smith- ile EMcilerin yollari Control'un yapim surecinde kesismis. Cool ikonu bir adamin hayatini cekiyorsaniz, elbette bunu cool bir tasarimciyla yapmalisiniz. P.S. bu anlamda tam isabet. Sir'un son yatirimi, bay Smith imajinin eksik halkasini tamamlamis gibi duruyor. Moda'nin aslinda bir sanat dali, ve tartismali diger tasarim disiplinleri gibi esas kategorisinin sanat olup olmadigina dair kafalardaki soru isaretlerini ortadan kaldirmak adina kucuk bir adim. Aslina bakacak olursaniz, boyle bir tartismanin hakikiliginden suphe ediyorum. bana kalirsa tasarim isi, en az sinema ve en fazla resim kadar elitist. Meshur ressamlarin imzaladigi tablolar muzayede evlerinde milyonlarca dolara satilirken, resim begenisinin moda takibinden daha entelektuel ya da nasil diyelim, daha "kaliteli" bir statuye sahip oldugunu soylemek, havali olma cabasindan baska bir sey degil.

Mesele, butunuyle sanat urunun pazarlanma bicimine iliskin. Sanat elestirmeni veya koleksiyoncusu olmak beraberinde bir takim zorunluluklari da getiriyor. Bir janr'a hakim olmak ve belli davranis kaliplarini barindiran bir tarzi uzerinize gecirmek gibi. Vogue yayin yonetmeni Anna Wintouri anlatan September Issue neden bir sinemacinin veya yazarin hayatini anlatan bir belgeselden kiymetsiz olsun? Neticede bu kisilerin tamami, populer alanin icerisinde hareket eden ve onu var eden bireyler. Evet Paul Smith benim butcemi asiyor, fakat bir cift P.S. ayakkabiya sahip olma ihtimalim Picasso imzali bir peceteye dokunma ihtimalimden kat kat yuksek. Zenginin mali, zugurdun cenesi... Biz yine de, "nevermind the bollocks" diyelim, konuyu kapatalim.


*EM'in mottosunda yer alan ve benim "kitle iletisimi" olarak cevirdigim kelimenin orijinali media. Ancak bu kelimenin Turkce'deki dogrudan karsiligi olan medya, bizde bir anlam kaymasina ugrayip daha dar ve fakat mutlak iktidarli bir alani tarif eden, buyuk yayin organlari anlamina geliyor. Yani tek tarafli bir akim, bir iletim soz konusu.

Monday, September 28, 2009

travestisiz kara sahasi

Cehaletin cesaretle birlesip ust duzeyde korku saldigi bir garip yerdeyiz. Bugun travestiler fuhus sektorunun buyuk yukunu sirtlarken, ozellikle varoslardan akin eden buranin sadik mudavimleri “i.ne” sozcugunu kufur olarak kullanir, kendilerine ola ki ayni sekilde hitap edeni oracikta dograyabilir. Cunku onlar hasa homoseksuel egilimlerinin boyundurugunda degil, erisiminden sual olunmaz libidinal enerjileri ve muzekker durtulerinin sartli (aktif) mahkumlaridir. Bir bitirim delikanlinin felegin daralttigi cemberde yasam mucadelesi veren bir transeksuele kendine sevgili belleyecek kadar sardirmasi ve yan gozle dahi baktirmamasi da kati suretle eril korumaci yanindan gelir. Tabii yemek isterseniz.

Birileri istahla yiyor iste. Toplumun cinsel acliginin bir nebze de olsa bastirilmasinda sektorun lokomotif iscileri konumundaki bu “hayat oglanlari” yine tum yozlugun, kokusmuslugun ve ahlaksizligin bas musebbibleri. Suclu yine bulundu, slikonlar dussun! Istanbul Emniyet Mudurlugu cagin en akil zorlayici uygulamasiyla travesti avina baslarken, halka acik alanlarda sigara yasagina bir de travesti ve transeksuel yasagi eklendi. Toplum-disi bu yaramaz ucuncu sinif topluma karistigi an artik “kabahatler kanununa muhalefet”ten suclu. Muhalefetin tanimi “toplumu rahatsiz etmek” olarak detaylandiriliyor. Alisveris yaparken, yolda giderken, kisaca en temel yasam fonksiyonlarini yuruturken, tipki haberin gectigi hemen tum ajanslarda islenen analojide oldugu gibi, yanlis yere park etmis araba misali cezaya carptiriliyor. Ayrica polisler, toplum ahlakini kirleten bu lekelerin kalbine islemeye tesvik amacli her bir travesti basina bonus/puan kazaniyor. Ortagim mahalledeki tuhafliktan ve hayalet avcilarindan bahsederken acaba bunu mu kastediyordu? Sokaklarda silahlarla donatilmis ve toplumun kita sahanligina sizan, tanimlayaman mahlukatlari imha etmekle gorevlendirilmis bir takim uniformali avcilar is basinda. 2009 kere masallah…

Thursday, September 24, 2009

cheque, mate!

Satranc oyununa –nedense pek cok seye oldugu gibi- oldum olasi isinamadim. Oncelikle buyuk bir ciddiyet, disiplin, konsantrasyon ve sabir gerektiriyor ki bunlari kolay kolay kabul edemezdim. Ikincisi, sanki en ufak bir hamleyle butun moronlugunuz insanligin gozu onune serilecekmis gibi hissederdim. Cunku gelecek vadeden parlak bir cocuk olmanin kapi esiginde bu oyun en gorkemli tahtasiyla karsiniza cikar, eger sinavi gecerseniz aptallarla araniza ucurum koyma sozuyle sizi ayartirdi. Aslinda alt tarafi 8x8 damali bir tahta ve kurallari cok net bu oyun nasil haftalarca hatta aylarca suruyor, o taslar gidecek onca yolu nereden buluyor, hic anlamis degilim. Diyorum iste, birileri yine bir seyleri gereginden fazla ciddiye aliyor da ondan. Hos, bir zamanlar epey kafa patlattigim 8 vezir (8 queens) algoritmasi boyumun hassas olcusunu almisti ya, neyse. Tanidigim bu oyunu en iyi oynayan cocukluk arkadasim su aralar yanilmiyorsam kurmaylik sinavlarina hazirlanan bir yuzbasi. Kendisi ayrica Gizli Hedef, Soguk Savasta Taktik Baskadir, Hepsi ve Biraz Daha Fazlasi Benim, Sakli Bor Madenlerini Bulmaca gibi strateji oyunlarinin da piriydi.
















Su siralar bir Rocky Balboa ve Ivan Drago tekrar karsi karsiya gelse yaratacagi infial kadar olmasa da, bir kisim yamali basin Kasparov ve Karpov’un yaklasik 20 yil sonra tekrar karsi karsiya geldigi maca ilgi gosteriyor. Ilk kez 25 yil once karsilasan ikilinin maci alti aya yakin surmus ve sonunda biri on kilodan fazla kaybedip digeri psikopatolojik davranislar gostermeye baslayinca doktorlarin da tavsiyesiyle mac galipsiz ilan edilmis. Daha sonra cirak ustasini alt etmis ve Kasparov satranc tarihinin en genc sampiyonu olmus. Istatistiklere bakildiginda maclarin dortte ucu beraberlikle bitmis, galibiyet sayilari da neredeyse esit. Neyse bu ajansvari bilgilendirmeleri birakalim, satrancla yollari kesisen iki zatin da Rus olmalari kafayi taktigim asil konu. Ornegin iki Hispanigin toprak kort finali oynamasi, veya Kenyalilar’in uzun mesafe/maratonlardaki basarisi gibi bolgesel ozelliklerin fizige dayali yansimalarini yadirgamiyorum ancak bir zihinsel aktivite sporunun/oyununun belli bir ulkede toplasmasi tuhaf geliyor. Ancak biraz dusununce konu tipki cocukluk arkadasimda oldugu gibi, satranc ve strateji, politika, militarizm gibi olgular arasindaki baglantiya variyor. Eh, Kasparov’un bugunku Rusya siyasetinin ana muhalefet liderlerinden olusu da –eger satranc sampiyonlugu partiye giriste ona ozel bir statu kazandirmadiysa- bosuna degil. Taktisyenligin memleketi Rusya’ysa, herhalde henuz cocukluktan bu oyuna ozendirme, belki devlet eliyle egitim dahi soz konusu olabilir. Bizde buna yonelik bir egitimin kat'a yanlisi degilim. Ancak dile tutkalla yapistigi ve kucuklukten nasil baslarsa oyle gittigi icin en azindan “santranc” telaffuzunun cocuklarimizin bellegine yerlesmesini engelleyebiliriz dusuncesindeyim :S

