Thursday, April 30, 2009
may day! may day! may day!
...
bütün yemişler dallarınızdadır!
beklenen günler, güzel günler ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen,
gecelerinde aç yatılmayan
ekmek, gül ve hürriyet günleri,
türkiye işçi sınıfına selam!
Wednesday, April 29, 2009
hosgeldin gonlume, hosgeldin swine flu
Bence insanin insandan intikami devam ediyor. Ne de olsa cani en kiymetli oldugu kadar en acgozlu, nefret ve kin dolu, kendi turdesiyle gecimsiz hayvan turu de insan. Suede bosuna mi demis "we are the pigs, we are the swine" diye. Kendi yarattigimiz domuz imaji kendimizden baskasi degil. Kus da biziz tavuk da, fare de biziz kene de. Onlarin bunyesinde ureyen virusleriz. Symantec’in norton antivirus yaziliminin satisini artirmak icin virus icat ettigi ve piyasaya surdugu rivayet edilir ya, her virus ve salgin haberinde de aklima manics’in “new invented disease” sarkisi geliyor. "Insana ragmen insanlik icin" dusturuyla tip endustrisi de patronlarinin refahi icin var gucuyle calisiyor. "Ikiyuzluluk" yemini var isin icinde. Tabii arada onceden hazirlanmis panzehirin icat edilen virusun genetik degisimine yetisemedigi ve islerin cigirindan ciktigi vakalar olmuyor degil. Ama koskoca muspet bilim bu; elbet Frenkestein da olacak, bu tip beklenmedik varyanslar da. Boyle tibbin ve varyansin gelmisine gecmisine veryansin...
Insanligin bu tada karsi koyamayacagini bildigimiz icin, simdi herkesin dehset ve urpertiyle baktigi mevzu ortadan kaybolup unutulmaya yuz tuttugunda istah acici bir tat krokisi olarak:
Tuesday, April 28, 2009
yanciyim ben yanciyim
neyse... aksam eve girdigimde ustbas degistirmekten sonra yaptigim ilk is, kendime krallar gibi bir sofra kurmak -degil tabii. ikea'dan aldigim kucuk sehpanin uzerine birami koyuyorum. ikea'dan aldigim derimsi kanepenin uzerine yayiliyorum, ikea'dan aldigim orta sehpaya ayaklarimi uzatiyorum ve ikea'dan aldigim unitenin uzerinde duran televizyonu aciyorum. evde internet baglantisi olmadigi icin gunde 3 film indirmek gibi bir hastalik edinemedim kendime. onun yerine; e!entertainment, home ve iz tv'ler arasinda geziniyorum. evde film izlemek artik benim icin sevgiliyle icra edilen aktiviteler kategorisinde. donemsel midir bilmiyorum ama, tek basima film izleyecek ya da oturup saatlerce kitap okuyacak kesintisiz konsantrasyonu saglayamiyorum bir turlu. onun yerine, ayni anda televizyon izlemeyi, bira icmeyi, dergi okumayi ve kedi sevmeyi tercih ediyorum. soyle bakinca; 4 in 1! hic de fena sayilmaz. hatta bazen bu dortlunun yanina muzik de ekleniyor. tv'nin sesini kisip bir plak koyuyorum ve boylelikle mustakil bir pub havasina ulasiyorum.
dun aksam dikkatimi cekti de, tasarim ve tarz dergilerinde fotograflari basilan, gorusleri sorulan adam ve kadinlarin bir kismi, aslinda hic bir seyci degil. bilmemne manager, cart curt designer, graphic artist, habes sultani vs. sifatiyla 20-30 (arti eksi 2) yas araliginda tonla islevsiz kisi, oldukca afilli pek cok yayinda kendilerine yer buluyor. esasen havali bir tshirt ve karisik yikanmamis saclar disinda sahip olduklari bir nitelik yok. dergiyi cikaran ekibin ya da o sayida konu edilen adamin ahbabi tabii bunlar. yani bildigin yanci. hopluyorlar, zipliyorlar, gozluklerin ardindan capkin capkin bakiyorlar. dogrusu genelde renkli tshirt'ler ve esini zor bulacaginiz ayakkabilari var. sahip olduklarini alt alta koydugunuzda, elde var sifir. ilgi cekici yanlari yok. baskalarinin hayatina bakmak; unlu olmasalar dahi ilgi cekici bir durum. yalnizca bunun icin kendilerine sorulan kisa sorulara verdikleri zipir yanitlari okuyoruz. tarzina bakip, kim olabilecegini cikarmaya calisiyoruz. cok sacma degil mi? dogrusu, david beckham bile ilgimi bu kucuk stylish kitleden daha fazla cekiyor... bir meslegi, guzel bir karisi, bir kac cocugu (iclerinden birinin adi brooklyn ve bence bu cok kiyak bir isim) sirtinda beckham yazan bir milan formasi, yetmezmis gibi pek cok kadin icin ikonik bir tarzi var. kendime onu ornek aliyorum. simdi gidiyorum, biraz serbest vurus calismam lazim.
