Thursday, February 9, 2012
Şubat dediğin, gurbetlik işte.
Özledim. Bir yaz akşamı (temmuz sanki), plaj tenhalaşıp güneş ufukta turuncuya dönerken, ayaklarımı suya batırıp "acaba dönmeden bir kez daha denize mi girsem?" tereddüdünü. Masadan sarhoşlukla devrilen bir kadeh gibi, dalgalara düşmeyi. Yaz hasreti, kış ortasında mojito yaptırır adama.
Monday, February 6, 2012
hah şuram ağrıyor. bak işte tam orası. iyice sık. hah!
Arabanın içinde konuştuk. Alzheimer kötü, çok kötü şey. Hastalık ilerlemişse, kişi aslında kayboluyor. Geriye hatıra parçacıklarıyla dolu bir bebek kalıyor. Bebeklerin hatırası mı olur? Bu tuhaf durum, seneler sürüyor belki. Alzheimer değil de, ne bileyim, miadını doldurmuş bir kalp öldürüyor. Yaşamayı zorluyoruz. İnsanoğlu atasına sahip çıkıyor. Doğada muhtaçsan, işini kendin görürsün. Acizsen ölürsün. Biz uzatıyoruz. Yağda kavrulan peynir gibi sünüyor zaman. Ayda bir doktora giden; kısa aralıklarla hastaneye yatıp çıkan veya ilaç bağımlısı ihtiyarlarımızı koruyoruz. Köpeklere tecavüz eden, ayaklarına asit döküp yakan fakat sağolsun, kendi buruşuk anasının üzerine titreyen bir tür insan. Görme duyusu, işitme yetisi kaybolurken, beyin parça parça kararırken, hala her sabah omzuna kahverengi ceketini geçirip hayatta kalma isteği / zorunluluğu ile her nefese asılan emekli öğretmenlerimiz var. Nüfusumuz artıyor. Yeryüzü üzerindeki mevcut yedi milyarıncı insanı yakınlarda kutladık. Hoşgeldin bebek, zaten bir sen eksiktin. Çeyrek asır sonra dilerim bir kırmızı elma, bir bardak memba suyu bulabilirsin. Çok yaşıyoruz. Yirminci asrın ortasına kadar sayısız savaşta kırılan gençler Batı'da şimdi epey kıymetli. Hastabakıcılık geleceğin parlak mesleği. [ Gençliğe ihtiyacımız var. Onlar olmazsa, altımızdaki bezleri kim değiştirecek? ] Daha fazla hastalığın dermanı bulunuyor. Ne ala! Verem bitti. Kanser araştırmalarında her gün yeni bir gelişme yaşanıyor. Veba yok. Çağımızın vebası AIDS ise Afrika'yı tüketiyor (Afrika fazla güneyde kalmıyor mu? Orayı görmesek de olur). Annemin kolunda bir iz var; çiçek aşısı. Ne faydası olduğunu sahiden bilmiyorum. Her şey iyiye gidiyor. İhtiyarlamanın tam da sırası belki. Bazen merhametsiz oluyorum, farkındayım. Biz birbirimize acırız oysa.
Tuesday, January 24, 2012
GDO TV on air
Dizilerin, halen en etkili kitle iletişim aracı (imha silahı?) olan televizyonu, en yoğun ve yayılmacı haliyle işgal edişinin herhalde bir on yılını devirmişizdir. Artık her TV izleyicisi de endüstrinin bir tarafından tutmaya başladı. Hiç direniş göstermeden boyunduruğa teslim olan hali hazırda hedef ve lokomotif kitle elbette önemli. Bunların yanı sıra kimi dizilere “camp” kisvesi altında gırgırına başlayan, sonra kanıksayıp pekala müptelası olan izleyiciler, veya bu bombardımandan ayrışan iyi bir şey çıkaracağım motivasyonuyla mevzuya girişen takipçilerle, kısacası bilinçli bilinçsiz tuz katıcılarla birlikte kazan bitti, çorba taştı taşacak. Bugün, izleyicinin kumandasından beslenen tek bir dizinin, büyük ölçekli pek çok şirketin yıllık cirosunu aşan bir gelire sahip olduğunu düşünürsek, son derece iştahlı ve süratle büyüyen bir endüstriden bahsettiğimizi daha net idrak edebiliriz. GSM, telekom, enerji filan derken dizi piyasası da yeni mezunların gözdesi haline gelmeye başladı bile. Çok para yalansız olmaz derler; bu endüstri profesyonellik yolunda mesafe kat ederken, uzun süre önce kendi doğal deformasyonunu yaşamaya da başladı.