Friday, September 18, 2009

okunamayan tarih dergisi #5

ŞİRKET-İ HAYRİYE'NİN MEZALİMİNDEN
18 EYLÜL 1909
TANİN


Dün sabah Boğaziçi’ni sis kaplamış olduğundan sabah postasını yapan vapurlar iskelelere muntazaman gelememişlerdir. Otuz dokuz numaralı ve kaptan Angeli’nin idaresinde bulunan vapur Anadolu tarafından bir çok yolcuları hamil olduğu halde Beylerbeyi’nden hareket etmiş idi. Kuzguncuk önüne gelindiği zaman o iskelede toplanan yüzlerce halkın vapura tehacûm edeceği muhakkak olduğundan ve Beşiktaş’a geçecek yolcular da o iskeleden vapura binmek istediklerinden bazı kimseler Kuzguncuk’a uğramaksızın doğruca Köprü’ye gitmesini kaptana ihtar etmişlerdir. Kaptan bu muhik ihtarı dinlemeyip Kuzguncuk’a yanaşmıştır. Oradan hücum eden yolculardan vapurda oturacak yer kalmamış ve ahali derece-i nihayede telaşa düşüp feryada başlamıştır. Beşiktaş’a gelinceye kadar devam edecen herc ü merci tarif mümkün değildir. Zaten vapurun Beşiktaş’a uğraması da büyük bir tedbirsizlik idi. Bütün halk güverteye toplanmış olduğundan vapur iki tarafa sallanıyordu. Erkeklerin feryadı, kadınların telaşı, her tarafta yükselen bir sada-yı tariz ve tenkit herkesi şaşırttı. Beşiktaş’tan hareket edildikten sonra zat-ı şahanenin rakip oldukları vapur saray-ı hümayün rıhtımından ayrıldığından şirket vapuru orada tevkife mecbur olmuş idi. O sırada halkın yerlerinden kalkması herkesi daha ziyade korkuttu. Hülasa, bin müşkülat ile Kabataş’a yanaşıldı, bu sırada vapurun devrilmesinden korkanların hemen kaffesi oraya çıktılar. Birçok mehâllikten muhatarattan ve bir Mudanya seferine muadil bu yolculuktan sonra salimen Köprü’ye çıkanlar canlarını kurtarmış olduklarından dolayı pek memnun görünüyorlardı. Kaptan bidayeten (başlangıçta) Kuzguncuk ve sonra da Beşiktaş iskelelerine uğradığından ve kendisine vuku bulan ihtarata kulak asmadığından dolayı kabahatlidir. Biz şirketin intizam-ı idaresinden meyus olduğumuz için vukuatı olduğu gibi yazdık ve hiçbir mütalaa iave etmek istemedik.



Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bugün
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 189

Thursday, September 17, 2009

united boredom of great millet meclisi

Demeyeyim demeyeyim diyorum –yazmasi bile insanda "boredomline" kisilik bozukluguna yol aciyor- ama ne sikici bir aktif siyasi kadromuz var yahu! Hani dunyanin hicbir yerinde buyuk bir saygi ve sempati gorduklerini dusunmuyorum ama bizimkiler bir baska tektip ve ozelliksiz geliyor. Vicdan, etik, hassasiyet, hosgoru, demokratiklik gibi manevi derinliklerden umidi zaten kestik; ne bileyim, soyle bir siyasetcimiz escinsel olsa, biri ekstrem spor kazasina ugrasa, biri pisagor teoreminin yeni bir ispatini bulsa, biri ihmalkarliginin veya hatasinin yol actigi sucluluk duygusuna yenilip intihar etse, biri meclise verilen arayi iyi degerlendirip alkolik olsa, birinin dalmak ve futbol oynamak disinda ilgi cekici zevkleri olsa, biri belagat ustasi olsa, birinin enteresan bir giyim tarzi olsa, bir tanesi tek bakista kendisini digerlerinden ayiran bir stil sahibi olsa. Yok yok yok. Varsa da 550 de 2, binde de dort filandir. Bicim kisirligini bir kenara birakip yuzeydeki (gorunur) maneviyata donersek, mesela biri de “sorunuz her neyse yuzde yuz hakliyim, hemen soyle aciklayayim…” uslubunda degiskenlik gosterse... Aikido, judo, tai chi gibi dovus sanatlari bile ellerindeki fiziki erkin dogurabilecegi kotucul duygularin esiri olmayip halen saldiriya gecmemis birer savunma sanati olarak felsefelerini korurken (dusunun ne kadar sikici olabilir), bu kotu “agent” taklitleri savunma maskesinin ardindaki saldiri histerisinden vazgecemiyorlar.

Bir de bunlarin rant duskunlugu beni cok dusunduruyor ama yine vicdani boyutu degil, bunun motivasyon araclari... Simdi, calisma yuzyilinda oldugumuz gercegi ve insanlarin hayalleri, hedefleri ve istediklerine sahip olduklarinda ne yapacaklari konusunda en ufak fikri olmadan, nedensiz ve pusulasiz bicimde sadece ve sadece calismalari hem Russell’in, hem Lafarge’nin, en onemlisi ortagimin cok kafaya taktigi konular :S, tamam. Bu tempoda zevk, eglence, hatta mizah anlayisi gelistiremeyen, niye oldugunu bilmeden omrunu curuturken sadece kendine zarar veren insanlari bir kenara birakalim. Ama bunu birkac fersah oteye tasiyip kendi ziyan potasinin disina cikarak baskalarinin hakkina tecavuz edenin arzu nesnesi acaba nedir? Bu hirsin varis noktasi hangi hayallerle, ya da emeklilik senaryolariyla susleniyor, iste burada bir mide krampi daha giriyor. Iktidar ve yonetme duygusunun tutsagi bu guruh icin, disarida bunlari hissedebilecegi alan darligindan oturu calismanin sonu yok, o kesin. Birkac gayrimenkul yatirimi ve stilden/zevkten yalitilmis bir konforun otesinde ne olabilir ki? Hmmm, dusunelim biraz. Termal tesislerde gecirilecek birkac yil? Sadece iktidar uzerinde egemenlik kurmus tabakaya dair degil, muhalefet dahil tumu icin bir emeklilik planini ben bile gelistiremiyorum. Cunku dusunuyorum da, bu insanlarin hayalleri bile cok sikici olmali. O nedenle kafayi daha fazla zorlayamayacagim.