Sunday, April 26, 2009
Friday, April 24, 2009
Wednesday, April 22, 2009
1968
Ise dunyadan baslarsak; Birinci Dunya Savasi’na muteakiben kuresel ekonomiyi hallac pamuguna ceviren Buyuk Depresyon’du, uzerine dunyayi ters-yuz etmis ve suyundan konmus Ikinci Dunya Savasi’ydi, artik ekonomik zorluklardan ve savaslardan yilmis insanligin isyan damari, yorungesini sasmis kureyi yerine geri oturtmak icin catlamak uzereydi. Ama once kapitalizm ve emperyalizmin ar damarinin catlamasi, dunyanin iyiden iyiye bir sallanmasi gerekiyordu. Selim akilli Amerikanlarin Vietnam faciasina, yasanacak yeni ekonomik buhrana, yitirilecek binlerce hayata, hele Nixon’a hic mi hic tahammulu yoktu. Maddeci, merkeziyetci ve mulkiyetci devlet politikalarina karsi birlik bilincinin yerlesik olmayan komun hayatiyla vucut buldugu bir protesto sureci baslayacakti.
Avrupa ise zaten agir bir ekonomik bunalimin esiginde sendikal hareketlerle yeniden yapilanmaya ve hayat bulmaya el-mecbur isci sinifinin cinnetine sahne olmak uzereyken, Sovyetlerin basta yogun nufuz ve etki sahibi olduklari dogu-bloku ulkeleri uzerindeki baskisi ve tum kitayi temelinden sarsan siyasi manevralari kitayi fokurdayan bir kazana donusturmustu. Gorunen ve uygulanan haliyle sosyalizmden hosnutsuz, daha adil ve demokratik bir formunun ruyasiyla yolan cikan genclik, Kizil Danny’nin komutasinda Fransa’dan baslayip tum Avrupa’ya yayilan ogrenci eylemlerini tetiklemek uzereydi. Kisaca civisi cikmis sisteme karsi baris, esitlik ve adalet icin baslayan isyan hareketi olarak 68 Devrimi dalga dalga dunya sathina yayilirken, global captaki kolektif mucadele bilinci, kokusmus duzenin farkli cografyalarinda (Balkanlar, Uzakdogu, Guney Amerika) farkli ayaklanmalarla ortaya cikiyordu. Hedef skalasindaki olgulardan biri durumundaki merkeziyetcilige de, sistem karsiti kontra hareketin cografik homojenligiyle guzel bir ders veriliyordu.
Protest kultur boylesine saha kalkmisken, erkek egemen dunya toplumunda kendi yerini yeniden konumlandirmak kadinlar icin kacinilmaz bir firsatti. Resmi duzeyde bir takim kazanilmis haklarin devami olarak, toplumsal yasam alanlarinda kagit uzerinde olmayan fakat kemiklesmis cinsiyet ayrimi pratiklerinin yikilmasina yonelik baslayan Ikinci Dalga Feminizm hareketinin en hararetli ve etkin donemi de bu kusaga denk geliyor. Egitimden kadin imajinin istismar edildigi medyaya, kamu gorevlerinden ozel sektore tum is kollarinda cinsler arasi esitsizlige, hatta kadinin orgazm dinamiklerine dek (The Myth of the Vaginal Orgasm – Anne Koedt,1968) kapsamli bir aydinlanmaya ve kadinlari ilgilendiren her konuya temas edilmeye baslaniyordu.
