Wednesday, November 12, 2008

fin de siecle

gonderiye baslik harikulade album raflara duseli on sene olmus. guzel, sevilen pek cok sey ile ayni kaderi paylasiyor; kasedi tape A'ya taktigim zaman, 'daha dun gibi' geliyor. fakat bir yandan da, 'her guzel seyin bir sonu var'(bu sozu de ben simdi uydurdum, nasil?). Aslinda alterednative'in nefesi tukeneli birkac ay oldu. Belki pek uzun yasamadi ama ne yalan soyleyeyim, bence dolu dolu bir omru oldu haytanin. Ve bir veda selamini, ya da ne bileyim, en azindan arada bir kulaklarinin ozlemle cinlatilmasini ziyadesiyle hak ediyor. Hic bir sey degilse bile, blog aleminde bizim ilk goz agrimiz (devam eder miyiz sonra, bilinmez). Karisik olan kafalarimizi dumduz ettik, ic ice gecirdik, sonra bir top haline getirip -yine en cok da kendimiz icin- asagida bir yerlere yapistirdik. Ortaya derli toplu birseyler cikmamis olmasi, aslinda isin hakkini layikiyla verdigimizin gostergesi gibi...Iyi oldu be!



Bugunku ikinci orijinal repligimi patlatiyorum; vedalardan hoslanmam :s

kisaca, adieu mon cher...


kaptanin seyir defterine 21.01.2009 tarihli ek:

saka lan saka :)

Thursday, August 7, 2008

some style to drink

Paul Weller, 50. yasini 22 parcadan/ruyadan olusan dokuzuncu solo albumu 22 Dreams ile kutluyor. Dinleyiciye kutsal ve zor gorev! Album icin net analiz su an icin zor, zira muzigin mesihi yine uzun tutmus hadisleri, henuz tekmili birden hatmedemedim. Hele bir de albume ortadan, “Cold Moments” ile baslamis bulundum ki, hizli bir ilerleme kaydedebilene askolsun. Lakin 50 yilin olmasa da, The Jam ve Style Council sonrasi Paul Weller’in yillanmis ve lezzetli solo doneminin kumule ozetine benziyor. Tabii "agir ruh"u biraz daha hafiflemis, nesesi de yerinde gozukuyor. Korkmayin, nedense her dinledigimde kafami iki yana sallayip tamamiyle istem disi “bu cok guclu” diye icimden gecirdigim, ama “guclu” nitelemesinin tam olarak neye dayandigini ya da referans oldugunu da bilmedigim muzigiyle yarim asirlik cinarin emekli olmaya hic niyeti yok. Gectigimiz ayki Q roportajinda “ne emekliligi, inzivaya cekillip bahcede kahrolasi havuc mu yetistireyim?” beyani ile tum endisemi aldi. Roportaji itibariyle ogreniyoruz ki duaci oldugu bir konu da saclarinin dokulmemis olmasi. “Kel bir mod’u kim dikkate alirdi ki?”.


Eh, musiki alemine dogusu beri hep tarz ikonu olmus [style council indeed], giyim-kusamiyla hep bir adim one cikip kendinden konusturmus bu mod’un imaj kaygisina hic sasmamali. The Jam’le beraber en politik ve protest donemlerinde dahi afi ve dizayn duygusundan, stil kaygisindan, "premium" markalardan vazgecmemis Paul Weller, gecmisten gunumuze britanya rock aleminin icinde hep bir sembol olarak yerini almis, pek cok muzik figurunu giydirmis Fred Perry’nin de belki en itibarli ikonu. Ona ait koleksiyon yapiliyor, adina 250 adetlik sinirli sayida kendi imzali ve numarali t-shirt’u uretiliyor filan. Zaten birakalim derinlemesine muzik muhabbetini, ben esasen tarz ve kiyafetlerinin hastasiyim :S


Eger bir ickiyle iliskilendirecek olursam da; "kaalite viski" kendisi, "Johnny Logan"...

Wednesday, August 6, 2008

some drink for dude

Filmler insanlari kotu aliskanliklara sevk eder mi? Televizyondaki ve "bilgisayar oyunlari"indaki siddet hepimizi manyak eder mi? Soruyu bir de soyle soralim, yoksa biz bu gorsel bombardimanda kendimizi mi buluyoruz? Aslinda orada gordugumuz biz miyiz, ayna muhabbeti filan mi?

bu eslesmeyi/kesismeyi yasadigim belki de yegane film big lebowski ve dude karakteri sanirim(gerci matrix ten cikinca da filme beraber gittigimiz babayigit dostlarimla birbirimize tekme tokat girismistik. hayir, fight club'dan sonra gidip hsbc yi bombalamadim).

hazir konuyu kokteyllerde birakmisken oradan devam edeyim,



Dude dedigin, white russian icer. aslinda onun gibi culsuz bir adam icin biraz pahali bir karisim. 2 olcek kahlua, 2 olcek vodka, 2 olcek sut, bol bol buz, ve tabii ki bolca sevgi :s Yok, Beyaz Rusumuz bu sonuncu olmadan da gayet guzel gider. Dude'un evrensel sevgisi hepimizi yeter. Zaten suc ortagimin vecizesidir " bir Rus'a asik olma. hayatin kayar" .

