Saturday, July 31, 2010

parayla cocukluk ne kadar kolay...

Affan dedeye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.
Hiç bir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.
Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!


CAHİT SITKI TARANCI




Bu benim ezberledigim ilk siir degildir. Ancak beni “satir arasi”, “mecaz”, “alt metin” gibi kavram veya kavram karmasalariyla tanistiran, tahlille bulusturan ilk siirdir. Oncekiler muhtemelen icimize vatan, millet ve ata sevgisini islemeye yonelik “literal” siirlerden oteye gitmemisti ki, “ogretmen”imiz bize sairin bu siirde ne anlatmak istedigini sorunca aynada kendimi gordugum zamankine (hatirlamiyorum ama psikologlar boyle soyluyor) benzer oldugunu sandigim korku ve irkilmeyi yasamistim. Sahi, bir sair yazmis oldugudan baska ne anlatmak isteyebilirdi ki? O zaman derdi neyse direkt, dolastirmadan yazsaydi. Okurduk yani, niye zorlamis kendini?

Eh. Seyy. Kem-kum… Yaaani…Sair yasliliktan ve gozleri iyi gormediginden Affan Dede’nin parasini saymis. O da bir cesit buyu mu yapmis? Cocukluk cetvel, silgi gibi satilacak bir sey degil cunku… Sairin basi donmus galiba. Ruyalar gormus. Olmadi mi ogretmenim? Olmadi evladim. Allah belani versin :S



Sizi etki altina almak istemem ancak dusunuyorum da, bugun daha once bu siiri hic duymamis olsam ve okutsalar, sonra da sairin “tam olarak” neyi ifade ettigini sorsalar, kac yaklasik sonuc verebilecegimi kestiremiyorum. Mesel suymus: Sair, cocuklugunun oyuncakcisi, ya da kirtasiyecisi Affan Dede'ye ugramis ve birkac oyuncak satin almak suretiyle icinde yasadigi ani , yetiskin dunyasini unutup cocukluguna cok hizli bicimde yollanmis. Simdi de oradan hic donmek istemiyormus.

Zihnipasa Ilkokulu’ndaki ilkokul ogretmenim hayatimda cok onemli bir figurdur. Icinde bulundugumuz post filan olmayan, bizzatihi during-Özal donemde koyu bir iktidar karsiti, bu zamandan bakildiginda cok modern ve tarz sahibi bir kadindi. Eminim bir cogumuz ona bir cesit ask duyuyorduk. Okul siralarinda ihtiyac duydugumuz anne sefkatini de elinden geldigince vermeye ugrasirdi. Her neyse, bilirsiniz, ogretmenlerin mufredatta islenen kitaplarin bir de adi cevap anahtari midir, alistirma kitabi midir, ondan olurdu. Kanimca meselin ic yuzu oradan aktarilmisti. Artik sairin yasaminda ondan icazet alinmis miydi, tespit tam olarak teyit edilmis miydi, gunahi M.E.B’in boynuna.

Isin asli su ki, bize fazla torigi calistirma, senaryolar uretme, hayal gucumuze dizginlerinden bosanma sansi taninmamisti. Ki dusunun, bir cocugun hayal dunyasi ne kadar genistir. Henuz gerceklerle ve mutlak dogrularla fazla hasir-nesir olmamistir. Belki cok naif ama cok farkli, yaratici yorumlar gelistirebilir, ilginc hikayeler cikarabilir, kendi dunyasini baskalariyla tanistirabilir, kendini ifade ettikce de guclenip guven kazanabilirdi. Var mi cevap veren? I-ih, olmadi. Hayir. Yok. Baska? Dogru cevap su olacakti: Sair, cocuklugunun oyuncakcisi…

Saniyorum o gunden sonra uzun bir sure yoruma dayali problem, konu veya durumlarin, yani yapilan tahlillerin hep mutlak “bir ve yalniz bir” dogrusunun oldugu fikrine kapildim. Bu da cevap uretiminde uzunca bir sure guvensizlige yol acti. Dusunun karsinizdakinin- bu bir ogretmen, bir kisi ya da bir kurum olur- kafasinda bir cevap oldugunu bilmeniz fakat bunun neresinde oldugunuzu kestirememeniz fikri ne stresli ve yipraticidir. Ortada bir on yargi, ya da coktan kabul gormus ve sarsilmaz bir dogru var. Bu durumu o kadar da kucumsemeyin, sirf bundan nefret ettigim icin yillar once bir is gorusmemi derdest etmistim.