Eh, cicek cocuklari unutmak olmaz. “Baris icin” ayaklanan, ozgurlukcu hareketin lokomotifi oluvermis hippi kulturu donemin en yerlesik imgelerinden olsa gerek. Bugun gelecekten izlemesi ve retrospektif calismalarla yadedilmesi epey zevkli bu aktivist donem; her ideoloji, frak ya da klik icinde olusan benzer problemlerden nasibini almis; bir kesimin temelsiz katilimi ve eylem pratigini suistimaliyle kendi ic catismalarini da yasamis bir olusum. Her ne olursa olsun yukarida bahsi gectigi gibi, yapinin ve ezberin en cok bozuldugu, duzenin ve dogmalarin en acimasizca sorgulandigi alan olan sanata en fazla emegi gecmis, esin kaynagi olabilmis kultur caglarindan biri. Imgesinden cok da haz almadigim bu doneme benim de ayri bir mutesekkirligim var; o da icerdigi “taslasmis” ve ici gecmis ataletin gerekli enerji birikimini saglamis, boyle punk gibi gerilim, ofke ve adrenalin yuklu bir fay hattinin catlamasina zemin hazirlamis olmasi.
Donem atesinin bizim topraklara dusen kivilcimi, tam yol ileri muthis bir ivme kaydeden sol atesine donusuyordu. Meydanlara cikan duzen ve emperyalizm karsitlarinin yuzbinlerle telaffuz edildigi, solun belki en organize oldugu donemdi ki, yukselisin uzun vadede hadimlastirilma temellerinin de atilip es zamanli yurutuldugu aslinda aci dolu bir kusaga gecis soz konusuydu. Gercek devrimci birileri can verdi, birileri de zaman icinde koordinatlarini kaybetti ve o donemin romantizmiyle bugunun sefasini suruyor. O gun savunulan degerler bugun nerelere cekilmis ve kimlerce sahiplenilmis, o gunun solu bugun sagin marjinini bile nasil zorluyor, o donem solun sahiplendigi soylemlerin bugun kucak buldugu ulusalci cizgi ne ile aciklanabilir, tam bagimsizlik yabanci dusmanligi mi demek, neler dogru neler yanlis anlasilmis bunlar apayri bir yazi konusu. Ama kurenin geneline donecek olursak da sorular pek farkli degil... Dunya halklarinin bu calkantilar ve devrimlerden devraldigi miras neden bu kadar kisa surede ve cabucak tuketildi? Musebbibler kapitalizm mi, populer kultur mu, kuresel esitsizlik mi, toplum ahlakinin deformasyonu mu, kolektivizme darbe indiren bireyci davranis bozukluklari mi, zevk duskunlugu mu, super gucler mi, medya patronaji mi? Yuz aki Guney Amerika ve haritada bir kac kucuk parca da olmasa devrim pratiginin hali nic'olurdu? Yoksa devrim yapildi ve bitti, artik buna ihtiyac mi yok?
Bu tombul soru isaretlerine verilecek cevaplari bilmiyorum ama tek istegim yil baslikli bir yazi yazmakti, bu ozenti nerelere getirdi. Yine de iyi oldu bu konuyu monitore yatirdigimiz zira ezelim beri bir 68 kusagidir tutturmus gidiyor. Kucukken bunun 68 dogumlulara ithafen kullanilmadiginin ayirdina vardigimda kafam iyice karismis, “biz 68 kusagiyiz oglum” diye gerinen herhangi bir buyugume kimlik kontrolu anlamini yitirmisti. 40’lisi, 45’lisi ve hatta 50’lisi bile 68 kusagi olabilirdi. Bir de olur olmaz her firsatta “biz 69 kusagiyiz koccum” seklinde fallosantrik dunya gorusunu vurgularken pis pis gulen Erotik Erol Abi vardi ki, zoruma giden kendini komik degil yakisikli sanmasiydi :S.
Tuesday, April 21, 2009
the happiest man alive
gunesli pazartesi icin, tesekkurler...
are you the words in the sky without neon
are you indigenous or did you disappear
are you the lime in my bottleneck of beer
candy candy candy girl...