80’lerin sonunda, pek alışkın olmadığımız biçimde, Perihan Abla dizisinin bir “behind the scene” versiyonu yayınlanmıştı. Mahalle, karakterler, yorumlar, sette yaşanan bir gün filan bizlerle paylaşılmıştı. Pek çok işin amatör sayıldığı çeyrek asır öncesinde bile iki yedek bölüm çekildiği bilgisini hatırlıyorum. Yani Perihan Abla dizisi pratikte, vizyonun en az iki hafta ilerisindeydi. Bugün ise yedek bölüm şöyle dursun, bir sonraki haftanın nelere gebe olduğunun kestirilemediği, tam anlamıyla interaktif bir dizi dönemi yaşanıyor. Yani onca sendika çağrısı, dizi çalışanlarının çilesi, dizi sürelerine bağlı insan dışı çalışma saatleri gibi konuların arasına bir de, sürekli bir devinim ve doğaçlama hali sıkıştı. Çünkü endüstrinin oburluğu yanına refakatçi olarak, izleyici reaksiyonuna göre aksiyonu da almış bulunuyor. Öyle ki, ekran ve izleyiciyle kimyası tutmamış bir başrol oyuncusunun rolünü azaltmaktan başlayıp, bir önceki bölümde fazla salgılanmış seratonini dindirmeye, veya tersine buhranı artırmaya, yahut fazla öne çıkan karakteri yüzeyselleştirmeye kadar varan, kapsamı geniş bir aksiyon planı ajandalara girdi. Bir yolu bulunup hafta uzatılsa ve çalışma günü haftada 15-20’ye çıksa, izleyiciye göre alternatif senaryoların oluşturulduğu, tercihe göre hızlanan veya yavaşlayan, belki başka oyuncuları transfer ederken kimilerini takımdan gönderen kişiselliştirilmiş bir mekanizmanın kurulmasına kadar varabilecek bir vahametle karşı karşıyayız. Toplum için sanat tam da böyle bir şey olsa gerek.
Bir şeyi eleştirirken sonunda somut bir öneri getiremiyorsam, en azından şu soruyu kendime sormaya çalışırım: “Benim bunla derdim ne, ve konunun neresinde kalıyorum? ”. Çünkü ben de bir insanın eleştirdiği her şeyin mutlaka bir yerinden kendine dokunduğuna inanıyorum. Tüm bunlara gözümü ve kulağımı kapamak, yani sadece televizyonumu kapatmak ve geri kalanının köküne kibrit suyu dökmek bir çözüm olabilir. Öte yandan ne yazık ki çok güçlü bir medyum olduğu için, istilanın iyiye, düşündürücüye ve kaliteye doğru gitmesini temenni etmeden duramıyorum. Velhasıl mekanizma hiç de bu yönde işlemiyor. Öncelikle, yoğun efor sarf edilen her şey, aynı zamanda nitelikli olduğu anlamına gelmiyor. Halen yapımlar çok özensiz, zevksiz ve yüzeysel. Çok fazla nabız yokluyor, plansız ilerliyor gözüküyor, bir yere kadar hiç ilerlemiyorken bir yerden sonra depara kalkıyor. Dahası TV sanatı (böyle bir şey varsa), tüketicisinin kölesi haline gelecek kadar doyumsuz, para odaklı ve kişiliksiz olduğundan, geçiyorum zeki, sıra dışı ve keskin olmasını, artık herhangi biçimde özgün bir senaryodan bile bahsedemeyeceğiz. Çünkü yapılan işlerin büyük bölümü marjinlere doğru kaymak yerine tercih ortalamasına doğru gidiyor ve aynılaşıyor. Bir süre sonra tüm bu dinamiklere meydan okuyacak yapım da kalmayacak. Bunun için sadece yerli bir HBO bizi kurtarmaz. Ayrıca –eklektik bir kültür bahçesi olduğumuz iddia ediledursun- dünya görüşü, estetik algısı, zeka seviyesi veya zevk skalasında pek homojen bir nüfus olduğumuzdan, kendi başına reyting canavarını doyurmaya yetecek ölçüde kalabalık alt gruplara da ihtiyacımız var. Anlaşılan, bu sene de sınıfta kaldı hababam.
