Monday, September 19, 2011

hastalık meselesi ve hasta olma sanatı

İlk defa ne zaman hasta olduğumu hatırlamıyorum. Muhtemelen birkaç aylıktım ve gecenin kör saatinde havale ya da onun gibi bir şey geçiriyordum. Acil durum sinyallerine uyanan annem babamı güç bela tatlı uykusundan (babamın uykusu gerçekten çok tatlıdır) kaldırıp beni , doğduğum ve hayatım boyunca sık sık ziyaret ettiğim, Hacettepe Hastanesi'ne taşımıştır herhalde.

Hatırladığım ilk hastalık anılarım ise kristal berraklığında. Fakat hangisinin önce olduğunu bilmiyorum ve onları zaman çizelgesi üzerinde doğru bir sıraya sokmam imkansız. Kızamık, kabakulak, ebola gibi her çocuğun başından geçen "doğal afetler"i saymıyorum. Aşağı yukarı iki yıllık bir zaman diliminde yüksek ateş, burnuma (veya kulağıma) leblebi kaçması (lanet olası leblebi!), tekrar yüksek ateş, arabaya çarpma (giden bir arabanın ön kapısına vurmuştum. Beş yaşında olmalıyım. Yanılmıyorsam yeşil bir Taunus'tu) ve tekrar yüksek ateş sebebiyle doktor huzuruna çıktığıma eminim. Bu vak'alar 4 - 6 yaş aralığına, evimizin Kızılay'da olduğu seksenli yılların ortasına ait.

Şöyle bir bakıyorum da, Hacettepe Hastanesi doktor ve hemşireleri benden nefret etmiş olsa gerek. Sahici bir derdim dahi olmadan, belki de yalnızca ilgi çekmek için ya da ufak tefek yaramızlıklarımın sonucu olarak değerli vakitlerini çalmışım. Onlara bir özür borçluyum. Günün birinde çok zengin bir adam olursam (ama gerçekten zengin yani) Hacettepe Üniversitesi Hastanesi Çocuk Sağlığı Birimi'ne önemli bağışlarda bulunurum.

Çocukluğumdan yetkişkinliğime kadar gelen ve devam eden süre zarfında da pek çok kereler hasta oldum. Bunlardan iki tanesi beni yatağa bağlayacak kadar sarsıcıydı.

Biri askerdeyken başıma geldi. Psikolojim berbat haldeydi. Bütün koğuşu saran, askerleri tek tek gezen beter bir salgından kendimi korumak için elimden geleni yapıyordum. Bir bardak taze limon suyuna aspirin ezmek gibi garip formüllerim vardı. Orada çıkan yemeklerle aram olmadığından günü bir kuru tost ve bir portakalla kapattığımı iyi hatırlıyorum. Yine de iyi idare ediyordum doğrusu. Derken bir gece, aslında psikolojik tetikliyicilerin etkisiyle, fenalaştım ve sabahı zor ettim. Takip eden üç günü revirde, serumla beslenerek geçirdim. Beş buçuk ay gibi kısa bir süre zarfında neredeyse yirmi kilo vermiştim. Sağlıksızdım.

İkincisi ise yaklaşık bir buçuk sene evveldi. Gün içerisinde kötüydüm. Geceyse durumum artık berbattı. Sonradan öğrendiğime göre sayıklıyormuşum. Yatakta kavrulduğumu, başımın -sanki üzerinde bir tonluk külçe demir varmış gibi- yastığa yapıştığını, ayak parmaklarımın dahi ağrıdığını ve hiç durman terlediğimi hatırlıyorum. Sabaha karşı kendime geldim. Hemen yakınlardaki hastaneye yürüyecek kadar enerjim vardı. Ateşimi 39.5 derece (bu düşmüş haliydi) ölçüp kıçıma bir iğne vurdukları gibi beni geri postaladılar. Biraz zaman alsa da iyileştim.

Şimdi yine hastayım. Her hastalık hali kendi içerisinde yeni deneyler barındırıyor. Mesela dün aleleda bir hapşırıktan sonra omuzlarım sızladı. Bu nasıl oldu, ikisinin arasında ne gibi bir bağ var, hiçbir fikrim yok.

Yine de, hayatım boyunca defalarca kez hasta oldum ve öğrendiğim kimi şeyler oldu. Niyetim bu tecrübelerimi genç hastalar ve hasta adayları ile paylaşmak; onlara bir nebze olsun faydam dokunması beni gerçekten çok mutlu eder.