Friday, April 17, 2009
friday
bugun guzel bir cuma, ve belki de yilin ilk gunesli ve sicak cuma'si.
acaba philedelphia'da da oyle midir?
haftanin son calisma gunu, bahar gercek yuzunu nihayet gosterdi.
o halde aklinizin bir kosesinde bulunmasinda sakinca yok;
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.” KARL MARX (1844 Elyazmaları)
Thursday, April 16, 2009
dunyanin orta yerinde bu nasil bir cumhuriyettir?
simdilerde fena halde ilgimizi ceken bir oyuncagimiz var. blog'a ekledigimiz sneaking around fasilitesi altindaki haritada alterednative'e giris-cikis yapan internet kullanicilarinin cografi konumlarini inceliyoruz. turkiye'nin cogu yerine ulasmayi basardik. kuzey ve guney sahil seridinde zayif gorunsek de ozellikle buyuk kentlerde kok salmaya basladik. edirne'nin batisinda, avrupa olceginde kuzey bolgelerde belli bir etki alanina sahipken ne yazik ki akdeniz havzasinda cok zayifiz. buraya sizmak adina, ispanyol ve italyan kontaklarimizla gorusme halindeyiz... kuzey amerika'da east-west yayiliyoruz ancak ic kesimlerde varlik gosteremiyoruz. asya'ya kirginiz. bu tablo onlara yakismiyor. kiev'in istikrarindan ve aramiza baku'nun de katilmis olmasindan ayrica memnunuz. haydi cin, haydi hindistan, haydi okyanusya! cok daha iyisini yapabileceginizi biliyoruz...
ote yandan dunyanin orta yerinde, gana aciklarinda bilinmeyen bir ada'dan (arkamda asili duran koca haritadan baktim, oralarda bilinen bir ada yok. sao tome'nin batisinda bir yerler burasi)aldigimiz sinyal bizde tedirginlik yaratiyor. bu sabaha kadar, okyanusun ortasindaki bu gizemli 'unknown' yerden '1 visitor' imiz varken, bu sayinin artik 2 oldugunu ogrendik. Oradakiler, size sesleniyoruz, yardima ihtiyaciniz varsa bize koordinatlarinizi vermeniz yeterli. atlar geliriz, sizi kurtaririz, ve sonrasinda hep beraber mutlu bir hayat sureriz. yok orasi lost adasi gibi bir yerse, bizim kafamizi bulandirip hayatimizi alt ust edecekseniz hic bulasmayalim. zaten lost'un da 3. sezonunundan sonrasini izlemedim. konunun nerelere geldigini hic bilmiyorum. bir turlu cozulmeyen ve giderek giriftlesen tonla gizem, en sonunda beni isyan ettirdi. locke'mus, sawyer'mis, ilgilenmiyorum... beni bu islere bulastirmayin.
Wednesday, April 15, 2009
rezzan teyzeye mersiye
Hayal gucumuzun karsisinda tek engel vardi: Vicdanimiz... dersem biraz melodram tonu yakalar, meylettigimiz sutlac kivamindaki sebepsiz her siddet eyleminin ruhumuzda actigi onulmaz yaradan filan girisirim diye dusundum. Dusundum de, saniyesinde kendi riyakarligimdan utandim. Insanliktan cikmaya tesne bireylerden kurulu kolektif herhangi bir harekette hangi ortak vicdandan soz edilebilir? Dile gelmeye yeltenmis her vicdani muhakeme klandaki bir otekinin “sen aksam git ilik sutunu ic” meali alayciligiyla derdest olup etkisiz hale geliyordu. Vicdan citasi da etik baglamda artik bir yuksek atlama cizgisinden anca “tıfıl bülü”nun altindan gecebilecegi bir limbo cubuguna donusmustu bile.
Rezzan Teyze yan daire komsumuzdu. Her fani gibi elbet bir gun ben de olumle tanisacaktim. Lakin Rezzan Teyze’nin kocasinin hakkin rahmetine kavusmasi, bu gercekle bu kadar yakinimda ilk kez tanisan benim icin, cocukluk cagimi tam orta yerinden biraz erken boldu. Olume dek gecen surede taniklik ettigim emekli ve cocuksuz ciftin yasadiklari aktif ve tek-vucut hayat pek cok izleyici icin onlarinkini rol-model bir evlilik kiliyordu. Akla gelebilecek her yere (ama her yere; bakkal, nalbur, kuafor, mavi tur, maraton vs.) birlikte gider, hep el-ele dolasirlardi. Kocasi mozaik sanatiyla ugrasir, cimbizdan hallice edevatlarla milimetrik cam parcalarindan yarattigi kocaman eserler duvarlarini kaplardi. Tabii Rezzan Teyze’nin her bir eserin yapim surecindeki sanata ve sanatciya verdigi destegin altini cizmek gerekiyor. Velhasil kocasinin hayattan erken emekliligi, Rezzan Teyze’nin yarisinin kaybi demek olurken, belki de onun bedenen degil ama ruhen hayattan emekliligi anlamina geliyordu.