Aslinda konuyu belki aktif siyaset arenasina indirgememek lazim, genel olarak kurum ve kuruluslarin “yonetim” kati cok sikici. Hem devlet daireleri, hem ozel girisimler, hem de dernek-kulup yonetimleri icin bu durum soz konusu. Sanki hepsi agiz birligi etmiscesine, jargonlarindan tasan “duzen” ve “ciddiyet” manyakligiyla icimizdeki butun olmayan yonetim hevesini de yok ederek kademe uzerinde tahakkum kuruyorlar. Adeta orgutlu bir yonetimden sogutma politikasi gibi... Son donemlerde kulak oltama en cok takilan kelimeler “teskilat”, “il-ilce fesmekan birimleri”, “yerel yonetimler”, “idari amirlikler” vs. Tum bu terim ve simgeledikleri, bir yandan militer duzen anlayisini ne denli cagristirdigi da ortadayken, en az finans-muhasebe (yanilmiyorsam ayni sey olmalari lazim) kadar sikici. Trajedi burada bitmiyor. Kucukken hep bu renksiz ve candan bezdirici ciddiyet sahibi “buyuklerin” degisen dunyanin gerisinde kalacagini ve demodelikler muzesinde yerini alacagini dusunurdum. Fakat kendi jenerasyonum da beni satti. Ne kadar gereksiz, asiri ciddi ve duzen fetisisti akran var. Buyuklerin her jenerasyona bir fidan/ varis kampanyasi tikir tikir isliyor. Etrafiniza biraz bakin, gelecegin yonetim kademesi simdiden ters kademeye girmis durumda. Bereket etrafa bakarken bu karambolde bahtima Kamer Genc Jr. dustu, hemen kendisiyle sigara icmeye cikiyorum.

Wednesday, September 16, 2009

ilerlemeyi kutsamak?

"Kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır. Bu çılgınlık, iki yüzyıldan beri, acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır. Bu çılgınlık, çalışma aşkı; bireyin, onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur. Rahipler, iktisatçılar ve ahlakçılar bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde, çalışmayı kutsallaştırmışlardır. Bu gözü kapalı, bu dar kafalı adamlar, Tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar; bu güçsüz ve zavallı yaratıklar, Tanrılarının ilendiği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak istiyorlar. Ben ki, ne Hıristiyan, ne iktisatçı, ne de ahlakçıyım; onların yargılarını Tanrıların yargısına; din, ekonomi ve özgün düşünce konusundaki vaazlarını da, kapitalist toplumdaki çalışmanın korkunç sonuçlarına havale ediyorum.İsa, Dağdaki Söylev'inde tembelliği öğütlemişti: 'Tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın. Onlar ne çalışıyor, ne de yün eğiriyorlar. Buna karşın söyleyeyim size, Süleyman, o görkemi içinde daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi?'

Çağımız, çalışma yüzyılıdır, diyorlar; aslında acının, yoksulluğun, kokuşmuşluğun yüzyılıdır. Bununla birlikte, burjuva filozoflar, ekonomiciler, söyledikleri güç anlaşılan Auguste Comte'dan gülünç ölçüde açık seçik Leroy-Beaulieu'ye, şarlatanca romantik Victor Hugo'dan, böncesine kaba saba Paul de Kock'a kadar kentsoylu yazarların hepsi, çalışmanın büyük çocuğu İlerleme Tanrısı'nın onuruna mide bulandırıcı şarkılar söylediler. Onlara bakılırsa, mutluluk egemen olacaktı dünyada; daha şimdiden ha geldi, ha geliyor gibiydi. Bu baylar, geçmiş yüzyıllara uzanıp günümüzün tadını tuzunu kaçıracak şeyler getirmek için, derebeylikteki yoksulluğun kirini pasını eşelediler. Bu karnı tok, sırtı pek, daha dün büyük senyörlerin çanak yalayıcısı, bugün kentsoyluların kalem uşağı olanlar canımızdan bezdirmediler mi bizi, retorikçi La Bruyère'in anlattığı köylüyle?Ne yazık! Arcadia papağanları gibi ekonomicilerin dediklerini yineleyip duruyorlar: 'Çalışalım, ulusal zenginliği artırmak için çalışalım!' diye.Ey aptallar! Sizler aşırı ölçüde çalıştığınız içindir ki, sanayi avadanlığı çok yavaş gelişiyor. Anırmayı bırakın da bir ekonomiciye kulak verin: Çok akıllı bir adam değil, birkaç ay önce yitirme mutluluğuna erdiğimiz Bay L. Reybaud'dur bu: 'Çalışma yöntemlerinde devrim, genel olarak, el emeğine göre ayarlanır. İşçiler, yaptıkları işi düşük fiyata sağladıkları sürece, patronları bol bol onları şımartırlar, gördükleri işler daha pahalıya mal olunca da yüz vermezler onlara'.Kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir. İki elli uşak takımının baktığı Rothschild ahırlarının safkan atlarını; Normandiya çiftliklerinin toprağı süren, gübreyi taşıyan, ekini ambarlayan ağır yük hayvanıyla karşılaştırın bir. Ticaret misyonerlerinin henüz Hıristiyanlıkla, frengi ve çalışma dogmasıyla kokuşturamadıkları soylu vahşilere, sonra da, bizim o zavallı makine uşaklarına bir bakın hele?"

Paul Lafargue - Tembellik Hakkı (1887)

Tuesday, September 15, 2009

rock en seine / pt:2

Scéne de la Cascade sahnesinde Yeah Yeah Yeahs endamini gosterirken, konser alani yas ortalamasi daha dusuk bir kalabaliga sahiplik ediyordu. Mevzu bahis, herhangi bir akimin baslarinda veya patlama akabinde one cikan gruplardan biriyse, muzik trendleri zigzakli ve hatta sarsintili degisimler dahi gosterse artik arkasina o donemin ruzgarini almaya pek ihtiyac duymaz. 2000 lerde “Garage Rock Revival” diye de adlandirilan donemde parsayi en onden kapan “kadin sarkici merkezli” gruplardan biri olarak Yeah Yeah Yeahs de artik kitle cekebilmek icin tanitim yazilarindan veya benzerlik tasidigi gruplar gibi referanslardan ziyade ismiyle yetinebiliyor. Tabii ki electro-clash, indie-rock ve garage rock/punk turlerinin merkezdeki kadin sarkicinin fetis obje haline getirildigi diger temsilcilerinde (Peaches, Blonde Redhead, Goldfrapp, Bikini Kill, Metric vb) oldugu gibi tum sahne sovu Karen O uzerine kurgulanmis sanatsal ve epey “New Yorker” bir gosteri gibiydi. Karen O da seyirciyle arasindaki mesafeyi kaybebetmemek konusunda dirayetli, rolune fazlasiyla sadik, seyirciyle dikine bir iletisim kurmaktansa diagonal bicimde ufka dogru sanatini icra eden bir tiyatro oyuncusu gibiydi. Normalde bu “Star” durusuyla pek alip veremedigim yoktur ama sahnede biraz daha eglenen, sahneyi izleyiciyle paylasmaya calisan, kalabaligin reaksiyonunu umursadigini hissettiren gruplarin acik hava festivallerinin gunduz vaktine daha iyi gittigini dusunuyorum. Hal boyle olunca kendinizi biraz ise yaramaz, biraz davetsiz, biraz sahnede orgazm yasayan bir kadini dikizliyormus, en hafifinden sizi gormeyen birini kalin bir camin ardindan –televizyon da olabilir- izliyormus hissi yasayabiliyorsunuz. Sarki aralarinda en ufak bir konusma ya da selamlamanin olmadigi ilk bir saatlik dilimden sonra saniyorum koreografi veya senaryo geregi bir anrakt oldu da son bir kac sarkida Karen O kisa konusmalarla seyirciye bir kac adim yaklasti, ve belki de gonlumu aldi. Ayrica alinganligimi bir kenara birakirsaniz grubun gitarlarina, davuluna, kisaca canli muzigine diyecek yoktu.