White Russian icerseniz, bayildiginizda revu kizlari ve dev labutlar gorursunuz. Boyle grotesktir tarzi. Grotesk kelimesini de kullanmadan gondermez adami...bu esprilerle skyturk'teki DeVeDe Kulak programina metin yazari olurum ben anca' .


bir dahaki yazinin basligi; some dude for president!

Monday, August 4, 2008

some music to drink

1940larin her kosesinden caZZ fiskiran barlarinda, mekani dolduranlar -ki agirlik olarak bir suru neseli zenci- hep Wine SpoDeeOdeE icerlermis. Bir nevi, savas sonrasi amerikan gece hayatinin favori ickisi yani; 2 olcek (kotu) porto sarabi ve bir olcek (yine kotu) burbon (tarif Sal Paradise'dan)ve kimine gore, burbon'un boktan tadini ancak porto sarabi adam edebilirmis.


her donemin kendi kokteylleri/ickileri var. Ornegin 80lerin karisimi da, donemi ozetleyecek bicimde garabetin ta kendisiydi; cin & tonik (buzdolabindaki o siyah kagitli schweppes tonik sisesi!). Bugun votka'ya karistirilan turlu sekerlemeler ile doyuyor karacigerimiz. Demek buyuk Bebop caginin formulu de buymus; porto sarabi ve burbon. Sigara dumani, alto saksafon, mutluluktan terleyen erkekler ve kadinlar. Ucuz ve adi olani daha makbul.

Wednesday, July 23, 2008

kotuluk yap, icine at













Bir zamanlar hayatini Sirbistan devlet baskanligi ve insan kasapligiyla donusumlu olarak idame eden, basta Srebrenista'daki Bosnaklar olmak uzere on binlerce insanin katliamindan sorumlu tutulan Radovan Karadzic 13 yillik kiyak kacakligin ardindan Belgrad’da bir belediye otobusunde karga tulumba yakalandi. Gecirmis oldugu fiziksel metamorfoz sonucu suc kozasindan cikip 13 yillik bir ozgurluge ucmak kelebeklere buyuk haksizlik teskil edecek bir metafor ya, neyse. 92-96 arasi ortaligi mezbaaya ceviren katliam organizatorunun katlettigi kitlenin ardil jenerasyonlari icin bu haber yanan bagirlara su serpici ufak bir fiskiyedir elbet. Ancak halen yandaslarinin bulunmasi ve bu yandaslarin dovizler-sloganlar esliginde meydanlara akmasi belki de yaralari daha da derinlestiriyor. Etnik temizlik arkadasi Slobodan Milosevic abuk-carpik yargi sureci henuz sonlanmadan, cezasi dogru durust belirlenmeden hucresinde “eceliyle olen diktatorler” (a.k.a. “death without assassination”) listesine girerek isledigi insanlik suclarinin odulunu almisti. Bugune dek yaptiklari yanina kalmis Karadzic’in omrunun de pek olagan bir sona vefa edeceginden supheniz var mi?

Bir ilginc nokta da kasapliktan kiyak emeklilik sonrasi Karadzic’in yepyeni bir kimlik, isim, hayat ve meslekle 13 yillik sefa donemini doktorluk yaparak gecirmis olmasi. Kim bilir, belki de Marathon Man filmindeki eski bir SS kurmayi olan, Auschwitz’in “beyaz melegi”, ozellikle saglam dislere uyusturmadan yaptigi operasyonlarla iskence alemine adini altin harflerle yazdirmis meshur dis doktoru Szell’den etkilenmistir...