Ne mumkun? Biraz frankofonik olduklari icin basta Avrupa olmak uzere gezip gormedigi ulke, katilmadigi tur, gitmedigi diyar, kirmadigi ceviz kalmadi. Travmadan kacisin ve bastirmanin yansimalari uzerine kafasi pek cakozlamayan ben ve mahalle arkadaslarim bu duruma epey icerliyorduk. Saniyorum bu biraz da gaipteki magdur hemcins refleksiydi. Yalan yok, hayattan hala bu denli zevk alabilmesinin bizde yarattigi hayal kirikligi kadar, kesintisiz tam devir donen degirmenin suyunun kaynagina da kafa patlatiyorduk. Hani kocasinin varlikli bir aileden geldigini ve cogumuzun kiraci olarak oturdugu sirali uc apartmanin adlarinin onlarin soyadindan turedigini biliyorduk. Ama biz duyarli ve adaletperver insanlar, muslugun sen dul Rezzan Teyze’ye bu kadar comert davranmasini dogrusu pek adil bulmuyorduk. Eh, kafamizda bir ampul yanmisti bile...
Madem ki Rezzan Teyze’nin su durumda en iyi dostu mutevazi servetiydi, en heyecanlisi da buna kastetmek olacakti. Elimizde santaj unsuru olusturacak bir bilgi yoktu. Ama bu, yalniz ve savunmasiz orta yasli kadina bir tehdit mektubuna mani olamazdi. O aralar baska dolaplarla yogun olmamiza karsin, uc kisiden olusan bir ekip carcabuk tam zamanli olarak bu ise atandi. Gundelik isleri bir gunlugune de olsa aksatmak durumundaydik. Ama egzosuna elma yerlestirilecek misafir arac muhakkak bir gun yine misafirlige gelirdi. Eldekilerden derme-catma bir produksiyon yaptigimiz ise saygisizlik olacagindan ben, Levent ve Bulent bu dusuk butceli produksiyonun gereclerinin temini icin kirtasiyenin yolunu tuttuk. On adet cizgisiz dosya kagidi, bir makas, uc farkli renkte tukenmez kalem, dumenden bir kac posta pulu, iki de zarf aldiktan sonra kirtasiyecinin her alisveriste uyguladigi psikolojik baskiya aldirmaksizin her bilincli vatandasin ve Erol'un yaptigi gibi fisimizi de aldik. Artik vazifemizi ifaya hazirdik.
Mektubun ana fikri de hazirdi: Rezzan Teyze, yuklu bir meblagi belirlenen gun ve saatte Erenkoy tren istasyonu yanindaki Tac Spor’un raylara bakan tel orgulerinin dibine birakacak, polise haber verecek olursa da basina gelecekleri hayal etmeye dahi curet edemeyecekti. Bu fikri bir yerden duyumsamis miydik, yoksa hakikaten bu is icin mi yaratilmistik bilmiyorum ama mektubu uc farkli kalemde, her birimizin ayri ayri uc farkli el yazisiyla icra ettik. Uce bolup ayri ayri kaleme aldigimiz cumleler bile oldu. O ana kadar herhangi bir iletisim aracindan gazetelerden gipur kesme dumenine denk gelmis olsak emin olun onu da uygulardik. Ancak ilk birkac denemede cizgisiz dosya kagidinda cuvalladigimizi ve ortaya cikan ikna kabiliyetinden yoksun ilkokul duzeyindeki acemice isi gorunce altina koyup hiza almak icin bir cizgili dosya kagidi farz oldu. Kirtasiyeden temini icin Bulent’i sectigimizde Bulent posta koyup “ben bu iste yokum” demeye getirircesine evinin yolunu tutsa da, on dakika sonra pinti annesinin peynir aromali pogacalariyla geri dondugunde herseyi unutup hep birlikte yola koyulduk. Zaman birlik olma zamaniydi. Ancak Bulent’in gorevin kutsiyetine ihanet eden davranisinin ilerki gunlerdeki cezasinin geregi dusunulmustu: Yapilacak uzak bir yolculukta (erenkoy-kadikoy), bir kose donumunde atlatilacak ve boylece yabanci bir semtte yapayalniz birakilacakti.