Turkiye’nin onde gelen devlerinden birinin insan kaynaklari muduruyle gorusmedeyiz. Zaten askerden yeni donmusum, henuz hic calismaya niyetim yok, sirf bir arkadasim araya girmis diye gorusmeyi geri cevirememis ve gitmisim... Giristeki bolumde beklerken kuyruga dizilmis, bir-ornek “case-logic” marka sirt cantalariyle birer birer x-ray’den gecirilen sirketin bizzat kendi calisanlarinin olusturdugu goruntu mideme kramp sokmus… Gorusmedeki o kasinti, yaptigi isin gerekliliginden henuz kendi dahi tatmin olmamis, bu konudaki damari kalin (ima edecek en ufak bir davranista bulunacak olsaniz bir anda saldirip agzinizi yirtacak kadar tetikte gozuken), insanliga caktirmadan kaynak yapmis sahsiyet bana bir “vak’a” verdi ve bu durumda izleyecegim metodu sordu. Oncelikle bu kadar dolaysiz bicimde sinaniyor olmaktan tiksindim. Gercekten, hicbir kisi/kurumun bana bunu yapmasina kolay kolay izin veremem. Eger calismaniz boylesi gercegi yansitmaktan uzak bir zaman kesitine hapsolmussa, birakin gitsin. Cevabi biliyor olsam bile, ariza cikaririm. Yine de sonra sinirime yenik dustum demeyeyim diye, ukala bicimde bir-iki denemede bulundum. Baktim ki zat ne soylesem “hayir, oyle bir imkanimiz yok”, “maalesef, ona basvuramiyoruz” seklinde olumsuz cevaplar vermeye meyilli. Belki de su stres/sabir testi denen sacmalikti, umrumda bile degildi. Sonunda “sizin kafanizda belli ki pesin bir cevap var. Ve ben her seferinde onu yoklamaktan, her cevabimda onun acaba neresinde oldugumu anlamaya calismaktan usanacagim, lutfen birbirimizi yormayalim” dedim. Her ne kadar gorusme devam ettiyse ve sonra el sikisilsa da, biliyorum ki orada ya batmis ya da cikmistim. Bu tamamen nereden baktiginiza bagli. Bence cikmistim.

Gorusmeden donerken, ilkokulun karsisindaki Furkan Dede duruyor mudur, acaba hayatta midir diye dusundum. Kararliydim, sairin yapmadigini yapip, gidip kendisine cocuklugumu satacaktim :S

Monday, July 26, 2010

watch more tv/jools holland

Daha once “watch more tv” basligi altinda Cronenberg’in Videodrome’undan ozlu sozleri surada araklamistik. Benim bu basligi kullanisim ise boylesine bir derinlik tasimayip, cok daha pragmatik bir onermeye dayaniyor.

Muzisyen olmasi bir yana, benim icin muzik medyasinin duayeni Jools Holland’dir ve sahsen ona cok sey borcluyum. En etkileyici performanslari onun sovunda izledim, en onemli kesiflerimi de onun programlari sayesinde yaptim. Konuklara gosterdigi ve onlardan gordugu saygi, gruplar arasi gecis, bir grubun performansi esnasinda diger bir sahnedeki sanatcilarin olduklari yerde tempo tutmasi, etkilenmis yuz ifadeleri, performans sonrasi grubuna gore farkli kopan alkis, sarki aralarindaki sohbetler, tum gruplarin enstrumanlariyla birlikte yaptiklari “intro” veya “outro”, eger Holland’in cok sevdigi bir isimse anonsun basina mutlaka “marvelous”, “wonderful”, “fantastic” sifatlarindan birini yerlestirmesi, eger yeni cikmis bir albume muteakipse album kapagi veya temali sahne dekorlari, etnik vurgulu “world music”e mutlaka yer veren 1-2 sahne, Holland’in piyanoyla eslik ettigi sarkilar ve daha nice detay bir araya gelip guclenerek beni her turlu ruh halimden cekip almayi basarir. Programin sanki bir buyusu vardir ve tum katilimcilar kariyerlerinin zirvelerini yaparak o sarkiya ait en iyi performansi orada sergiler. Yeniler icin de tam tesekkullu bir vitrindir.