Monday, July 14, 2008

biz gideriz tatile hey taaa-tiii-leeee

O canim (a sapkali ve uzun) 'tatil basliyor' programlari yok artik. kimse tum zamanlarin en palmiyeli sarkilari esliginde kafasini havuzdan cikartip "alkollu meyve kokteyli"ni yudumlamiyor. ya millette para yok, ya da oteller / tur sirketleri televizyon reklamlarinin yeterince faideli olmadigini filan dusunuyorlar. Gerci onlar yok yere dusunmez, ellerinde illa belgeler, istatislikler ve daha neler neler vardir. Bes yildizli bir otele kapanip, tereyagindan heykeller arasina serpistirilmis koca tepsilerden turlu turlu yiyeceklerle tabagini tepeleme doldurmak, havuz basinda otururken bir anda uzerine kosturup suluk gibi yapisan animatorlerin kurguladigi dandik oyunlarla sosyallesmek isteyenler, demek ki rotalarini baska kanallardan faydalanarak ciziyorlar.


Gelgelelim, baska turlu bir eglence/dinlence anlayisini benimseyen, bunyesini cilgin kalabaliklardan uzak tatillere salmak isteyen romantik entelektuel kitle ise kendi komunitesi (var mi acaba boyle bir kelime? komunite...) ile hareket ediyor. mesela sevan-nisan haciboyaciyan in murekkebine saglik Kucuk Oteller Kitabi adli sahaser, sadece oda+kahvalti hizmetine bes yildizli otel parasi alan sempatik aile isletmelerini onlar icin tanitiyor. Haksizlik etmeyelim, bu otellerin hemen hepsinde begonvil kokulariyla uyanmak ve ev receli yemek gibi dehsetengiz dogalliklar var (ki dogal lik kavraminin curumuslugunden daha bir onceki blog girdisinde bahsetmistik. anilar cok taze...) . Kesfedilen kimi kucuk oasis ler ise bir sure sonra cekirge akinina ugruyor. Cok guzel ve issiz bir koy (village or bay) birkac sene icerisinde turizm ekonomisinin hizli yayilimi sayesinde ciddi degisime ugrayabiliyor. Kapitalizm boyle isliyor. once ham/endustriyel sureclere ugramadan faydalandiginiz bir gida (50 yil once recel), daha sonra kimyasal katkilarla supheli hale geliyor (80lerden itibaren recel) ve bir sure sonra ilki gibi olana orijinal degerinden cok daha fazla para odeyerek sahip olabiliyorsunuz (bugun organik recel). Butik otel isi, bu hesap bir numero iste.



Velhasil, biz de bos durmadik ve siz "ona karsiyim, buna dusmanim"cilar icin 2 farkli secenek hazirladik. Alterednative seyahat iftiharla sunar:

#1 ) exotic asia









#2) crazy ibiza





isteyene "hersey dahil" , istemeyi bilmeyene ekmek yok.



Saturday, July 12, 2008

yesil is the answer (soru neydi?)

Alisik oldugumuz yaz ekranlari genel itibari ile otel tanitimlari, populer kisilerle yazlik mekanlarda icra edilen zeytinyagli sohbetler ve benzeri tatil (yani bireyin kendisini vasat'a teslim ettigi zaman dilimi) odakli konulari muhteva eder. Oysa bu sene, kentli insanlarin uzun suredir varligini hissettigi ve yasimini onunla mucadeleye ve O'na adapte ettigi bir sorun, bazi gunes sarisi deniz mavisi konularin onune geciyor ve NTV ekraninin uzun sureli dosyasi haline geliyor. Buyur burdan yak?



Karbon gazinin futursuzca salinimi, topragin hunharca kirletilmesi, tabiatin fabrika ayarlari ile hayasizca oynanmasi neticesinde insandan sonra gidalarin da onlenemeyen "seylesmesi" ve yasamin dogup yayildigi mavi gezegende turlerin giderek azalmasi; insanin, kendi kotucul varligi yetmezmis gibi bir de kadim dostu ve mert dusmanina; "doga"ya guvenemeyecegini ogretti. Bu durum toplumsal tarih icerisinde, ciddi ve suratli bir alt ust olusa isaret ediyor. Aklin var oldugunu bildigimiz ilk gunden bu yana insan topluluklari hep dogaya ya da onun bilinmezliklerine saygi duygu, yetmezmis gibi bu bilinmezliklerin sebebi ve hakimi olan bir yaraticiya tapindi. Oysa gelinen su gri gunde, fen bilimlerinin (Turkce-Matematik mezunundan bu kadar spesifik/nokta atisi bilim gruplandirmasi beklenmemeli) doga uzerindeki hakimiyeti oyle bir noktaya vardi ki, artik onun barindirdigi bilinmezlikler/sirlar kutsal anlamlari degil, habis urlari ve genc / acili olumleri cagristiriyor. Daha dune kadar topraga bagimli olduguna, ondan geldigine ve yine ona donecegine inanan insan, bugun topraktan geleninin gercekliginden kusku duyuyor. Bir domates nasil olur da dostluguna ve faidesine guvenemeyegeniz bir varliga donusur? Sinema tarihinde daha once Little Shop of Horrors da etobur, dev, yamyam cicek ya da Batman cizgi/film dizisinde Poison Ivy (akliniz Drew Barrmore a gitmesin, Uma Thurman verelim?) karakterleri ile zuhul eden yesil tehlike (yeri gelmisken, ben o " yuruyen agac / aglayan ejderha " edebiyatindaki cevreci temayi algilayabilmis degilim), en nihayetinde -bence hayli basarili bir yonetmen olan Shyamalan'in ultimate filmi- The Happening de kendi varligini tehdit eden homo sapiens sapiens cinsine karsi olumcul bir savunma mekanizmasi gelistirmis ofkeli bir son olarak karsimiza cikti. Artik yesilin insan eliyle yaratacagindan degil bizzat kendisinden korkuyoruz. Belki biraz da vicdan azabi vardir...belki biraz nane...belki bir gun sehre bir film gelir... [How to be a sentimental person session #1: belki ile baslayip, fiilin genis zaman cekimi ile son bulan cumleler hep uc nokta ile bitirilir ve en asil duyguyu barindir icinde]