Gorev tamamlanmis, oglen dort sularinda mektup posta kutusuna atilmisti. Surecin kendisinin heyecanina kapilmis bizler muhtemelen ciddiye alinacagimizi aklimizdan dahi gecirmedigimizden, ok yaydan firladiktan sonra ortak vicdanda sarsintilar basladi. Ozellikle benim icime dogan sıkıntı olacaklarin habercisi gibiydi. Ne ki yasli bir insanin servetine, onun nesesine dahi kastedecek tiynette cocuklar degildik. Aksam altida yemek icin eve gittigimde Rezzan Teyze’yi bizim evde, yari baygin halde kolonya ile teskin edilir halde buldum. Arada icmeye calistigi gozumden kacmadi. Titremeye baslamis, elim ayagim bosalmisti. Oracikta can verecek diye yuregim yerinden firlayacak gibi oldu. Utanmasam bayilabilir ve ayni muameleden talep edebilirdim. Telkinler bunun bir esek sakasi oldugu yonundeydi, lakin Rezzan Teyze kurban psikolojisine tav oldugundan midir bilinmez, abartili bicimde ayilip bayilmaktan yilmadi. Yetiskin bir erkek garantisi gerekiyor olmali ki, babam eve gelince en alayci ve profesyonel tavirla duruma el koyarak butun endiseleri bosa cikaran argumanlarla onu ikna etti. Icinde bulundugum dehseti goren babamin bana firlattigi mana dolu, azarlar cinsten hinzir bakisi ve biyik alti gulusu de unutamam. Annemin gozunde en ufak bir suphe duymayacagi kadar saftim, ama o durumu cabucak kavramisti. Ve acikcasi, sucluluk duygusuyla bastirmaya ugrastigi, ama saklayamadigi bir takdir de gormuyor degildim. Iyi bir is cikaran o keratayla gurur duyuyordu, bundan emindim. Yo hayir, Rezzan Ablasi gittikten sonra felegimi sasirtan sille bunu golgelememeli.
Ertesi gun cete uyeleri mizanseni tum ayrintisiyla defalarca anlattirdi. Ben de her defasinda sanki daha once atlamisim da o an hatirlayivermisim gibi uzerine yeni enstantaneler koydum da koydum (Rezzan Teyze’nin polisi aramak uzere telefona davranmasi, her seferinde tekrar bayilmasi gibi). Gunun sonunda en destansi/etkileyici versiyona ulasmistim. Nihayet amacina varmakla beraber kimsenin olmedigi kusursuza yakin bir is cikarmanin kolektif doyumunu yasiyorduk. Ancak bir yandan cocuk olmanin gerektirdigi gunluk vecibeler devam ediyordu ki, bu hayatin en aci yaniydi. Yine uyanma, o buyulu dunyadan asagilik bir boyuta yolculuk zamaniydi. Ablama karsi gelecek, soyledigini yapmayarak gucune meydan okuyacak fiziksel gelisimimi henuz tamamlamistim. Ve biz zaferin sarhoslugunu yasiyorduk ki, ablam cok gecmeden yine parfumerideki kizlarin karsimda gevrek gevrek gulup arkamdan alay edecegi, artik ne ise yaradigini bildigim malzemeyi alma isi bana yuklemisti bile:
“Canim, kap su parayi, bi kosu cam sakizi al... Cabuk!”
Not: Levent kardesimden gectigimiz aylarda aldigim ve ne zamandir niyetlendigim hikayeyi klavyeye alma konusunda harekete geciren habere gore; 15 Aralik 2008 gunu Rezzan Teyze hakkin rahmetine ve Ruchan Amca'ya kavusmus. Soylenmeyen soz agirlasir. Vefatin cok oncesinde dahi gec kaldigimi dusunurken; simdi merhumun hayatini iskalayacak kadar gec kaldim ozur dilemekte... R.I.P. Rezzan Teyze.