Kendi doneminin grubunu izleyen genc kalabaligin onemli bir kismi yine kendi donemlerinin bir baska grubu Vampire Weekend’e dogru depara kalkarken, yasi gecenler, yetenler ve belki bugun dinledigi pek cok grubun model kaynagi gruba sahitlik etmek isteyen yeni yetmeler beklemeye koyuldu. Ortalik yerini resimdekinin benzeri sapkali Madness fanlarinin kucuk obekler olusturdugu, anglo-saksonlarin net bicimde goze carptigi yogun bir kalabaliga birakti. Carrefour Istanbul’da yeni acildiginda, firsat reyonundan Madness’in Divine toplama albumunu aldigimda biri 15 yil sonra bu grubu canli olarak izleyecegimi soyleseydi once kurulduktan otuz yil sonra halen konser verebileceklerine guler, sonra da bunu bir beddua olarak karsilayip bozulurdum. Yanlis yerde dogmus olmanin bedeli 15 yil olmamali diye... Ama Madness’i yeni izlemis biri olarak bugunku aklim olsaydi, tesekkur ederdim. Cunku bu ihtiyar hergeleler hala cok enerjik, cok hevesli, cok iyi ve cok eglenceliler. Madness sahnenin tozunu dumana katarken, konser alaninda da izleyiciler buna uydu ve hepimizin uzerini bir toz katmani kapladi. Birlikte dans eden bu kadar kalabalik bir insan toplulugunu daha once gormemistim (1/1000 olcekle gecen yuzyilin son dem mekanlarindan Captain Hook’da gormustum ama orada calanlar da yine Madness cover sarkilariydi). One Step Beyond’la baslayan konserde bildigim tum hitler birer birer siralandi. Suggs’in Paris anilarini dinlemek de guzeldi. Yanlis hatirlamiyorsam finali de Baggy Trousers’la yaptilar. Madness icin orada olanlar bagliliginin karsiligini fazlasiyla alirken, hasbel kader yolu dusmus gencler de o neseli temasayla odullendirildiler. Ama bu memnuniyet verici performans daha sonra Madness’a da mukafat olarak geri donecekti.

Cascade sahnesi hiz kesmiyor, ufak araliklarla bambaska donem ve kitlelere ev sahipligine devam ediyordu. Ozellikle araya giren Madness muzik tarihinde geri ve ileri sicramalara yol acmis oldu ve bu kez sahne Bloc Party’e kaldi. Su uzucu bir gercek, artik album satislarindan buyuk gelirler elde edilemeyecek. Muzik endustrisinin buyuk bolumu bu kanaldan elde ettigi, uzun zamandir dususte olan gelir grafigini belki artik pozitif koordinatlarda dahi goremeyecek. Su an en onemli gelir kaynagi olarak konserler gozukuyor. O halde artik gruplar belki de sadece konser verebilmek, seyirciyle bulusabilmek icin albumler cikaracak. Bu da sahnede sizi one cikaracak bir seylerin elzem oldugu anlamina geliyor. Hem insanlarin konsere gelip dinlemek isteyecegi iyi muzik ve sarkilar yapacaksiniz, hem de bunun canli yansimasi citayi yuksek bir yere koyacak. Cetin bir mucadele gercekten. Soz konusu gruba donersek, elimi attigim her festival programinda Bloc Party’i goruyor olmamin bir anlami oldugunu simdi daha iyi anliyorum. Gercekten tam bir festival grubu ve muziklerinde genisletmeye calistiklari tur-ici sinirlari sahnede de zorlarken, turdeslerinden farkli bir seyleri de kendilerinden koyabiliyorlar. Bu da onlari festivallerin aranilan grubu yapiyor. Sarki aralarinda seyirciyle yakinlik kurmaya calisirken, icra esnasinda oldukca agresif ve provoke edici (ikisi de pozitif anlamda) bir tutum icerisindelerdi. Kanimca bu performanslarindaki tek handikap bir noktadan sonra muziklerinde tekduze hale gelen, es vermeyen ve takip hevesina biraz ket vuran tondaki sertlikti. Ama normal, belki kriz onlari da vurmustur :S Bir dezavantajlari da baslamalarindan hemen 1 saat sonra ana sahnede cikacak olan Oasis’ti ki bu ayni zamanda tertiplenen organizasyonun en tad kacirici yaniydi. Bu iki grup cakistirilmamaliydi. Sahneler uzak oldugundan ve ana hadisedeki katilimci sayisi da goz onuna alindiginda, eger Oasis’i izleyecekseniz Bloc Party’e en fazla yarim saat ayirabilirdiniz. Benim gibi bu yolu secen binlerce izleyici husrana ugrarken, kalip gruplarina sahip cikan ve kemik bir kitle olarak onunla basbasa kalan Bloc Party fanlari bu isten en karli cikanlar oldu. Oradaki birliktelik ruhunu ve kolektif mutlulugu hayal edebiliyorum. Insanin seciminde (kastettigim konser secimi degil, daha temelden grup secimi) hakli oldugunu gormek her zaman doyurucu bir histir. Iki tarafa da buyuk bir baglilik hissetmedigim icin sorun yok, magduriyetim sadece oradaki birkac saatten ibaret. Ama Bloc Party’nin kalan bolumune katilmis o kalabaligi bir kisi de olsa artirmis olmayi isterdim.



Kalabalik Oasis’ten geri sekmisken, yine en buyuk topluluk Cascade’in onundeydi cunku unlu DJ Vitalic/ Pascal Arbez is basindaydi. Bu kadar kitlesel cekimde Fransiz olusunun da katkisi buyuktur elbet. Muzigiyle fazla tesrik-i mesaim olmadigindan fazla yorumda bulunamayacagim fakat konser alani devasa bir house-techno partiyi andiriyordu. Zaten akustik gruplarin ardina gecenin sonunda elektronik performans eklentisi rock festivallerinin olmazsa olmazi. Bence iyi de bir bilesen. Vitalic’in oralarda gezinirken muzigin dustugu bir anda “One Step Beyoooooooond“ diye bir ciglik ve ona muteakip, Grande Scéne’e dogru kosmaya baslayan insanlarin ayak seslerini duydum. Evet, Oasis husranindan boynu bukuk kalan buyuk sahnenin ve gecenin imdadina Madness cagirilmisti. Cok yerinde bir karardi cunku gun icerisinde festival kapsamindaki tum trendlerin, turlerin, donemlerin ve alt kulturlerin uzerine cikip onlari en cok birlestiren ve eglendiren, Madness’di. Belli ki sahne arkasinda dalgalarina bakarken cagrilmislardi, onlar da seyircilerinden ve birbirlerinden ayri gecen bunca zamanin acisini cikarmak icin bu firsati kacirmazlardi. Kalabalik da o hayal kirikligini anca Madness’in sicakligiyla yamayabilirdi. Ikinci delilik kampanyasina girmedim ama ertesi gun Madness’in geceyi kismen de olsa kurtardigi haberleri muzik ajanslarina dusmustu.



Not: Uc gun sonra Oasis iptali sebebiyle her bilete €15 tutarinda bir iade yapilacagi belirtildi. Yani 45 euro'luk tek gunluk biletin ucte biri fiyati. Ve katilimci sayisi dusunuldugunde milyon avroluk bir iade demek. Bu Oasis'den tazmin edilecektir elbet. Zaten grubun bu sahneye cikmama zincirinin bedeli 5 milyon avroymus. Bahsettigimiz, album satislarindan buyuk gelirlerin elde edildigi donemlerin son demlerinde, belki en buyuk pasta dilimlerinden biri Oasis'e aitti. Elbet cukkalari saglamdir. Olmadi yalandan birlesip birkac bedava konser verirler.