Sozun ozu, mevzu cok ciddi. (Bok) dumani uzerinde G8 zirvesinde dahi en uzun mesainin ayrildigi gundem, sera etkisi yapan allahsiz gaz saliniminin belirlenecek bir ileri tarihten itibaren dusurulmesi idi. Siz hic bu tip -dunya siyasi creme de la creme nin katilimci oldugu- bir toplantidan "calisma saatlerinin 2040 yilindan itibaren yuzde elli azaltilmasina" ya da "savaslarin yuzyilin ikinci yarisindan itibaren kademeli olarak sonlandirilmasina" dair bir karar duydunuz mu? Duyumazsiniz, cunku bu yukaridaki fantastik orneklerin kapitalizmin varligini sonlandiracak, kagit uzerinde ispatlanabilir etkisi yok. Oysa kuresel tahribatta formul cok basit; bu hizla giderse uzerinde yasam, uretim, satim veya herhangi bir baska faaliyet yurutulecek bir gezegen kalmayacak. Tabii, meseleye tersten bakip daha septik bir bakis acisi ile butun bu cevreci safsatanin aslinda diger sorunlari perdelemek icin kullanildigina inananlar olabilir. Ben inanamam.

Siyasi kimliklerin tasinmasinin hayli agirlastigi / demode oldugu erken 21. yuzyil dunyasinda kurulumu oldukca zahmetsiz ve toplumsal algiladaki yeri buyuk oranda muspet "cevreci" kimligi, populer sahislar / televizyon insanlari icin de rasyonel bir tercih. Iste NTV nin yaz yayini tam da bu noktada kendisini ele veriyor. Organik yemek tarifleri ve diger saglikli yasam programlarinin hitap ettigi kitle, dogayi tahrip endeksi'nde oyle tahmin ediyorum ki zirveyi paylasan (50.000 denegi izlemeye gerek yok. Ofise arabayla giden ile esegini tarlaya suren'in " 24 saatlik karbon salimi / per capita " hesabi ilkinin yuzunu kizartir. Ikincisi de zaten bir sey anlamaz) sosyal katmanlarin uyeleri. Yani ortada cetrefilli bir acmaz var; yikimin durdurulmasini ve doganin restorasyonun onu kirletenler mi saglayacak, yoksa organik/saglikli yasam zimbirtilarina ulasamyacak olan ve yikimdan en cok zarar goren koyluler ve kent yoksullari mi? Durumun aldigi vahim hal, aslinda herkesin kafasini kurcaliyor, butun hayatlari dogrudan etkiliyor ve dolayisiyla tahribati engelleyecek her turlu caba desteklenebilir. Cumhuriyetci Mccain ile Obama arasindaki aci, liberal sol Nader ile Obama arasindaki acidan cok daha dar olabilir. Ancak sera gazi saliminda acik ara dunya lideri olan ulkenin baskanlik secimlerinden, yesil gundeme biraz daha duyarli oldugunu bildigimiz Obama'nin galip ayrilmasini dilemek de ayip degil. Mevzu oyle yakici ki, sahip oldugum "aciliyet duygusu" (bu lafi da cok tuttum. en az "politik dogruculuk" kadar ham bir ceviri) gelismemis tembel aktivizmi'ni dahi harekete geciriyor. Gelinen noktada ve gorunen karanlik gelecegi degistirebilmek adina; organik beslenmenin yayilmasindan, tarimda hormon ve ilac kullaniminin topyekun yasaklanmasina; kisisel tuketimin dusurulmesini tesvikten nukleer santrallere karsi koymaya kadar; bireysel den toplumsala butun olceklerde, militan cevrecilikten parlamento duzeyine butun duzlemlerde her turlu cevreci inisiyatif desteklenmeyi ziyadesiyle hak ediyor.
Begenmeyene soyle bir onerim ol'cak:




Saturday, June 28, 2008

cevir kaseti pil yanmasin

Daha once ortagim ayni eksenin yakin bir paralelinde konuyu desip mp3’e serh koymusken, ben muzige tum zamanlarin en cok katkida bulunmus fiziksel medya oldugunu dusundugum kaseti biraz daha dondurmek istiyorum. Yok kult bir nesne, nostaljik bir imaj olarak degil, pragmatik bir duzlemde kasetin muzik dunyasina kattigi degerleri tartmak pesindeyim. Hem aciklamak yapmak zorunda miyim? Yaziyoruz iste bir seyler. Bu sicakta bir yandan yasarken, bir yandan gozlemeyi ve kaydetmeyi, aslinda hakkiyla yasayamamayi –hem de bedavaya- kolay mi sandiniz? Neyse, birbirimize karsi anlayisli olup konumuza donelim.

Bana kalirsa muzigin en buyuk dusmani kolay erisim. Ancak erisimi iki boyutlu dusunmek gerekir. Bunlardan ilki olan materyale ulasimdaki kolaylik kismini artik kaniksamis sayiliriz. Evvel zaman icinde bos kaset pesinde pervane olunur, radyoda aniden cikacak sevilen sarkilara/programlara kontratak maksatli “cift kaset” muzik setinin bir teyp-calar haznesinde hazir kita bir kaset bulunurdu. Bos kaset kisintisi bas gosterdiginde – ki mutemadiyen gosterirdi- evdeki tarihi turk sanat muzigi kasetlerine kadar hallenilir, bu kisit zamanla uzerine kayit yapilabilecek ve gozden cikarilabilecek dolu kaset kisintisina dahi varirdi. Bu yoldan gecmis bizler icin bu emekler bugun itibariyle tarihten sayfalara gomulmus de olsa, gunumuzdeki rahatliktan belki de rahatsizlik duymamaliyiz. Cunku sanat kitlelere ulastikca degerini bulur. Mu acaba? Bilemiyorum. Kuskusuz o zamanlarda muzikseverler arasindaki ortak “muabbet” daha derin bir anlam tasiyordu. Cunku heves eksikliginden bu cetrefilli yollari asamayanlar elenir, zamandan zaman calmak suretiyle didinerek sevdigi muzige ulasanlar (kisaca, kalan saglar) arasinda cabucak bir alt-kulturel bag ve bilinc olusur, sadece muzik uzerinden sıkı dostluklar kurulabilirdi. Tarz ve begeni egilimleri daha net, fesih ve rafineydi. Saniyorum bugun zor olan kisim bu. Hersey her yerde herkesin kolayca elinde. Hangi muzikal materyal kimin elinde gercekten sevdigi icin mi, tamamiyle tesadufen mi, yoksa esen bir ruzgarin arkada biraktigi tozdan midir, belirsiz. Ancak bunun disinda kolay erisim –korsan haric ki buna ben giremeyecegim, meclis kursusunde Ibrahim Tatlises-Suavi ikilisinin olusturdugu mizansen hepimize yeter- belki de hem muzik dimaglarinin, hem de endustrisinin gelisimi icin faidelidir.

Uzerinde durmaya niyetlendigim asil erisim boyutunu ise, daha teknik bir hadise, fiziksel medya uzerinde albumun herhangi bir noktasina diklemesine erisim olarak aciklayabilirim... Fakat bu kasetten once plakda da vardi. Plak ignesi gosterilen hedefe tepeden pike yapar, her an sadece arzu edilen yeri dinleme imkani tanirdi. Isim nostalji degil, ne kadar iktisatli ve karizma bir medya da olsa, gerekirse plaga da serh koyarim :S Iste kasetin muzige en cok katki yaptigini dusundugum yer tam da burasi. Navigasyon zorlugunun yarattigi dinleme mecburiyeti... Ozellikle mobil kasetcalarlarda pilin yari yolda birakma ihtimali, pil omrunun en buyuk dusmani ileri-geri sarma edimlerini yasakli kilardi. Bu da albume daha fazla tahammul anlamina gelirdi ki, kanimca muzige ve muziksevere yarayan buydu. Cunku bazi eserler sabir, zaman ve dinlemeyle degerine kavusuyor. Geriye baktigimda tamamina vakif oldugum albumlerin buyuk cogunlugunun kaset doneminden kalma oldugunu gormem de belki bu yuzden. Hatta cogu albumun gucunu iddiasizca ucra koselere sıkışmış sarkilardan aldigini, albumdeki her bir kesitin ve siralamanin eserin sahibi icin ayri bir anlam ve ruh hali tasidigini dusunuyorum. Belki belli bir sequel, belki tamamiyle farkli cografyalardaki studyolarda yapilan kayitlar, belki duygusal iklimler, belki de kurayla belirlenmis rastgele bir dizilis.