1) Medication / Haplanma

İlaçlar hastanın düşmanı değildir. Bilakis, en yakın dostudur. Biraz huysuz ve sanırım şımarık bir oğlan çocuğu olarak çilek aromalı öksük şurubundan, acımtırak beyaz haplardan hatta çocuk aspirininden nefret ettiğimi hatırlıyorum. Bu nefret ilerleyen yaşlarda kendisine çocuksu da olsa felsefi bir arka plan yarattı, ergenlik yıllarımda artık "ilaçlara karşı olduğum için" (ne demekse?) eczane çözümlerinden uzak duruyordum. Büyüdükçe bu inadım kırıldı. Şimdi bizim de içerisinde rengarenk kutuların, neşeli jelatinlerin, mentollü merhemlerin barındığı bir ilaç sepetimiz var. Vücudumda sinsi bir kırgınlık hissettiğim an davranıyorum Supradyn'e, Minoset'e. Üstelik Aspirin'in her derde deva olduğuna ilişkin gazete safsatalarına da tuhaf biçimde ve içten içe inanıyorum.

2) İstirahat paradoksu

ÜSYE kısaltmasını ilk kez lisede, doktorumun bana saman kağıt üzerine yazdığı raporun üzerinde gördüm. Üst Solunum Yolları Enfeksiyonu gibi ciddi bir isme sahip olduğuna göre durumum gerçekten kritik olmaydı. Bağdemciklerimin, daha fenası boğazımın alınmasına lüzum doğabileceğini düşünüp korktum. Öyle olmadı.

İşte bu ÜSYE ve benzerleri, bizim ömür boyu dostumuzdur. Varlıklarını kanıksadığımız gibi kısa süre sonra vücudumuzu terk edeceklerini de biliriz. Dolayısıyla elimizden gelen tek şey beklemek; ilaç takviyesi ile bir süre istirahat etmektir. Oysa istirahat, başlı başına önemli bir sorundur.

İlkokul beşinci sınıfta filan olmalıyım. Ciğer gibi yanıyorum, sular seller gibi terliyorum ve evet, tanrıya şükürler olsun o gün okula gitmiyorum! O gün saatlerce, annemin hazırladığı"nane-limon sıvısı"ndan içtim ve en sevdiğim oyun olan river ride'ı oynadım. Akşama kadar durmadan nane-limon içtim ve river ride oynadım. Ertesi sabah uyandığımda daha fena hasta olmuştum ve river ride'dan artık nefret ediyordum (tabii nane limondan da).

Benzer bir tecrübe de ortaokul dönemine ait. O yıllarda HBB isimli bir televizyon kanalı hayli tuhaf bir yayın politikası sürüyor. Onların sayesinde Amerikan futbolu izleyoruz. Hayatımıza interception! touch down! gibi yeni ve yabancı terimler giriyor. New Jersey Jets bench'inde oturan bıyıklı bir Türk oyuncu olduğunu dahi hatırlıyorum fakat bunun konumuzla ilişkisi olmadığından süratle geçiyorum. Bu HBB'nin başka bir enterasnlığı daha var, bir dönemler popüler olan Hint dizi ve filmlerini yeniden piyasaya sürüyor. İşte bir gün, yin kızarmış burnumu çekmekten bitkin bir halde kanepede uzanmış istirah ederken gün boyu Hint filmleri izleyip sonunda Güney Asyalı herşeyden ve -belki Gandhi hariç- herkesten nefret etmiştim.

Demek ki istirahat halinde iken sevdiğiniz şeylerle meşgul olmamalısınız. Bol bol uyuyun. Duş yapın. Biraz televizyon seyredin, dergi okuyun, tekrar uyuyun filan.

3) Hastalığın İletişimi

Hasta ve hasta yakını ilişkisine kısaca hastalığın iletişimi diyelim. Birbirine yakın (anne-çocuk, karı-koca, iki sevgili/dost vs.) iki kişiden biri hasta olduğunda ihtiyaçları ve beklentileri aniden başkalaşır. Dolayısıyla bu kişiler arasındaki yeni ve geçici ilişki biçimini tanımlamak da önemli olabilir.

İlk hapşırık (okuyucunun yaşı 16'dan küçükse hapşuruk da diyebilir) içten, samimi bir "çok yaşa" ile karşılanır. Hapşıranın hevesle "sen de gör" demesi ile bu iki kişinin arasındaki bağ kuvvetlenir. İyi niyetler insanları şüphesiz yakınlaştırık. Peşinden gelen hapşırık bu sefer biraz daha kısık bir sesle, ve hatta sonunu dahi getirmeye üşenerek "çok yaş.." diye karşılanır. Hapşiran kişi (yani hasta) bu sefer yalnızca kafasını sallayarak, öyle bir selamla ve onaylamayla geçiştirir durumu. Üçünçü hapşırık ise ne yazık ki karşılık bulamaz, durum (hastalık) artık her iki taraf için de kanıksanmıştır. Lakin kimse bu durumun acısı ile derbeder olmaz. Hayat v e hastalık sürer gider.