80’lerin sonunda, pek alışkın olmadığımız biçimde, Perihan Abla dizisinin bir “behind the scene” versiyonu yayınlanmıştı. Mahalle, karakterler, yorumlar, sette yaşanan bir gün filan bizlerle paylaşılmıştı. Pek çok işin amatör sayıldığı çeyrek asır öncesinde bile iki yedek bölüm çekildiği bilgisini hatırlıyorum. Yani Perihan Abla dizisi pratikte, vizyonun en az iki hafta ilerisindeydi. Bugün ise yedek bölüm şöyle dursun, bir sonraki haftanın nelere gebe olduğunun kestirilemediği, tam anlamıyla interaktif bir dizi dönemi yaşanıyor. Yani onca sendika çağrısı, dizi çalışanlarının çilesi, dizi sürelerine bağlı insan dışı çalışma saatleri gibi konuların arasına bir de, sürekli bir devinim ve doğaçlama hali sıkıştı. Çünkü endüstrinin oburluğu yanına refakatçi olarak, izleyici reaksiyonuna göre aksiyonu da almış bulunuyor. Öyle ki, ekran ve izleyiciyle kimyası tutmamış bir başrol oyuncusunun rolünü azaltmaktan başlayıp, bir önceki bölümde fazla salgılanmış seratonini dindirmeye, veya tersine buhranı artırmaya, yahut fazla öne çıkan karakteri yüzeyselleştirmeye kadar varan, kapsamı geniş bir aksiyon planı ajandalara girdi. Bir yolu bulunup hafta uzatılsa ve çalışma günü haftada 15-20’ye çıksa, izleyiciye göre alternatif senaryoların oluşturulduğu, tercihe göre hızlanan veya yavaşlayan, belki başka oyuncuları transfer ederken kimilerini takımdan gönderen kişiselliştirilmiş bir mekanizmanın kurulmasına kadar varabilecek bir vahametle karşı karşıyayız. Toplum için sanat tam da böyle bir şey olsa gerek.
Bir şeyi eleştirirken sonunda somut bir öneri getiremiyorsam, en azından şu soruyu kendime sormaya çalışırım: “Benim bunla derdim ne, ve konunun neresinde kalıyorum? ”. Çünkü ben de bir insanın eleştirdiği her şeyin mutlaka bir yerinden kendine dokunduğuna inanıyorum. Tüm bunlara gözümü ve kulağımı kapamak, yani sadece televizyonumu kapatmak ve geri kalanının köküne kibrit suyu dökmek bir çözüm olabilir. Öte yandan ne yazık ki çok güçlü bir medyum olduğu için, istilanın iyiye, düşündürücüye ve kaliteye doğru gitmesini temenni etmeden duramıyorum. Velhasıl mekanizma hiç de bu yönde işlemiyor. Öncelikle, yoğun efor sarf edilen her şey, aynı zamanda nitelikli olduğu anlamına gelmiyor. Halen yapımlar çok özensiz, zevksiz ve yüzeysel. Çok fazla nabız yokluyor, plansız ilerliyor gözüküyor, bir yere kadar hiç ilerlemiyorken bir yerden sonra depara kalkıyor. Dahası TV sanatı (böyle bir şey varsa), tüketicisinin kölesi haline gelecek kadar doyumsuz, para odaklı ve kişiliksiz olduğundan, geçiyorum zeki, sıra dışı ve keskin olmasını, artık herhangi biçimde özgün bir senaryodan bile bahsedemeyeceğiz. Çünkü yapılan işlerin büyük bölümü marjinlere doğru kaymak yerine tercih ortalamasına doğru gidiyor ve aynılaşıyor. Bir süre sonra tüm bu dinamiklere meydan okuyacak yapım da kalmayacak. Bunun için sadece yerli bir HBO bizi kurtarmaz. Ayrıca –eklektik bir kültür bahçesi olduğumuz iddia ediledursun- dünya görüşü, estetik algısı, zeka seviyesi veya zevk skalasında pek homojen bir nüfus olduğumuzdan, kendi başına reyting canavarını doyurmaya yetecek ölçüde kalabalık alt gruplara da ihtiyacımız var. Anlaşılan, bu sene de sınıfta kaldı hababam.