Muhtemelen bu muzik medyumu muzisyenlerin is yapma bicimini de etkiliyordu. Dinleyicilerin hizla gecip giden hayatinin hadim ettigi ilgi, dikkat ve tahammul gibi konulari sirtina kambur ve dert etmeyen muzisyen umarsiz ve rahat bicimde kendini ifade edebildiginden, daha ozgun ve dolu dolu calismalar cikiyordu. Hatta kasetin calisma dinamiginin sarki siralamasini dahi etkiledegini dusunmek hic fantastik degil. Kim bilir B yuzunu yeni bir baslangic noktasi saymak, albumun ikinci yarisina hareketli girmek, onemli kozlari burada oyuna surmek planlar arasindaydi. Aslinda tek bir ornek dahi onceki cumledeki “belki de” tedbirini ortadan kaldiriyor. Ornegin Luscious Jackson’in 1994 tarihli Natural Ingredients albumlerinde “Free Your Mind” gibi agir bir topu ikinci yuzun hemen basinda patlatmalari yeterince guclu bir kanit olarak gelmiyorsa, bunla yetinmeyip sarkinin basina koyduklari “now ladies and gentlemen, let’s get ready for side two” repligi tum goreceyi gereksiz kilmaya tek basina yeterli olacaktir. Bana mi oyle geliyor yoksa paranoya mi yapiyorum, uzun bir suredir pek cok sanatci ve grubun en iyi sarkilarini albumun hemen basina istiflemeye calistiklari yonunde cok ciddi suphelerim var. Sanki ilk 5’ten sonra iyi bir sarki yakalamak, sonlara dogru surprizler beklemek luks haline geldi. Bu surprizler anca malum dinamiklerin alayina giden, bildigini okuyan, kaygi duymayan dik kafali icracilardan cikiyor. Her zaman sansini deneyecek ve zorlayacaklar vardir, genellemenin agirligi altinda istisnalarla ezilme olasiligina karsin tedbirimizi almayi da biliriz. Lakin zaten istisnalar da olmasa ve tum sinirlar kalin cizgilerle dumduz cizilmis olsa, bize konusacak ne kirinti kalirdi...

Son olarak hayatimda tezahur etmis epey cinfikir bir kaset taklasiyla kapatalim. Saniyorum Besiktas-Pena’da doldurulmus bir Dead Kennedys – Fresh Fruit for Rooting Vegetables kaydiydi. Albumde iki yuzun sure farkliligindan kaynaklanan bosluklari doldurma hadisesi malumdur. Ancak boylesine ilk kez rastlamistim. Kaydeden arkadas ilk yuzun sonundaki bosluga diger yuzun basindaki sarkiyi belli bir yere kadar kaydetmis. Ama nereye kadar, puf noktasi burada. Tam bittigi an kaseti cevirdiginizde diger yuzde ayni sarkiya kaldigi yerden devam edecek kadar. Hele bir de kaseti cevirmeden ufak bir kolcuk yardimiyla kasetin yuzunu degistiren afili bir walkman’iniz varsa –ki dorduncu walkman’im oyleydi- kayipsiz ve kesintisiz bicimde kaldigi yerden devam eden hayat hic bu kadar kolay olmamisti. Insanliga, sanata, sanatciya, pil omrune ve enerji dunyasina dev hizmet. Farkettigimde vay canina demedim, yalan yok, “vay o.. cocugu” dedim, fikre ve emege olan saygima istinaden...

Monday, June 9, 2008

kort merkez, alkis dolu her kez

Genclik ve Spor ayi Haziran’da kutsal spor ayinleri birbiri ardina siralanirken, tatil denklemleri ile kafayi bozmus insanlara asagidan bakan, muhtemelen koca bir yaz Istanbul’dan iki gunden daha uzun sureligine kacamayacak benim gibiler icin bir nefes sihhat gibi... Formula-1 en heyecanli şikana girerken, darginlarin baristigi futbol bayrami Avrupa Sampiyonasi da starti aliverdi. Ama bunlarin en asil tamamlayicisi, yazin habercisi sayilan, vize-final donemlerinin iki sadik eslikcisi, Avrupa’li iki Grand Slam tenis turnuvasi. Gectigimiz haftasonu bunlardan Fransiz olani Roland Garros'un final gunleriydi.