Sunday, September 13, 2009

mahallede bir tuhaflık var ama...

Cuma akşamı, dışarı çıkmak gibi bir niyetimiz yoktu. Olsaydı da o deli dolu havada, sağanak yağmurun altında, selin götürdüğü sokaklarda gezmektense oturup film izlemek çok daha kanepe uyumlusu bir tercihti. biz de ne kendimizi yormak, ne de kanepemizi üzmek istedik... Harici bellek LCD tv'ye bağlandı (aslında sanırım bellek-laptop-tv zinciri var) ve geriye geniş arşivde detaylı bir eleme yapmak kaldı. Üç kişilik seçiçi kurulumuzun dae eleğinden geçip finale kalan iki film'den In Brugge 7-7-7, Ghostbusters ise 10-10-0 alınca, rakibini bir puan ile geçen Avrupalı'yı izlemeye başladık. Ne var ki Ghostbusters'a sıfır veren juri üyesi olay mahalini erken terk etmek zorunda kaldı, ve geriye kalan ikili (yani 10ların sahipleri) hiç düşünmeden filmi değiştirdiler. Shame on us? Bundan pek emin değilim... İtiraf etmek gerekirse, keyfim gerçekten yerindeyse ve güçlükle yakaladığım dengemi bozmak istemiyorsam back to the future (bütün seri), ghostbusters, ya da -ne bileyim- starship troopers (birincisi ama, sinema salonunda 3 defa izlemiştim) gibi ezbere bildiğim ama izlemekten asla sıkılmadığım filmleri tercih ederim. Hatta konusu olmayan müzikal Grease'in enerjisine bence başka bir yerde rastlamanız mümkün değil. Bilimadamları eğer gerçekten alternatif enerji türleri üzerinde çalışıyorlarsa, bu filmi ıskalamaları tarihi bir hata olur. Üstelik, her tekrar arasında en aşağı 6 ay var ve ben bu yapımları her izlediğimde yeni bir şeyler bulabiliyorum. Örneğin, hayalet avcıları 25 sene önce çekilmiş bir film. 25 sene önce Bill Murray Karma'dan bahsediyor, bir partide somon füme yeniyor ve yaygın olarak vitamin hapları kullanılıyor. İşte size gözlem; çeyrek asır önce Kuzey Amerika'da yerleşik kavramlar ve alışkanlıklar, bizde görece taze. Karma'yı Tarkan ile tanıdık ve artan somon füme tüketimimizi -çok da evvelden tanışmadığımız- IKEA'ya borçluyuz... Her neyse, yukarıda saydıklarımı onlarca kez izledim, ve öyle görünüyor ki bu bağımlılık ömrüm boyunca sürecek. Özellikle, inandırıcı gerekçeler bulmama lüzum yok. The Office'in 99. bölümünde YMCA eşliğinde dans ederken söyledikleri gibi, I like cheesy stuff...

Cumartesi gecesini ise -son derece moral bozucu ve şimdi adını anmak istemediğim bir olayın yılgınlığı ile- televizyona ayırdım. Herhalde bu işe en çok kanepe sevinmiştir. Gecenin kör saatinde, 3gibi filan, cnbc-e yeni sezon dizilerinden Merlin başladı. İlk izlenim: Herkul ve Zeyna'nın hallicesi, updated hali... Henüz bölümün başlarında, cadının biri sihirli sözler eşliğinde kendini ışınladı ya da toz etti. Burada dikkatimi çeken -ve çaktırmadan sizi de yönlerdiğim yer- kullanılan efektlerin dandik bir dizide dahi son derece gerçekçi olması. Merlin güncel bir dizi ve bir önceki gece izlediğim Ghostbusters ile kıyaslandığında efektler açısından çok daha başarılı (elbette böyle bir kıyaslama eski olana haksızlık). Bana kalırsa artık yeni bir sorunumuz var. Gelişen teknoloji, sinemada ve görsel iletişimde kullanılan efektleri neredeyse gerçek hayat seviyesine çekti. Yani artık simülasyon ile hakikati ayırmak neredeyse imkansız. Fakat bu yakınlaşma, sanal ve gerçek olanın arasındaki sınırın giderek flulaşıyor olması, aslında kimseyi etkilemiyor, şaşırtmıyor. Hayalet Avcılarını ilk kez izlediğimde yoğun heyecan ve kontrol edemediğim hayret duygularından ağzım kulaklarıma varmıştır. Oysa şimdi teknik olarak çok daha hayret verici şeylere şahitlik etmemize rağmen bizleri şaşırtan olayların sayısı çok daha az. Ya teknik ilerleme bizim doyum eşiğimizi aştı (şımarma), ya da bize sunulana artık onun alameti farikasını anlayamayacak kadar yabancılaştık (aptallaşma). Luke Wilson'lı Ideocracy'i seyretmenizi öneririm. Film sonlarına doğru sıkıcı bir hal alıyor fakat (iyice) tembelleşmiş ve (daha da) aptallaşmış torunlarımız ile tanıştırıldığımız ilk 30-40 dakikası hiç de fena değil. çevremizde dönen dünyaya giderek yabancılaşıyoruz ve bu durumla neredeyse hiç sorunumuz yok. Hay'ra alamet değil.

Katı olan herşey...Jöleleşiyor

2000li yıllarından ilkinde, Paris'te bir atari salonunda, benden yaşça ufak, liseli bir veletle maç yapmıştık. Çocuk Ermenistan'ı aldı ben de Türkiye'yi seçtim. Bugünümüzün bir provası olarak gayet dostça geçen mücadele, uzatmalarda gelen bir karambol golü nedeniyle 1-0 Ermenistan galibiyeti ile sona erdi. Doğrusu maçı kazanabilirdim fakat rakibim alengerli makinada benden daha tecrübeliydi. Hatırladığım kadarı ile, oyuncuyu yönlendirmek için bir kol ve ayağınızın altında bir toptan başka kumanda aparatı yoktu. Topa vuruş hızınız ve istikametine göre pas veriyor ya da şut çekiyordunuz. Yani size yerinizden kıpırdamadan topa vurma olanağı sağlayan, neredeyse sokakta futbol oynuyormuş hissi veren bir oyundu bu. Bugünlerde facebook'ta yeni ve kontrolleri ile çok daha gerçekçi bir oyun konsolu olan Xbox bilmemne nin promo videoları paylaşılıyor. Elinizde özel bir pad ya da kumanda olmadan ekrandaki nesneleri hareket ettirebiliyorsunuz. Sanki gerçekten bir eliniz varmış gibi! Bu işin sonu nereye varacak, merak ediyorum... Yakında bize birer insan olduğumuz ve bir insanın yeteneklerine sahipmişiz sanrısını verecek aletlerle de tanışabiliriz.