Tuesday, April 14, 2009
elinde paleti, ressam Goldie
bana uzun gibi gelen sessizligi esnasinda meger resime el atmis. 4 nisan 2009'da pek tabii londra'da acilan sergisinin adi the kids are all riot. elestirmenlere gore en iyi ihtimalle 'vasat' bir sergi ile karsi karsiyayiz. soyle bir bakinca, hakikaten cliche isler. kendi vesikaligini dort farkli renge boyayip onu da asabilirmis gibi... hatta facebook'ta profil fotografi da bu olsun.
tabii bu demek degil ki goldie'yi artik sevmiyoruz, hayal kirikligina ugradik, yikildik filan... yok oyle bir sey, kendisinin hala bol miktarda kredisi var bende. denemeye devam etsin, basta picasso'ya da "ne la bunlar?" diyenler olmus :S
pr namli bir celebrity sitesi acilisa gidip bazi resimleri fotograflamis, buyrun goz atin.
bonus track: ian brown delici bakislar
Thursday, April 9, 2009
inner circle
Tuesday, April 7, 2009
artiz misin? ner'desin?
ne oldu art-ist e? esasinda cok fazla 'kendimi buldugum' bir dergi degil(di) ancak, uzerimde ufuk genisletici bir etkisi oldugunu da belirtmeden gecemeycegim. belki ucundan ilgili ancak yine de buyuk oranda yabanci oldugum bir manzaraya acilan dar bir pencere gibi(ydi)... ogrendigimiz pek cok seyi hala mecmua'lara borculuyuz. art-ist benim icin fazla yukluce ve tonajda agir bir dergi olsa da, icerisinden birseyler secebiliyor(d)um, sizinti biciminde de olsa beslenebiliyordum. icerik duzeyi ve konu secimi genel olarak beni asiyor(du), isin asli en cok da bu yuzden ilgimi cekiyor(du).
kitabevilerine eskisi kadar sIk ugramiyorum kabul, ama ugradigimda da dergi raflarinda art-ist i epeydir gormuyorum. sanirim yayin hayatina son verdiler. yap'cak birsey yok. elveda ve butun o baliklar icin tesekkurler.
bir yerde bir hata var
bir zamanlar belli bir amacla insa edilmis, insan faaliyetine ve yasamina evsahipligi yapmis kutlesel yapilarin terk edilmesi ile bulunduklari cografyada biraktiklari iz, ozunde ege kiyilarina serpistirilmis antik yunan kentlerininkinden pek de farkli degi. Bir farkla; artificial owl da yer alan yapilarin hemen hepsi geride biraktigimiz o heyecan dolu, pariltili 20. yuzyila ait. antik yunan kentleri ve "cagdas terk edilmisler" (ben uydurdum. nasil olmus?) arasindaki en onemli fark; ilk ve tas + mermer den olani en azindan birkac yuzyil insan toplumuna barinma ve gelisme olanagi saglarken terk edilmis modern yapilarin cok daha kisa vadeli faydalar icin ya da tamamen bir muhendislik hatasi ile islevsiz olarak yukselmis olmalari... antik kentleri dolastigimizda orada gordugumuz zekice su kanallari ya da gorkemli mimari eserler bize atalarimiz ile gurur duyma imkani veriyorsa; yakin gecmiste terk ettigimiz yapilar tasidiklari kisa vadeli amaclar ve hatali muhendislik gibi nitelikleriyle aradan gecen binlerce yilda ozu itibari ile aslinda pek de fazla ilerleyemedigimizi gosterip kendimizle dalga gecme olanagi sunuyor. elbette isteyen dalga gecmek yerine uzulmeyi de tercih edebilir. yazar burada hikayenin sonucunu okuyucuya birakmis :S
Monday, April 6, 2009
culture is...
Wednesday, April 1, 2009
site hakki/nefreti
Yapicilara (doer) hep buyuk saygi beslemisimdir. Kimileri gozlemlerini kustah ve alayci olmak, kimileri de kendi dogrularini bulmak veya yaratici alanlara aktarmak, gozlemlediklerini sanat yoluyla ifade etmek icin yapar. Kassovitz boyle bir film yapmissa birinci sinifi atlayip direkt ikiden baslamis demektir, ilk saygi zaten buradan. Ikinci sinifta gosterdigi basari ile de 3,4 ve 5.i okumadan mezun olmayi hak ediyor. Tabii “hayatinin filmini kariyerinin basinda yapan yonetmenler” hanesine (tarantino, david fincher gibi) bir civan daha eklenmis oluyor ki umariz zaman icinde diger yonetmenler gibi o da bununla basedebilmistir.