Tenis, bu yasinda cok fazla cesitlilige ve denenmemis/gorulmemise pek acik bir spor degil. Sporun bu olgun caginda ezber bozup yenilikler sunabilmek, ancak bu spor icin yaratilmis ozel oyuncularla (Federer gibi) mumkun kilinabiliyor. Ki belki de aslinda sunulan pek cok yenilige bir zamanlar bir kortta sahit olunmustu. Hal boyle, varyasyon ve yaratim alani da kisitli olunca oyuncular babinda sekil-semal on plana cikiyor. Teniscinin giyiminden hal-tavrina, uzun bir ralli esnasindaki yuz ifadesinden sevinme bicimine kadar topsuz alanda nice unsur algilarin/alicilarin ayarlariyla oynayabiliyor. Tenis bunyesinde moda, tarz ve dizaynin yeri malum. Ornegin Lacoste, Fred Perry (ki zaten kendisi eski bir teniscidir) gibi “premium-class“ markalar icin tenis arenasi hep ilgi cekici bir vitrin olageldi. Ancak sporun pek cok dalinda oldugu gibi, teniste de dizayn hadisesi yerini performans kaygisina birakirken, kiyafetler salas otesi, kaba-saba, goz zevki ve ahenk bozucu, uzay-stili cizgilerde bir dizayna burundu. 80lerde jean altina bir Ivan Lendl ayakkabisi, ya da halen gunumuze kadar degismeden gelebilmis bir cift Stan Smith giymek, donemin tabiriyle epey “forslu” iken, bugun herhangi bir cift tenis ayakkabisini pacalari icine alabilecek bir jean kesimi sizi hip-hop’a mecburen yaklastiracaktir. Boris Becker’ler, Stefan Edberg’ler sortlari icine soktuklari t-shirtleriyle iki dirhem-bir cekirdek tenis oynarken, simdi kapri’ler (Nadal’in durumu gercekten icler acisi), sortun boyuna varan t-shirtler, topuklu-yuksek tabanli ayakkabilar filan cirit atiyor. Ayrica tenisin rengi zannettigimiz “beyaz”, bu fosforlu/pastel renk cumbusu icinde –korttaki sadik seyirciler de olmasa- tarihe karismak uzere...

Bu kisitlar icerisindeki sekil-semal meseline donersek; masamda (sirketteki diger pekcok masada oldugu gibi) bir adet adidas takvimi var. Mayis ayinin konuk kapak sporcusu Ana Ivanovic, yani daha aylar oncesinden bu blogun gonul bahcesindeki yerini ayirtmis Sirp tenisci. Aylardan haziran olmus, fakat masalari gezdigimde takvimlerin buyuk cogunlugu halen Mayis ayini gosteriyor. Hatta kapagi talihsiz bicimde yunan heykeli kivaminda erkek bir yuzucunun resminin kapladigi Haziran ayina cevirmis bir arkadasa, bir grup erkek olarak rencide edici olmayan, fakat saskin/sukut-u hayale ugramis bir ifade ile bakmamiz sexist ya da homofobik bir refleksten degil, Ana’ya olan bagliligimizdandir :S Bu genc kiz Avustralya’da finalle yetinmisti, fakat bu kez toprak kortta kupayi istedi, ve aldi. Finalde kizkardesimiz Safina ile karsilasti. Sekil-semal itibariyle Safina gibi bir teniscinin tenisseveler gonlunde taht kurmasi hakikaten zor. Ama kendisini Marat’in kizkardesi olusundan midir, bir japon cizgi film karakterini andiran, kazanma hirsi ve ciddiyeti icinde dogal sekillenen komik mizaci ile midir bilinmez, Jelena Jankovic’lerden, Sanchez-Vicario’lardan ayiran sevimli/sempatik bir yan var. Sevdik kendisini, yine bekleriz. Ancak tebrikler once Ana’ya. Boyle fizik ve guzelligiyle on planda olan kadin teniscilerin –Kournikova, ya da Dokic gibi- akibetine ugramadigi icin... (Sharapova gibi somurtkan ve hirs kupu bir psikopat kaide disidir).