Saturday, January 21, 2012
the beast within
Her caninin içinde temiz bir dünya vardır. Oraya kaçış kendi kendinden nefret ifade eder.
Peyami Safa - Yalnızız
Monday, January 16, 2012
back to now
Her türlü saçmalama lüksüne sahip olduğumuz dost meclislerinde, hiç yoksa bir kez muhabbetin dolaşıp buraya varmışlığı yaygındır: “Hangi yaşa/zamana dönmek isterdin?”. Bu soruya ana dair rüzgarın işaret ettiği yönle içimden türlü cevaplar vermişimdir. Ama sonra düşününce cevabın hep yanlış, fazla ya da noksan kaldığına hükmetmişimdir.
İlkokul? Dünyanın en sıkıcı yaşam kesiti. Geriye dönüp baktığımda, bakamadığım dönemlerin başında geliyor :S. Halen de ilkokul çağındaki veletlere çok acırım. Sebepleri için blogun geneline bakmak yeterli aslında... Yazdıklarımdan pek eğlenceli bir çocukluk geçirmediğim belli oluyor, değil mi? Ortaokul… Tam sıkışmışlık. Kendini büyümüş zannetmek ama aslında daha çok yol olduğunun ayırdına varılması. Öğretmenlerin ilkokul çocuğu muamelesi. Ergenlik, fakat buna paralel işleyemeyen hayat. Meyledilen kızların liseli erkeklere meyletmesi. Hem sıkıcı, hem eziyet verici. Lise? Üniformanın artık büyük ıstırap verdiği, kanın iyice kaynadığı fakat yanlış topraklarda yanlış zamanda doğmuş olmanın indirdiği ket. Bir türlü koparılmayan izinler. Tek ayak üstünde kuyruklu yalanlar. Üniversite hazırlık telaşesinin telaşesi. Hiçbir mefhum, çözümleme ya da öngörü olmadan meslek yönelimi baskısı. Yok, bunlar bana tekrardan gelmez.
Peki ya üniversite? Aslında bu cazibesi yüksek bir cevap olabilirdi. Kampüsüm, arkadaşlıklarım, tecrübelerim filan düşünüldüğünde bir çırpıda ağzımdan çıkabilir. Ancak lisans seviyesinde o ruh hastası öğretim görevlilerinin, TR dinamiklerinin gayet farkında, ellerindeki diploma kozunu alabildiğine sömürüp patronluk tasladıkları sadistik tutum olmasa… Belki benim bölümüme özel bir durumdu, bilmiyorum ama gerçekten ruhum daralıyor ve işin ders tarafında acı çekiyordum. Bir-iki kez tamamen bırakma noktasına gelmişsem, o döneme dönmek istememem anormal olmaz. Galiba en mantıklısı, üniversiteden mezun olduğum gün. İşte o gün, hem içinde yaşadığımız dönem piyasasının en büyük gerekliliğinden birini geride bırakmış, hem de önümde yolumu yeniden istediğim gibi çizebildiğim bir hayat olurdu. Henüz master yapmamıştım ama hiç problem değil, bana iteklediği travmatik herhangi bir unsur hatırlamıyorum, yine zevkle yapardım. Ama iş hayatı? Bunca yılın başa sarılması, çömezlik, emek sömürüsü, haksızlıklar, istifalar vs? İşin bir de askerlik yanı var ki, tüm miladın şaftını kaydırıyor.
Velhasıl zannediyorum kendim için en doğru zaman, içinde bulunduğum zaman. Gençlere (biz de ölmedik, heyhat!, genç derken 18-25 aralığı) bakıp imrenmek şöyle dursun, çoğunlukla endişeyle bakıyorum. Bugüne kadar büyük kazanımlarım olmuşluğundan, ya da çok matah bir hayat yaşadığımdan değil. Hatta arzu ettiğimle yaşadığım hayat arasındaki alan her sene biraz daha genişliyor olabilir. Asıl sebep, biraz karamsar olacak ama, hayatın her döneminin yeterince karmaşık, belirsiz, zor ve zorlayıcı olması. Bu durumda ne kadarı kat edilirse kardır. “Suicidal” bir perdeden tınlama istemem, finiş çizgisine hızlıca koşalım da bu eziyet biran evvel bitsin demiyorum elbet. Hele haşa ortağım gibi emeklilik aşkıyla yanıp tutuşmuyorum :S Zamanı yaşayabiliyor ve tadını çıkarabiliyorsak ne ala.