Thursday, September 10, 2009

kriz kerizlemeleri

baslik fena clishe oldu kabul ama, bunun da baska bir izahi yok. "ekonom'ye can verin" kampanya reklamlarini izliyoruz bir iki haftadir. yaman toruner tam anlamadim ama sanirim "nealirsan1tl"ci , deniz gokce ise bakkal amca rolleri ile gonullerimizi fethetmekle mesguller. bir de garanti bankasi eski genel muduru olan abi var, simitci olmus kampanya icin... gazetede gecen mulakati vardi, yelkenlisiyle turluyordu. tamam, reklamdaki espri de zaten bu sohretli iktisatcilari/finansicilari kucuk esnaf, yoksul halk kiliginda gosterip dikkat cekmek de... bu ne kadar ahlakli bir yaklasim? her neyse, deniz gokce ve yaman toruner'in repliklerinde kilcal bir ayrinti var. daha dogrusu, laf arasinda islenmeye calisilmis, kocaman bir yalan. her ikisi de "krizin son etkileri de ortadan kalkar" gibisinden bir laf ediyor. bunu gercekten yiyen olur mu acaba? hayir o degil, yasca ve sifatca koca koca adamlar bu lafi ederken kimsenin inanmayacagini dusunmuyorlar mi?















yukaridaki fotoyu crap namli bir organizasyonun sitesinden aldim. ironik pankartlar ve soylemlerle sokaga cikiyorlar. acaba bu iki profesor de crap'e katilmis olabilirler mi? kimse kuresel kriz'in agir etkilerinin ortadan kalktigini ve geriye yalnizca supurulmesi gereken ufak bir toz bulutunun kaldigini gercektern iddia edecek kadar dunyadan bir haber olamaz, degil mi?

Wednesday, September 9, 2009

rock en seine / pt:1

Rock En Seine muzik festivali her yil saniyorum Agustos’un son haftasi, Cuma-Cumartesi-Pazar gun kombinasyonuyla Paris’in guneybatisinda, mureffeh ve ekseriyetle yerlesim yerleriyle isgal bolgelerinden Domaine National de St Cloud’da, Seine Nehri’nin yanibasindaki devasa bir alanda duzenleniyor. Organizasyon formati, grup secimleri ve katilimci profiliyle bizdeki Rock N Coke’un karsiligi denebilir. Tabii birkac yuz metrekare alan, iki dev sahne, birkac onbin ve cok uluslu katilimci fazlasini eklemek gerek. Karayoluna mahkum olmayan ulasim kolayligi ise herhalde en buyuk artiydi. Organizasyonun internet sitesinde uzerine basa basa aracla gelmek yerine toplu tasimayi onerdikleri yaziliyor. Buna ragmen otomobil goturmek ahmaklik olur herhalde, cunku etrafta pek park yeri de gormedim. 10 numarali metro hattinin son duragi olan Boulogne Pont de St-Cloud istasyonu, konser alanindan ancak bes-on dakikalik bir yurume mesafesinde. Zaten uzerindeki herhangi bir noktadan hatta angaje oldugunuzda, ellerinde birali, bol ekipmanli ve neredeyse tamami beyaz, kalabalik bir “hip” genclik size dogru istikamette oldugunuzu hatirlatiyor. Bilet fiyati her bir gun icin €45, uc gunluk kombinasyon icin ise €90.

Bira ihalesini Heineken almis, 50 cl’ligi €5.5, 30 cl’ligi ise €3. Fakat katilimci icin pratik olmaktan cok uzak bir uygulama vardi ki; once 1 avro karsiliginda depozitolu bir sert plastik bardak aliyorsunuz, sonraki her alisinizda bira o bardaga doluyor. Eger bir kez daha bardak parasi vermek istemiyorsaniz festival boyunca bos bardagi yaninizda tasiyorsunuz. Gecenin sonunda biranizin depozitosunu, tahminimce kilometrelik kuyruga girip almaniz gerekiyor ki, bu da benim gibi ugrasmayanlardan edinilen kazancla –kabaca hesapla hic fena bir rakam degil- mutevazi bir yan gelir demek. Cok fazla yemek standi olmasina ragmen aksam saatlerinden itibaren olusan uzun ve kaotik kuyruklar festivali bu alanda alisilmisin disina cikaramadi. Tuvalet siralari da belirlediginiz izleme programini tutturabilmeniz icin zihnin arka planinda calisan ozel bir bobrek yonetim programini zorunlu kiliyor.














Line-up Rock janri icerisinde mumkun olabildigince eklektik kurgulanmaya calisilmis. Sahnelerden Scéne de l’Industrie’nin agirlikla kesif calismasina imkan taniyan, popularite kriterinde yeraltina dusen gruplara yer veren sahne. Bunlarin disindaki iki sahneden (Grande scéne ve Scéne de la Cascade), ozellikle katildigim Cuma gunu dusunuldugunde, hangisinin ana sahne oldugunu soylemek zor. Tabii benim icin, zira isimden ve gruplarin taninmisligindan yola cikildiginda Grande scéne one ciksa da, daha cok zaman gecirdigim, ana sahnem Scéne de la Cascade oldu. Hem calisma gunu sayilan ilk gun icin hem de diger gunlere nispeten oldukca iyi bir kadro vardi. Katilmadigim diger iki gunden Cumartesi gunu kacirdigima hayiflandigim pek bir sey yoktu fakat Pazar gunu Macy Gray, MGMT, Metric ve Patrick Wolf icimde ukte birakanlar oldu.

Gunun benim icin ilk performansi saat 15.30’da Grande scéne’de, az kalsin yetisemeyecegim diye cok endise ettigim, neyse ki baslamadan 15 dakika once en onlerde yerimi aldigim, Mike Skinner’dan sonra Britanya garage sahnesine onemli bir baska katma deger Jack Allsopp, ya da sahne adiyla Just Jack’ti. Grup daha once 2007 yilinda ayni festivalde boy gostermis. Konsere tipki sesini duyurdugu Overtones albumune oldugu gibi “Writer’s Block” ile basladi. Kendi rap tarzi ve kadin bir jazzy yan vokal ile birlikte, diger akustik sazlarin yani sira gerek gercek davul vuruslari gerekse makine otomasyonundan siyrilmis electro-beatleri, funky ve electro-pop bir zemine guzelce yedirmis, ozenti olmaktan uzak saglam ve hakkini veren bir altyapiya oturtulmus muziginin enerjik canli performansiyla festivalin en eglenceli saatini yasatti (biraz klise bir betimleme formulasyonu oldu, ama bu kadar guzel fuzyona klise kurban). Tabii bunlara Allsopp’un izleyiciye can veren sempatikligi ve yakinligini eklemek gerek. Tam dibimde henuz taptaze sayilacak yeni albumleri dahil olmak uzere hemen her sarkisina ve hizli sozlerine eslik eden koyu bir fan grubuna denk gelmis bulundum, onlarin enerjisinin de geciridigim zamana katkisi olmali. Malum, festival farkli ulkelerden cok ziyaretci aldigi icin kendilerini Britanyali filan sandim ama hem Allsopp’un sarki aralarinda Paris temali tezahuratlarina gosterdikleri reaksiyon, hem de kendi aralarinda konustuklari Fransizca oyle olmadigini gosterdi. Biraz hafife almisim anlasilan Fransiz izleyicisini. Aslinda sahne sanatcilarinin disinda kendi cizgisi/durusuyla da canli performanslarin en onemli niteleyenlerinden biri olan “kalabalik”, performans boyunca gruba ve muzigin gidisatina cabuk uyum saglayan katilimiyla tam puani hak etti.

Bir sonra belirledigim hadise olan Yeah Yeah Yeahs’s kadar ortalikta dolanip farkli gruplara kulak vermeye calistim. Tuvalet sirasindayken Cascade’den aheste aheste Keane sarkilari kulagima caliniyordu. Tabii ki yogun bir izleyici kitlesi vardi, ama sahneden yayilan muzik kanimca studyo albumlerindeki kadar kotuydu (bu sertlik icin Keane fanlarindan ozur dilerim). Aslinda belli bir populariteye ulasmis her olusumun mutlak suretle kendine ozgu bazi cekici yonlerinin oldugunu dusunuyorum. O halde belki sahnede ciplak gozle bir seyler gozukebilirdi, ama bu vakit kaybi olacakti. Bu kadar hazzetmedigim bir grubun bu kadar cok sarkisini taniyor olmam ayrica sinirimi bozuyordu. Tam bir hit makinasilar anlasilan.