Gozlerimi kapattigim kisacik bir anda hepsini televizyondan izledigim, Jools Holland’da benim icin en iyi performanslar gozumun onunden bir film seridi gibi gecer. Radiohead- The Bends ve Paranoid Android (ikisi arasinda secim yapmak zor), Tricky – Black Steel, The Auteurs- Lenny Valentino, Manics- A Design For Life, Smashing Pumpkins- Ava Adore, Foo Fighters- Everlong, Sonic Youth- Sugar Kane, rahmetli Kirsty MacColl- England 2 Colombia 0, At The Drive-in- One Armed Scissor, Air-Sexy Boy, Jamiraquai- Alright, Blur- Universal, Paul Weller- Wild Wood, Paul Weller-Sunflower, Ocean Colour Scene-The Day We Caught The Train, Pulp- I Spy, Pj Harvey- Down By The Water, Nick Cave and The Bad Seeds – Do You Love Me, David Bowie- Something in the Air, Idlewild- Little Discourage, Ash- Teenage Kicks, Elastica- Connection, Stereophonics- Local Boy In The Photograph, Catatonia- Dead From The Waist Down ve simdi bilincim duzeyime su anda ulasmayan bir suru performans… e2 programin muzikal dehasini kesfedip ithal etmeye basladigindan beri bile unutulmazlarim arasina girenler oldu: Sonic Youth- Teenage Riot (2009) gibi…

Birkac ay once, Londra’da bir otel odasinda Later with Jools Holland’i izledim. Esasen burada bir gariplik yok, tam hatirlamasam da saniyorum 95’lerden beri yapmadigim bir sey degil. Izledigim en guncel Holland programi olmasi ihtimali disinda farkli bir sey yoktu, yine televizyon basindaydim. Ancak bambaska bir his vardi. Sanki aramizdaki sinir kapisi yok olmustu ve belki birkac blok-sokak otede bir yerde studyodaydi. Hatta studyoda gibiydim. “Acaba program, toplama kampi BBC Prime yayinindan kalkar mi”, “ya Kablo TV, BBC Prime’in Turkiye’deki yayin hayatina son verirse” turunden, bizim icin sahip oldugu deger her an farkedilecek da programa erisimimize bir son verilecek endisesi, nazar korkusu olmadan, cok daha ulasilabilirdi. Uzaktan bir yerden tesadufen dikizleme sansina sahip, ama ertesi haftadan endiseli bir cocuk gibi Holland’in ceketinin ucundan cekistirmiyodum. Adeta hak sahibi ayricalikli bir izleyiciydim. Belki gulunc gelecek ama bu medyatik alisveris, tatilimin en onemli ve zevk aldigim saatlerinden biriydi.


listen more White Rabbits

Basliga donersek, ayagina kadar gittigim Jools ustad yine bos durmadi, son birkac haftadir dinlemekten bikmadigim bir grubu musiki algima buyur etti. Kendileri, Brooklyn'den White Rabbits. Sanki adlarini daha once duymustum, ancak isimleri cok “generic” oldugundan midir pek paye vermemistim. Ne yazik ki muzik kirliligine kimi dogru kimi yanlis, kimi hakli kimi haksiz bazi filtrelerle karsi durmak durumunda kalabiliyoruz. Artik ismine bakip yargilayacak hale geldik, durum o kadar vahim. Ama iste yeri gelir White Rabbits kulagimizi deler, zorla kupe olur.