Bu arada tekrar selam, eğer hala sağ birileri varsa. Sosyal ağlar beni ziyadesiyle zehirledi, bu alanın yarattığı sıcaklık ve sadeliğe ihtiyaç duymaktayım. Hepimizin biraz bencilliğe hakkı var, değil mi?
İlkokul? Dünyanın en sıkıcı yaşam kesiti. Geriye dönüp baktığımda, bakamadığım dönemlerin başında geliyor :S. Halen de ilkokul çağındaki veletlere çok acırım. Sebepleri için blogun geneline bakmak yeterli aslında... Yazdıklarımdan pek eğlenceli bir çocukluk geçirmediğim belli oluyor, değil mi? Ortaokul… Tam sıkışmışlık. Kendini büyümüş zannetmek ama aslında daha çok yol olduğunun ayırdına varılması. Öğretmenlerin ilkokul çocuğu muamelesi. Ergenlik, fakat buna paralel işleyemeyen hayat. Meyledilen kızların liseli erkeklere meyletmesi. Hem sıkıcı, hem eziyet verici. Lise? Üniformanın artık büyük ıstırap verdiği, kanın iyice kaynadığı fakat yanlış topraklarda yanlış zamanda doğmuş olmanın indirdiği ket. Bir türlü koparılmayan izinler. Tek ayak üstünde kuyruklu yalanlar. Üniversite hazırlık telaşesinin telaşesi. Hiçbir mefhum, çözümleme ya da öngörü olmadan meslek yönelimi baskısı. Yok, bunlar bana tekrardan gelmez.
Peki ya üniversite? Aslında bu cazibesi yüksek bir cevap olabilirdi. Kampüsüm, arkadaşlıklarım, tecrübelerim filan düşünüldüğünde bir çırpıda ağzımdan çıkabilir. Ancak lisans seviyesinde o ruh hastası öğretim görevlilerinin, TR dinamiklerinin gayet farkında, ellerindeki diploma kozunu alabildiğine sömürüp patronluk tasladıkları sadistik tutum olmasa… Belki benim bölümüme özel bir durumdu, bilmiyorum ama gerçekten ruhum daralıyor ve işin ders tarafında acı çekiyordum. Bir-iki kez tamamen bırakma noktasına gelmişsem, o döneme dönmek istememem anormal olmaz. Galiba en mantıklısı, üniversiteden mezun olduğum gün. İşte o gün, hem içinde yaşadığımız dönem piyasasının en büyük gerekliliğinden birini geride bırakmış, hem de önümde yolumu yeniden istediğim gibi çizebildiğim bir hayat olurdu. Henüz master yapmamıştım ama hiç problem değil, bana iteklediği travmatik herhangi bir unsur hatırlamıyorum, yine zevkle yapardım. Ama iş hayatı? Bunca yılın başa sarılması, çömezlik, emek sömürüsü, haksızlıklar, istifalar vs? İşin bir de askerlik yanı var ki, tüm miladın şaftını kaydırıyor.
Velhasıl zannediyorum kendim için en doğru zaman, içinde bulunduğum zaman. Gençlere (biz de ölmedik, heyhat!, genç derken 18-25 aralığı) bakıp imrenmek şöyle dursun, çoğunlukla endişeyle bakıyorum. Bugüne kadar büyük kazanımlarım olmuşluğundan, ya da çok matah bir hayat yaşadığımdan değil. Hatta arzu ettiğimle yaşadığım hayat arasındaki alan her sene biraz daha genişliyor olabilir. Asıl sebep, biraz karamsar olacak ama, hayatın her döneminin yeterince karmaşık, belirsiz, zor ve zorlayıcı olması. Bu durumda ne kadarı kat edilirse kardır. “Suicidal” bir perdeden tınlama istemem, finiş çizgisine hızlıca koşalım da bu eziyet biran evvel bitsin demiyorum elbet. Hele haşa ortağım gibi emeklilik aşkıyla yanıp tutuşmuyorum :S Zamanı yaşayabiliyor ve tadını çıkarabiliyorsak ne ala.
Bu arada tekrar selam, eğer hala sağ birileri varsa. Sosyal ağlar beni ziyadesiyle zehirledi, bu alanın yarattığı sıcaklık ve sadeliğe ihtiyaç duymaktayım. Hepimizin biraz bencilliğe hakkı var, değil mi?