Hersey Zaireli gocmen Mukome’nin elleri kelepceyle kalorifere bagliyken kafasindan aldigi polis kursunuyla komaya girmesiyle basliyor. Olumle sonuclanan koma surecindeki calkantilar ve ayaklanmalar, zaten gocmen sorunu ve toplu konutlarda yasamanin zorlugunu anlatan bir film yapmayi hep istemis Kassovitz’i tam anlamiyla harekete geciriyor. Alanlarda aslinda protestoculardan daha tehlikeli olan polisleri savunmasiz bir genci kafasindan vurma noktasina getiren (kazadir kaza) “nefreti” kafasi almayinca, bunu film makarasina almaya kalkiyor. Amaci kendi tabiriyle “fazla kisisel” buldugu fransiz sinemasina kontrast bicimde toplumsal sorunlara deginen, bir yaniyla ”Amerikan-vari” gorkemli bir film yapmak. "Kamera arkasi"ndan kendisine baktigimizda anliyoruz ki, o da polisleri kesinlikle sevmiyor.
Anlatacak cok sey var, ancak tanitim amacini asmis olmayalim. Bir yandan da “nefret“ adinda ve bu nefretten polisin de nasibini aldigi bir filmi cekmenin zorluklari, belediye meclisinden onay alabilmek icin filmin ismini aldatmaca olarak “Site Hakki” seklinde degistirmeleri, cekebilmek icin girdikleri toplu konut arayisi, aday konutlarin buyuk cogunlugunun nasil onlari kabul etmedigi, zaten cekim yapabilme onayinin aslen belediye meclisinden degil konut halkindan gectigi, filme mekan olan Chanteloup sitesinde cekim oncesi tuttuklari ve iki ay kadar yasadiklari evde baslarina gelenler, konut halkindan zaman icinde aldiklari destek, filmi siyah beyaz cekmek istedikleri noktada teknik ve Canal+ ile yasadiklari problemler, artik gocmenlerden biri haline gelmis basrol oyuncularinin neden gercek isimleriyle oynadigi gibi ilginc konu basliklarini istah acici ipuclari mahiyetinde belirtmis olalim. Bunlarin acilimi ve geri kalanini kendilerinden dinleyiniz…
Isin toplu konut kismina deginmek istiyorum. Yaklasik yirmi yildir Paris’te ikamet eden sevgili agabeyim yillar once buraya geldiginde, bir vesileyle yeni yapilmis olan Atasehir’e gitmistik. Arabayi parkedip binalarin icinden yururken ciddi bir tedirginlik icine girdigini fark ettim. Resmen insanin perspektif anlayisini tersyuz eden, lego gibi evlerin kutu kutu pencerelerinin birinden kendisine ates edileceginden filan korkmustu. Uzerine bu filmi izledigimde Avrupalilarin burada sirca saray statusunde topluma sunulan mureffeh yasam alanlari/ devasa sitelere neden irkilerek baktiklarini daha iyi anladim. Cunku bro’nun da dahil oldugu grup icin bu toplu yasam alanlarinin mimari ifadesi bu: Kolonizasyon, banliyoler, varoslar, sosyal izolasyon ve yuksek suc orani... Bizde buralarin refahin sembolu olmasina mana veremiyorlar. Bir yerde sehirliler banliyoden kacarken, diger yerde sayfiyeciler sehirden kaciyor. Bunlar icinde bulunulan kosullar dahilinde farkli kulturel ve toplumsal kodlarla belki aciklanabilir. Lakin ne olursa olsun sosyo-ekonomik durumu ust duzey akli basinda birinin yuzbinlerce avroyu, beton yiginlarina gomulmus yuzbinlerden biri olmak icin bu insan kumeslerine yatirmasini yadirgamalari cok normal degil mi? Onlarin "site hakki", benim site "nefret"im... Yine de uygun bir faiz oraniyla bulabilirsem hemen Chanteloup’da bir ev alacagim. Buradaki sikici beyaz yaka ordusuyla istiflenmis zevksiz sitelerdense gider orada iyi muzikler dinler, ilginc alt-kulturlerle ahbaplik kurar, birkac dans figuru ogrenir ve bir yandan egleniriz. Postu deldirmedigimiz surece; “jusqu'ici tout va bien”. Yok ille de postu deldirmek isteyene; yaninda Chanteloup'un tam pansiyon cennetten bir kose kalacagi, fotograftaki Paris'in azili konutlarindan Montfermeil'i verelim. Site halki zamaninda La Haine'in cekim ekibini ve filmin orada cekilmesini kabul etmedi, belki sizi eder...