Iyi muzigin, o turun siki takipcisine mutlaka bir sekilde ulasacagina inanirim. Ama yukaridaki benzeri kazalar sebebiyle aradan iyi seylerin de kactigi oluyor. Eger televizyon izlemeseydim Jools Holland da izlemiyor olurdum. O zaman da belki White Rabbits onlarca yeni grup-album-single haberi arasinda kaynayip giderdi. Ne mi kaybederdim? Mutlaka yerine bir seyler koyardim, ama ne kaybederdime degil, ne kazandigima bakarim. Biraz pop biraz indie, biraz ingiliz biraz amerikan, biraz melodic biraz deneysel, ama mutlaka bol davul-perkusyon. Ikinci albumlerinden yakalamis oldum, debut albumleri 2007’de yayinlanmis, haliyle onu bilemiyorum ama taze It’s Frightening’daki acilis sarkisi “Percussion Gun”, perkusyon konusundaki iddiayi dogruluyor. Tipki Kasabian’in “Processed Beats” sarkisinda veya cift/dual-bass bir grup olan Girls Against Boys’un “Bassstation” albumunde kullandiklari isimlerle kendi muziklerini hatirlattiklari gibi. Holland'in programinda da once bu sarkiyla kiskivrak yakalamis, sonra "They Done Wrong/We Done Wrong"la zehirlemislerdi. Zaten tanidiktan sonra algida ihtiyatli secicilik de basladi. Londra’ya kadar gitmisim, oranin en geyik ama buraya gore halen yeralti sayilabilecek dergisini almaz miyim? NME, bir sayfanin sol kosesindeki kucuk bir kareye "It's Frightening" albumunun 24 Mayis tarihli cikisini ilan ediyordu. Oyle ya, ben 21 Mayis gecesi izlemistim. Bu da Jools Holland’in fiyakasi olsa gerek. Ya da halen bazi topraklarda muzikal medya planlamasi diye bir sey var. Holland'in programindaki etkileyici icradan sonra Pazartesi gunu satisa cikacak albume hatri sayilir bir hucum olmustur diye dusunuyorum.

Sunday, July 25, 2010

money walks

Gecen gun mekani Amerika’dan vatani Turkiye’ye tatil icin gelmis bir arkadasimla metroya bindik. Uzun zamandir binmemisim, merdivenlerden indigimizde bizi karsilayan o floresan renkler cumbusu, zevk ve estetik dusmani, cok sayida gereksiz imge ve renkle doldurulmus, dogu-bloku ulkelerindeki kumar makinelerinden hallice otomasyon cihazlari gozlerimi aldi. Arkadasim belli ki onu dahi ozlemis oldugu ve elinde simsiki tuttugu akbilini doldurmak uzere cebindeki 10 lirayi makinaya yem olarak verdiginde, makinadan “Yeni Turk Lirasi kabul edilmemektedir” mealinde bir hata mesaji cikti. O anda aklima az sonra anlatacagim anim geldi. Icimden “hahah, aynisi bana olmustu” derken bir dusundum de, daha hepi topu daha bir yildir yurt disindaydi. Sonra ters cevirip yerlestirdiginde, islem basariya ulasti. Akilli gozuken fakat tum hatalari tek bir hata mesaji basliginda topladigi belli aptal bir makina iste. Madem insan gucune goz dikiyorsun, gercekten akilli ve evrensel mesajlar verebilen:S makinalar yerlestir ama, degil mi? Bir turistin orada ters giden seyi anlamasi harcayacagi efor ve zamani filan gecirdim aklimdan.