Saturday, January 7, 2012
seni özlüyorum sarajevo
Eylül '10
Kurşun deliklerinden soluyan bu bronz şehre tuhaf biçimde bağlandım.
Kısa Adriyatik turumuzun bende en derin izler bırakan yeri de Sarajevo'ydu.
Fotoğrafları kendim çektim ve fotoğrafçılıkla alakam yok.
Bu yüzden teknik olarak zayıf olabilirler.
Ancak onlara baktıkça, sevdiğim Sarajevo'yu yeniden görüyorum.
Wednesday, January 4, 2012
şiddetin tarihi
Orta son sınıftaydım. İnsanın, içerisinde kıvrılan akışkan bir özü duyumsadığı ancak hakikaten kim olduğunu, yani bu özün muhteviyatını idraki için henüz çok erken bir çağ. Yine de ender bazı deneyimler, asla unutulmuyor. Bu küçük görüntü ve duygu parçaları yetişkinliğimize dek, sünerek korunuyor.
Beşevler semtinde tek tribünü olan bir salonda oynanacak, okullar arası bir basketbol maçındaydık. Bizim takım uzun boylu, iri yapılı ve her mevkide yaşının üzerinde atletik yeteneklere sahip oyunculardan kurulu. Beyaz forma ile sahaya çıkan rakip ise, kısa boylu ve cılız kollu çocuklardan oluşuyor. Rakibin o salondan bir yengi ile ayrılmasına olanak yok. Ben Ankara'nın en itibarlı okulundayım.Yarım gün dersten kaytarmak için salona doluşan kız ve oğlanların çoğu da öyle... Maç başladıktan kısa süre sonra salona sol alt kısımdan giriş yapan grup ise yabancı. Sahada henüz ilk andan itibaren ezilen "düz lise"nin öfkeli taraftarları. Biz pırıl pırılız. Temiz gömleklerimiz, parlayan dişlerimiz, pahalı ayakkabılarımız var. Öbür çocuklarsa gözümüze "bir tuhaf" görünüyor. Kahverengi veya sarı ceketli olanlar var aralarında. Üzerlerinde aynı okuldan olduklarının nişanesi ortak bir üniforma dahi yok. Şaşırıyoruz. Kim bunlar? Nereden çıktılar? Sol alt taraftan çoğunluğun üzerine işaret parmakları tehditle sallanıyor. Başımızdaki öğretmenler bizi salondan çıkarmaya, dışarıda bekleyen servislerimize almaya çalışıyorlar. Bu sırada parkenin üzerinde gerçek bir eziyet var. Bizim takım rakibini silmiş. Fakat henüz durmamışlar. Fark sonsuzluğa doğru açılmaya devam ediyor. Utanıyorum. Yeter.
Bizim tarafın büyük çoğunluğu ihtarlara uyarak okula dönüyor. Geriye on, on beş kişi kalıyoruz. Sessizlik içinde maçın sonuna kadar oturuyoruz. Kalabalık rakibi dağılan devlet lisesi taraftarı da kalan artıklarla ilgilenmiyor. Beyaz formalı takımları ise yediği yüz küsür sayıya karşın yirmi sayıyı ancak buluyor.
Beşevler semtinde tek tribünü olan bir salonda oynanacak, okullar arası bir basketbol maçındaydık. Bizim takım uzun boylu, iri yapılı ve her mevkide yaşının üzerinde atletik yeteneklere sahip oyunculardan kurulu. Beyaz forma ile sahaya çıkan rakip ise, kısa boylu ve cılız kollu çocuklardan oluşuyor. Rakibin o salondan bir yengi ile ayrılmasına olanak yok. Ben Ankara'nın en itibarlı okulundayım.Yarım gün dersten kaytarmak için salona doluşan kız ve oğlanların çoğu da öyle... Maç başladıktan kısa süre sonra salona sol alt kısımdan giriş yapan grup ise yabancı. Sahada henüz ilk andan itibaren ezilen "düz lise"nin öfkeli taraftarları. Biz pırıl pırılız. Temiz gömleklerimiz, parlayan dişlerimiz, pahalı ayakkabılarımız var. Öbür çocuklarsa gözümüze "bir tuhaf" görünüyor. Kahverengi veya sarı ceketli olanlar var aralarında. Üzerlerinde aynı okuldan olduklarının nişanesi ortak bir üniforma dahi yok. Şaşırıyoruz. Kim bunlar? Nereden çıktılar? Sol alt taraftan çoğunluğun üzerine işaret parmakları tehditle sallanıyor. Başımızdaki öğretmenler bizi salondan çıkarmaya, dışarıda bekleyen servislerimize almaya çalışıyorlar. Bu sırada parkenin üzerinde gerçek bir eziyet var. Bizim takım rakibini silmiş. Fakat henüz durmamışlar. Fark sonsuzluğa doğru açılmaya devam ediyor. Utanıyorum. Yeter.