L’Industrie’de ise Ingilizce sozlu agir bati muzigi yapan Fransiz bir grup, Gush saat 17.00’de yerini aliyordu. Tabii kalabaliga bakildiginda Fransiz izleyicilerin de gruplarina sahip ciktiklarini soylemek mumkundu. Bir yerel rock grubu gozlemi de bos bir firsat olmadigimdan Gush cikmadan birkac saniye once sahneyi kadrajima aldim. Hemen baslangicta grup elemanlarin yanyana dizilerek koro halinde ve enstrumansiz sergiledikleri performansin etkileyiciligi, ilerleyen sarkilarda yerini rock’un epey bir yil geriden gelen kliselerine birakti. Sanki turler arasi bir saskinlik yasayan, onlarin uzerine cikarak bunyesinde hepsinden birer parca barindirmak yerine (kendi sularinda Just Jack’in basardigi gibi), sanki her bir ture -artik hangisi tutarsa- birer parca vermeye calisan, ozgunlukten uzak bir yerel girisim gibiydi. 3-4 sarkidan sonra Cascade’a dogru yol aldim. Eh bu son iki paragraf da yergiye ayrilmis olsun.


Mizanpaj kisintisi yatay yayilmaya imkan tanimadigindan ve ideal okunabilirlik sinirini da asmamak icin (biraz da su an usendigim icin :S) Yeah Yeah Yeahs, Madness, Bloc Party ve devamini sonraya birakalim…

Sunday, September 6, 2009

başka bir memleket

Bilmiyordum, Costa Rica 1948 senesinde, yani bundan yarım asır önce, ordusunu lağvetmiş. Hatta 1 Aralık tarihini 1986'dan beri Día de la Abolición del Ejército (silahlı kuvvetleri fesih günü)olarak kutluyorlar. Yani bu durumdan pek de şikayetçi oldukları söylenemez. Oysa dünyanın geri kalan hemen bütün ülkeleri silahları ve askerleri ile gurur duyar ve Costa Rica'nın aksine, askeri zafer günlerini kutlar. Dolayısıyla Costa Rica'da olan bitenler, onları bu noktaya getiren olaylar zinciri ile değilse bile nihayetinde silahlı kuvvetlerin yok edilmesi ve bu kararın 50 senelik huzur ortamı sağlaması ile ezberimizi bozacak, bildiğimiz dünyayı sarsacak cinsten...

Dağların ve okyanusların ötesinde

Hikayenin arka plani biraz karışık olmakla beraber Latin Amerika ülkeleri için epey sıradan. Küçük bir Orta Amerika ülkesi olan Costa Rica, 20. asrın ilk yarısı sona yaklaşırken ilerici Katolik Kilisesi, iktisadi refahını güvende tutmak ve daha da genişletmek için politik iktidarı isteyen patronlar, A.B.D. destekli kontgerilla gücü, silahlanmış komünistler, düzenli ordu ve bunların arasında kurulan türlü ittifaklar içerisinde ezilmekte ve yorulmaktadır. Bu kaotik ortamın yol açtığı ve 12Mart - 24 Nisan 1948 arası 44 gün boyunca süren ve 2000i aşkın kişinin ölümüne neden olan içsavaş sonrası yönetimi ele geçiren sosyal demokrat Jose Figueres Ferrer yönetimindeki geçici hükümet, ilk iş olarak politik sorunların barışçıl yollarla çözülmesinin önünde engel olarak gördükleri Costa Rica ordusunu dağıtır. Figueres, bu kararı alırken, mühendis olmak niyetiyle gittiği Amerika'da, M.I.T. yıllarında okuduğu, H.G. Wells'in Outline of History (Dünya Tarihinin Ana Hatları)adlı kitabindan etkilendiğini belirtir. Ona göre insanlığın geleceğinde silahlı kuvvetler yoktur. Fakat insanoğlu hiç bir zaman mükemmel olamayacağı için, polisin varlığı doğaldır. Figueras iktidarının ikinci icraatı ise Komünist Parti'nin illegal ilan edilmesi olur. İçsavaş sırasında Figueras'a bağlı güçler, hem düzenli orduya, hem de iktidardaki muhafazakar Calderon'a destek veren komünist gerillalara karşı savaşmıştır.

Bu noktada şunu söylemekte yarar var, Latin Amerika yirminci yüzyıl siyasi tarihini çözmek göründüğü kadar basit değil. küçük bir ülke olan Costa Rica'daki iktidar ilişkilerini çözmek dahi hayli güç. Örneğin 1940-1944 arası ülkeye başkanlık yapan Rafael Angel Calderon, ülkedeki kahve üreticisi elit Alman azınlığın desteğini alarak iktidara gelen muhafazakar bir siyasetçidir. Fakat Başkanlık döneminde beklenenin aksi yönünde icraatları ile dikkat çeker. Sosyal güvenlik programı, asgari ücret uygulaması, sağlık reformu ve Costa Rica üniversitesinin açılması ile yoksul halk kitlelerinin desteğini arkasına alır. Ülkedeki ilerici nitelikteki katolik kilisesi ve Komünist Parti onu destekler... Öte yandan, içsavaşta karşı karşıya geldiği Ferrer de toprak sahibi bir zengin, işçilerine sosyal haklar, sağlık güvencesi ve işçi çocuklarına ücretsiz gıda ve eğitim sağlayan bir "çiftçi sosyalisti"dir. Uzun siyasi hayatının ilk başkanlık dönemi olan ve gönüllü olarak 18 ayın sonunda ayrıldığı içsavaş sonrası geçici iktidarı boyunca, ordunun lağvedilmesi ve Komünist Parti'nin yasaklanmasının yanında ve ötesinde, bankaların ulusallaştırılması, bütün yurttaşlara eğitim hakkı sağlanması, siyah göçmenlere vatabdaşlık sağlanması, daha sivil ve demokratik bir anayasanın yazımı gibi pek çok toplumcu adım atar. Sonraki yıllarda Castro işin rengini kızıla çevirene kadar Küba devrimini ve sonuna kadar da Sandinistleri destekler. Öte yandan A.B.D. ile ilişkileri de her daim iyidir. İşler karışık mı göründü? Öyleyse şunu dinleyin, Calderon'un sürgün yılarında doğan oğlu 90-94, Figueras'ın oğlu ise 94-98 yılları arasında devlet başkanlığı görevini yürüttüler.

Aklımızın bir yerinde

Fakat şüphesiz ülke tarihinin en radikal vak'ası, silahlı kuvvetlerin kapısına kilit vurulması. Costa Rica son elli sene içerisinde kaynaklarını silahlanmaya değil, eğitim olanaklarının geliştirilmesi/güncellenmesine, kamusal sağlığa, kültürel zenginliklere ve doğanın korunmasına harcadı. Bitmeyen askeri müdahaleler ve sivil olmayan politik komplolardan bunalan Panama da 1990 senesinde Kuzey komşusunun izinden giderek aynı cesur kararı verdi.