Kısaca, hasta kişi ilgi beklentisini doğru/rasyonel bir zeminde kurmalıdır. Ne kadar yakın olursa olsun, ikinci kişi ikinci kişidir; başka bir bireydir. İnsanlığın binlerce yıllık hastalık tarihi bize bunu öğretir.

4) Adaptasyon Aşaması

Hasta olmak zordur. Fakat iyileşip gündelik hayata dönmek daha da zordur. Hastayken size tölerans gösterilir. İş yerindeyken üzerinize fazla gelinmez. Durum biraz daha kötüyse zaten evdesiniz demektir. Siz hastalıkla boğuşurken başka insanlar da size gösterilen ihtimama karşı diş bilerler. Evet, hastalıktan dönüşte herşey iki katı daha zordur. Hasta olurken bu gerçeği bilmeli, planlarınızı buna göre geliştirmelisiniz. İnsanları çok fena hasta olduğunuza ya da hasta olmanıza karşın çalışmakta direndiğinize inandırırsanız, bu erdemli haliniz sizi kimi saldırılardan korur ve hastalıktan koşturmaya geçişinizi kolaylaştırabilir.


Wednesday, September 7, 2011

akıl var, mantık var. peki ya vicdan?

(tr) Bilinç: (ing.) Conscience
(tr) Vicdan: (ing.) Conscience

Kısa bir giriş:

Kelimeler farklı dillere çevrilirken kimi zaman onların bire bir karşılıklarını bulmak güç bir durumdur. Hatta bir dildeki kelimenin başka bir dilde tam karşılığı olmadığı da az rastlanır vak'a değildir.

Yukarıdaki örneğin üzerinde daha uzun boylu durmak, diller arasındaki mevzu bahis farklılıkların nedenlerine ilişkin kimi temel ipuçları sunabilir. Ne yazık ki etimolog değilim (böyle bir dal'ın varlığını dahi çok sonraları öğrendim). Lingulist olmadığım da bir sır değil (böyle havalı bir sıfatım olsaydı durmadan başınıza kakardım zaten). O halde benim çıkarımlarım bilimsel dayanaktan yoksun, çoğunlukla da kişisel duygu ve fikirlerden hareketle yaratılmış safsatalardan ibaret olacaktır. Toplumların kültürleri, ve bu kültürlerin baş aktörü olarak dil gelişirken, ifade biçimleri ortaya çıkarken ve değişirken bu müthiş devinimin itici güçlerinden biri de duygular olduğuna göre; benim safsatalarım da bir parça tutarlı ve hatta doğrudur.

Meselenin Özü:

bilinç ve vicdan, bizim toplumumuzda birbirinden hayli uzak iki kavramdır. Gündelik yaşamımızda da, her nedense, bu ikisini birbirinden ayırırız. Bir harekette bilinç düzeyi yükseldikçe vicdani tutumun azaldığına, vicdanlı davranışların ise bilinç çerçevesinde işlenmediğine inanırız.

Bir de hem bilinç hem de vicdan kavramlarının karşılığı olabilen conscience kelimesine bakalım.
Con, birlikte/birliktelik manasına gelir (sır değil doğrusu). Science ise, bilim/bilmek demektir (ki bunu da hepimiz biliriz :s).

O halde Consience'ın Latince'den tercümesi pekala, birlikte bilmek daha doğrusu "kolektif bilgi" şeklinde olabilir. Dolayısyla Consience, bilinç ve vicdan'ı ayrıştırmanın lüzumlu ve/veya mümkün olmadığı bir kültürel evrene aittir.

Uzun Lafın Kısası:

Türkçe'de vicdan ve bilinç ayrı tanımlanmışsa, bunun yegane nedeni iki farklı tanıma ve kavrama ihtiyaç duyulmasıdır. Dolayısıyla bizim toplumumuzda bu iki kavram (yukarıda da kısaca izah edildiği üzere) farklı -ve çoğunlukla zıt- hareket ederler.

İngilizce dünyasında ise Consience vardır. Kolektif bilgi, yeterli bir izahtır.

Hipotezler:

Bir dildeki kelime sayısının izafi azlığı, o dilin kısırlığı ile ilgilise olabileceği gibi, doğrudan ve yalnızca "yetersizlik" anlamına gelmez.

Bir kültürde var olan bir ögenin diğerinde bulunmaması illa eksiklik değildir; ihtiyaçsızlıktan doğan yok olma hali de mümkün ve dahası yaygındır.

Küçük gezegenimizde, yaşayan dillerin birbirlerine tercümelerinde güçlükler çıkması normaldir. Bu zorlayıcılığın esas sebebi bir dilin diğerine üstünlüğü değil, ancak farklı şartlarda doğan dillerin kısmen de olsa farklı ihtiyaçları karşılamayı sürdürmeleridir.