Bizim tarafın büyük çoğunluğu ihtarlara uyarak okula dönüyor. Geriye on, on beş kişi kalıyoruz. Sessizlik içinde maçın sonuna kadar oturuyoruz. Kalabalık rakibi dağılan devlet lisesi taraftarı da kalan artıklarla ilgilenmiyor. Beyaz formalı takımları ise yediği yüz küsür sayıya karşın yirmi sayıyı ancak buluyor.
Tuesday, December 27, 2011
o son nefes mi?
sen ölüme "ebedi istirahat" de,
sonra insanlardan son nefese kadar [it gibi] çalışmasını bekle!
Thursday, November 10, 2011
hayatın anlamı; siyah beyazdı
Woody Allen, azımsanmayacak sayıda takipçisinin başyapıtı saydığı siyah beyaz filmi Manhattan'da kendine göre hayatın anlamını, daha doğrusu hayatı anlamlı kılan kimi şeyleri sayıp döküyor. Bu kısa liste şimdilik köşede dursun. Belki bir gün biz de kendimizinkini yaparız.
"Groucho Marx; Willie Mays; the second movement of the Jupiter Symphony; Louis Armstrong's recording of Potato-head Blues; Swedish movies; Sentimental Education by Flaubert; Marlon Brando; Frank Sinatra; those incredible apples and pears by Cézanne; the crabs at Sam Wo's; and, of course, Tracy's face"
"Groucho Marx; Willie Mays; the second movement of the Jupiter Symphony; Louis Armstrong's recording of Potato-head Blues; Swedish movies; Sentimental Education by Flaubert; Marlon Brando; Frank Sinatra; those incredible apples and pears by Cézanne; the crabs at Sam Wo's; and, of course, Tracy's face"
Thursday, October 20, 2011
I love & hate my city
İstanbul'da hiç yaşamadığımdan belki de, metropolümüz halkının kentle kurduğu ilişkiyi de uzun süre çözemedim. Benim tanıdığım İstanbullular (ya da İstanbul'da ikamet edenler) içerisinde bulundukları koşullardan şikayet eden ve hatta bazen o büyük şehre lanetler yağdıran insanlar. Ortak ve ortalama hayalimiz olan "günün birinde bir balıkçı kasabasına yerleşmek"ten en çok ve sıklıkla söz açanlar da yine bu koca kentin aceleci ve mutsuz sakinleri.
Öte yandan modern dünyanın kültürel kıblesi New York için başka bir yönelim, daha doğrusu alışkanlıklar bütünü söz konusu. NYC sakinleri, şehirlerini öve öve bitiremiyorlar. Arap saçına dönmüş trafiğini, pahalılığını ve dahi güvenilmezliğini kendilerine tanınmış bir ayrıcalık olarak görüyor ve New Yorker kimliği ile büyük gurur duyuyorlar. Kentlerine Big Apple, NYC, The City Never Sleeps gibi yakışıklı sıfatlar buluyorlar. Bizim yadırgadığımız, sımsıkı bir aidiyettir bu.
İsmini ve fikirlerini anmaktan sıkılmadığım John Berger (herhalde Edebiyat ve Eleştiri dergisinde) okuduğum bir makalesinde İstanbul'u elbette çok sevdiğini, fakat onu değerlendirirken New York, Londra gibi batı metropolleri yerine Mumbai, Mexico City gibi 3. Dünya metropolleri ile kıyaslamanın ya da kümelendirmenin daha sağlıklı/hakça olacağını söylüyordu.