Tanıdığım bir kadın ya da erkeğin yarın sabah gazeteyi eline alıp manşette "ordu dağıldı" haberini okuduktan sonra ekmeğine yağ sürmeye devam edebileceğini sanmıyorum. Günün birinde bu tip bir karara şahitlik etmek, çoğumuzun en çılgın hayallerinin bile ötesinde. Yine de, toplumların bu vahşi ve acımasız dünyada dahi düzenli orduları olmadan modern varlığını sürdürebildiğini aklımızın çok derin olmayan bir kısmına not edelim. Üstelik hem Costa Rica hem de Panama, bu kararı sivil demokrasilerini güvence altına almak adına yaptılar. Oysa bizim algımızda, silahlı kuvvetler iç güvenliğin temel unsuru, demokrasinin güvencesi, huzurun kaynağı filandır. Harici ve dahili düşmanlara karşı halkın güvenliğidir ordu. Muhtemelen Costa Rica ve Panama ordularının son komutanları da bu iddiaları taşıyorlardı...

Friday, September 4, 2009

modern art is rubbish

Wednesday, September 2, 2009

oasis split

Saatler 22:00’a yaklastiginda Rock En Seine’in ana sahnesi (Grande Scene) ve onbinler birinci gunun en buyuk olayi icin tamamen hazirken gelen anons geceye ve belki Oasis tarihine noktayi koydu: “Liam ve Noel Gallagher’in sahne arkasinda yasadiklari munakasa buyumus, grup sahneye cikmama karari almis ve konser iptal edilmistir”.

Oasis’e suregelen antipatimi besleyen corbada muzikal altyapidan azade bir suni/medyatik Blur-Oasis cekismesinin oyununa gelip hep Blur’un tarafinda yer almamin tuzu mutlaka vardir. Bu kadar uzak bir ulke, kultur ve rekabette taraf olmak da futboldan kalma bir aliskanlik olsa gerek... Gecen yillarla birlikte olgunlasan karakterim, gercekle olan iliskim ve dunyayi algilayisim bugun hala bu savasi kazandigimizi dusunuyor :S Bana kalirsa Oasis buyuk bir tongaya dustu. Muzik dunyasi bir yanlariyla kendilerini Beatles’in devami olarak gorurken onlar da bahsedilen ve kasi koymasi guc bu fantazmanin halusinasyonuna kapildi. Ama Beatles’in farkli donemlerin(in) etkisinde muziklerini -tabii ki hayranlari ve o gunku Rock'un sinirlari el verdigince- genis bir duzleme yaymaya ve cesitlilik arz etmeye calistiklarini sanirim unuttular. Damon Albarn’in ozgurlukcu muzik anlayisi, deneyselligi, meraki, turlu yaramazliklari ve zihn-i sinir muzik projeleri soyle dursun, Blur bile kendi icinde, hatta ayni albumu dahilinde cok cesitliydi. Yani belki de Oasis’in yapamadigini Blur yapti. Dahasi Oasis’in gittigi yolda son birkac albumdur cuvalladiklari da hem –pek itibar etmedigim- istatistiki, hem de –kesin olarak katildigim- musiki bir gercek. Birkac ay once okudugum bir roportajinda Noel muzikal oz elestirilerde bulunurken belki yukarida sozunu ettiklerimize de ithafen kendi bildikleri tek muzik turunun bu oldugunu, dolayisiyla bu yoldan ilerleyeceklerini ama akibetlerinin ne olacagini bilmedigini belirtiyordu.

Noel ayni roportajda Lennon personasina burunmus, kendisini ciddi anlamda O’nun gunumuzdeki reenkarnasyonu zanneden Liam’in durumundan endise duydugunu soyluyordu. Bununla da yetinmiyor, kardes olduklari halde bu kadar cok problem yasamalarinin normal olup olmadigini soran muhabire de Liam gibi birini bunca yil iyi bile idare ettigini belirtiyordu. Ancak tekerrurden ibaret grup/aile ici hatta siddet de akla yoksa tum bunlarin medyatik ve reklama donuk bir kurmacadan ibaret mi oldugu sorusunu getiriyordu. Ayni grupta birbiriyle mutemadiyen didisen iki basarili kardesten guzel malzeme mi olur? Ama bir yandan da cok gercek gibi duruyordu. Dusunsenize, birbirinden uyuz iki Rock Star ve sahsen Liam olsam Noel’e, Noel olsam da Liam’a tahammul edemezdim. Yani bu kavganin gercek olmamasi icin hicbir neden yok. Bu durumda bahsi gecen catismanin gunun birinde grubun sonunu getirme ihtimali belirgindi.

Eh, tabii ki Oasis bunlardan ibaret degil. Her nefret beraberinde bir kompleks barindiyorsa bunun da zamanla bir hayranliga donusmesi an meselesidir. Manchester’dan oluslari elbet haneye arti puan anca hepsi bir yana, son 20 yilda tum egretiligi, narsisizmi, ulasilmazligi, dokunulmazligi ve diger kliseleriyle kac Rock Star yetisti? Daha sicak, yakin ve cift yonlu hissedilebilir bir sevgi akisi yerine seyirci ve muzikseverle araya uzun bir mesafe koyup onca zaman yilmadan bu rolu ve mesafeyi korumak o kadar da kucumsenecek bir sey olmasa gerek. Kardesler bu rolden pes etmezken gosteriyi de ihmal etmediler. Liam’in “bizim konserimizden tek bir kisi mutsuz ayrilmaz” iddiasina kulak verip bir konser grubu olarak Oasis’e her zaman hakkini vermek gerek. Sahneleri hep ihtisamli, performanslari da buyuleyici olagelmistir. Sadece gorsel yayin araclarindan edindigim bu izlenimlerden sonra sira bunu ciplak gozlerle deneyimlemeye gelmisti ki...

Anonsu ilk duydugumda hicbir aldatilmislik duygusu yasamadim. Bilakis oncul intibam, konser oncesindeki suphelerim ve Oasis’e olan guvensizligim hakli cikmisti. Iste benim tanidigim Oasis buydu. Buyuk olasilikla manasiz bir tartismaya kaptirip orada bekleyen 50 bini askin arasi insani sukut-u hayale ugratmakta beis gormeyecek, simarik ve cekilmez iki kardesten kurulu, konseri ve gosteriyi kotarmak yerine olumsuzlugu devam ettirecek, kalabaliga saygisi olmayan bir gruptu. Onlar varken hicbir seyin yolunda gitme garantisi de yoktu, zaten bu ilk de degildi. Fakat ertesi gun problemin daha buyuk oldugunu ve grubun dagilma noktasina geldigini (bu kacinci?), hatta Noel’in ayriligini (sanirim grubun gelir dagiliminin %60 ile basini cekiyordu, tum baliklar icin tesekkur ediyordur eminim) ilan ettigini duyunca biraz burukluk duydum. Belki tarihi bir ana taniklik etmistim ve Oasis birkac metre onumde sahne arkasinda dagilmisti. Bir antipatizan icin hic de fena bir referans degil hani. Belki ileride grubun biografisinde “2009 yilindaki Paris konserinin hemen oncesinde yasadiklari tartisma grubun sonunu getirdi” gibi ifadeler olacak ve “oradaydim” diyebilecegim. Ama bu taniklik “su ana kadar Oasis’i hic izlememis olma” unvanini geri getirmekle kalmadi, bir daha hic izleyememe yuksek ihtimalini de beraberinde getirdi. Dagilmalariyla problemim yok, onu orada aglayan Oasis fanlari dusunsun, ama acikcasi son konserlerine taniklik etmis olmayi ve Oasis’in kendim icin belirledigim “iyi yanlarini” gormus olmayi cok isterdim. Bundan sonra birlesseler dahi pek peslerinde olacagimi sanmiyorum. Yine boyle denk gelirse belki. Ama bu kez 5 dk kala kendimle kavga edip konser alanini terk etmemek konusunda soz vermiyorum.




Not: Oasis’e kadar hersey cok iyiydi. Organizasyon ve diger gruplar hakkinda ayri bir baslikta gorusuruz.