Gecenlerde kuzenimin evlendiginden beri bir turlu gidemedigim (sonrasinda cocugu oldugu ve ele gelecek kivama eristigi detayini da eklersek hic kisa bir sure sayilmaz), sehrin disindaki yari-vahsi yasam alanlari uzerine, belki de bir ormanin tam ortasina dikilmis villa sitelerinden birindeki evine gittim. Eh madem havuzu var, yanima artik adi yuzme sortu mudur, sort-mayo mudur, deniz sortu mudur, birbirinden kotu kaliplarla isimlendirilen tekstil urununden alayim dedim. Elime saniyorum uc-dort yildir giymedigim bir tanesi geldi. Ufacik cebinde bir seyler dondugunu hissetmis olmaliyim ki, iki parmagimi bir kanca gibi daldirdim ve bingo… 70 lira! Hic fena degil, degil mi? Bu "degil mi" lafi da kafami cok karistirir. Ingilizcedeki "isn't it?" ile bir bagi olmali. Hangisi degil mi? Olumsuz bir kalip, olumlamak icin kullaniliyor. "Cok kotu, degil mi?". Evet cok kotu. Bu da olumlanmis bir olumsuz. Neyse, 70 liraya donelim. Cok severim boyle gizli yatirimlari. Daha once birkac kez unutup denizde para kaybettigimi dusunursek gercekten kismetliydim.

Ama o da ne? Paranin uzerinde 70 Yeni Turk Lirasi yaziyordu. Yani artik hicbir degeri kalmayan birer kagit parcasiydi. Dogruluk payi var mi hala bilmiyorum ama kucuklugumuzden beri tedavuldeki parayi yirtmaniz durumunda Ataturk’e ihanetten sizi suclu bulacagi soylenen ayni kanunlar, belli ki tedavul disina cikildiginda "parayla saygi olmaz evladim" dercesine parayi yok etmeyi emrediyordu.

Sonra vakadan kazandigi momentle hayal gucum bambaska yerlere gitti. Dusunun ki adamin biri yasa disi yollardan, belki bir soygundan binlerce, eski haliyle milyarlarca lira nakit para kaldirdi. Bildigim kadariyla suc dunyasinda halen en yaygin metod nakitte kalmaktir. Bu durumda gomme aliskanligi da bakidir. Adam parayi bir araziye gomdu, 3-4 yil yatti ve cikti. Dusunun arada sifirlar ucurumus, yetmemis, YTL-TL gecisi yasanmis. Artik o dev balyayi yakacak mi yapar, yoksa –eh sonucta karanlik adamlardan bahsediyoruz- o paralarla keyif verici bir takim maddeleri durum mu yapar bilmem. Ola ki cok gec kalmadan bu gecis donemlerinden birinde disari cikti, herhalde ilgiyi uzerine cekmemek icin (karisina aldigi bizon kurku es gecersek) ulkenin dort bir yanindaki bankalarda bolumler halinde paralari cevirtmesi gerekirdi. Hadi yasa disi is yapana mustehaktir deyin, yine babadan kalma yontemlerle parasini saklamis, yerini ondan baska kimsenin bilmedigi ve hayat bu ya, komaya girip birkac yil sonra uyanan adamin vaziyetine ne demeli? Belki soyguncu ganstere gore yasal yollardan hakkini arama sansi vardir, bilemiyorum. Paranin cismindeki degisiklikleri bir kenara birakalim, bu tip durumlarin bas dusmani, su siralar uyudugu soylenen enflasyon canavari bile tek basina boylesi geri-donusleri kabusa cevirmeye yeterdi. Gercekten Turkiye gundemin, zevklerin ve politikalarin yani sira paranin da cok hizli degistigi bir ulke...

O sinirle artik icimden ne kufurler saydiysam ve bilincimi nasil yitirdiysem, sortu da unutmusum. Kuzenimden bir tane indiragandi yaptim. Cebini kontrol etmeyi ihmal etmedim, belki yasadigim zarardan kar uzerinden olusan zarari bir sekilde tazmin edebilirdim. Ama tabii ki bosa oltaydi, o benden hep daha dikkatli ve duzenli olmustur. Bu uzzundan verecegim hisse, aman tatil beldesinde paranizi sortunuzun cebine koymadan once mutlaka Dolar ya da Euro’ya cevirin :S

PS: Mark’a cevirmis olanlara da gecmis olsun