Güvenlik, sosyal güvence, ulaşım, kentleşme, pahalılık gibi kriterler göz önüne alındığında İstanbul'u (veya herhangi bir şehrimizi) "muhasır medeniyetler"in iftihar ettikleri büyük merkezleri ile karşılaştırmanın kendi koşullarımıza haksızlık etmek olacağına ben de katılıyorum. Ancak İstanbul'un tarihsel önemi ve güncel yükselişini de göz önüne alırsak, metropolümüzü kalın çizgilerle ayrılmış bir tasnifleme sisteminde hangi çekmeceye koyacağımı bilemiyorum.
Belki de, İstanbul kültürümüzün kendine has niteliklerini yoğun olarak barındırdığından hiçbir genel kategoriye dahil edilemezdir. Baştaki örneğe dönecek olursak; New Yorker şehri ile kıvanç duyar ve barındırdığı hemen her şeyi nimet sayar. I <3 NY baskılı tişörtler uzun süredir dünyanın her köşesinde popülerken İstanbul baskılı kıyafetler birkaç senelik hikayedir. İstanbullu trafikten, insandan, havadan ve çevresinde hemen ne varsa, hepsinden yakınır. Oysa İstanbullu da dışarıya karşı şehrini savunmaktan ve onun ne kıymetli olduğunu tekrarlamaktan sakınmaz. Demek ki İstanbullunun şehrini sevme biçimi şikayettir. Sızlanarak, öf pöf ederek İstanbullu kimliğini oluşturur. Sevgi ve nefret karışımı, yoğun ve aynı anda yüzeysel bu duygu da herhalde bizim dışımızda pek az toplumda bulunur.
Öte yandan modern dünyanın kültürel kıblesi New York için başka bir yönelim, daha doğrusu alışkanlıklar bütünü söz konusu. NYC sakinleri, şehirlerini öve öve bitiremiyorlar. Arap saçına dönmüş trafiğini, pahalılığını ve dahi güvenilmezliğini kendilerine tanınmış bir ayrıcalık olarak görüyor ve New Yorker kimliği ile büyük gurur duyuyorlar. Kentlerine Big Apple, NYC, The City Never Sleeps gibi yakışıklı sıfatlar buluyorlar. Bizim yadırgadığımız, sımsıkı bir aidiyettir bu.
İsmini ve fikirlerini anmaktan sıkılmadığım John Berger (herhalde Edebiyat ve Eleştiri dergisinde) okuduğum bir makalesinde İstanbul'u elbette çok sevdiğini, fakat onu değerlendirirken New York, Londra gibi batı metropolleri yerine Mumbai, Mexico City gibi 3. Dünya metropolleri ile kıyaslamanın ya da kümelendirmenin daha sağlıklı/hakça olacağını söylüyordu.
Güvenlik, sosyal güvence, ulaşım, kentleşme, pahalılık gibi kriterler göz önüne alındığında İstanbul'u (veya herhangi bir şehrimizi) "muhasır medeniyetler"in iftihar ettikleri büyük merkezleri ile karşılaştırmanın kendi koşullarımıza haksızlık etmek olacağına ben de katılıyorum. Ancak İstanbul'un tarihsel önemi ve güncel yükselişini de göz önüne alırsak, metropolümüzü kalın çizgilerle ayrılmış bir tasnifleme sisteminde hangi çekmeceye koyacağımı bilemiyorum.
Belki de, İstanbul kültürümüzün kendine has niteliklerini yoğun olarak barındırdığından hiçbir genel kategoriye dahil edilemezdir. Baştaki örneğe dönecek olursak; New Yorker şehri ile kıvanç duyar ve barındırdığı hemen her şeyi nimet sayar. I <3 NY baskılı tişörtler uzun süredir dünyanın her köşesinde popülerken İstanbul baskılı kıyafetler birkaç senelik hikayedir. İstanbullu trafikten, insandan, havadan ve çevresinde hemen ne varsa, hepsinden yakınır. Oysa İstanbullu da dışarıya karşı şehrini savunmaktan ve onun ne kıymetli olduğunu tekrarlamaktan sakınmaz. Demek ki İstanbullunun şehrini sevme biçimi şikayettir. Sızlanarak, öf pöf ederek İstanbullu kimliğini oluşturur. Sevgi ve nefret karışımı, yoğun ve aynı anda yüzeysel bu duygu da herhalde bizim dışımızda pek az toplumda bulunur.
Subscribe to:
Posts (Atom)