Erkeklerde kazanan surpriz degil. Clay-Master bu kutsal "toprak"i da pas gecemezdi. Ancak bu kadar ezici ve kolay bir galibiyet de beklemiyordum. Yalniz bu genc adamdaki sisme karsisinda dehsete kapilmamak mumkun degil. Hani biliriz, toprak kort dayaniklilik isidir ve Hispaniklerin tekelindedir. Fakat bu bildigimiz Hispanik-toprak kort ezberi degil. O ezber Sergei Brugera, Gustavo Kuerten, Albert Costa, Carlos Moya gibi makul olculerde, hatta kimisi ince-ciroz adamlara tekabul eder. Bu baska bir sey. Insan degil diyecegim, ayip olacak. Yoksa goz diktigi Wimbledon icin ozel bir kas yapisi mi gelistirdi... Zaten diger emsalleri Wimbledon’da daha bastan cuvallarken (Brugera haysiyet yapip hic katilmazdi) bu genc sonuna kadar zorlayip finale cikiyor, cim kort performansini her yil biraz daha gelistiriyor. Neden olmasin? Su haliyle mumkunse olmasin. Federer hegemonyasi yuzunden hayatindan sogumus ben dahi bu gence karsi mucadele etmenin adil olmadigini dusunmeye basladim. Hatta umarim Fed-Ex grand-slam sampiyonlugu rekoru yolunda girdigi tikanikliktan cikar ve fazlasiyla hakettigi rekorun sahibi olur.

Tuesday, June 3, 2008

lilith sizinle gurur duyuyor

1966 yilinda genc bir muhabir olarak yerel bir gazetedeki ilk isimde kiyafet tipi tekti: "pantolon yok!". Erkekler kravat takmak, kadinlar da etek giymek zorundaydi. Isyanim isyerime gri pazen bir Young Jaeger pantolon takim ile boy gostermemle birlikte geldi, ve eve geri gonderildim. Tipki "hap"tan once hayat oldugu gibi, bir zamanlar, gectigimiz Pazar gunu hakkin rahmetine kavusan Yves Saint Laurent tarafindan 1966 yilinda icat edilen pantolon takimdan once de bir hayat vardi. Ya da daha ziyade, yeni bir dusuncenin dusuncesi: "Le Smoking". Kadinlar icin koleksiyonun vazgecilmezi ve Chanel'in kucuk siyah elbisesinden beri kadin giyimindeki donusumun en temel parcasi olacak smokin.

70lerde calisan kadinlar icin mukemmel bir giysiydi. Kadinlar aslinda 20lerden beri pantolon giyiyordu, fakat pantolonlar hicbir zaman hafta sonu ambargosundan siyrilip hafta ici ofise girmeyi basaramamisti. Pantolon takim, kadinlari erkeklerle esit bir gorunume buruyordu. Ve pantolon takim -yanan sutyenle ilgili sehir efsanesi bir yana- modanin feminizme kazandirdigi bir seydi. Onu giydiginiz zaman, daha uzun adimlar atar, erkekler bileklerinize degil yuzunuze bakar ve agzinizdan cikan kelimeleri dinlemeye zorlanirdi. Mini etege karsi kazanilmis olumcul bir yengiydi. Bacaklari guzel olmayan bir kadin olarak Hillay Clinton, secim kampanyasi boyunca pantolon takimiyla yasadi.

Bunun yanisira, Saint Laurent kadina safari ceketi, ya da trenchcoat giydirdiginde dahi, ona seksi hissettirmeyi basardi. "Le Smoking" maskulen degildi, fakat androjendi. 21 yasinda, savas sonrasi kiyafetlere hazzi geri getiren adam Dior'un halefi ilan edilmisti. 60larin basinda Bridgette Bardot kadin terziliginin yasli kadinlar icin oldugunu soyledi. Saint Laurent bir sonraki buyuk degisimi ve kadinlarin ilerde oynayacagi sayisiz rolu cabucak sezdi. Sonraki yirmi yil da parmagi hep dogru butonda oldu.

Linda Grant - The Guardian (03.06.08)



*lilith (wikipedia): Musevilik ve Hristiyanlık inançlarında Âdem'in ilk eşidir. Tevrat'ın ilk bölümü olan Yaradılış bölümünün 1. Bab'ında Âdem ile beraber bir dişi yaradıldığından, 2. Bölümde ise Âdem'in kaburga kemiğinden bir dişi yaratıldığı yazılıdır.

Tevrat'ta açıkça yer almamasına rağmen; birçok Musevi dini kaynağı 2. Bölümde sözü geçen dişinin Âdem'in 2. karısı olduğu, birinci bölümdekinin ise ilk karısı olan Lilith olduğuna inanırlar.

İnanışa göre Lilith, Âdem ile aynı zamanda ve aynı anda yaratıldıklarından Âdemin kendisine eşit olduğu görüşündedir (Tarihin ilk Feministi) bu sebeple de Âdem'e tabi olmayı şiddetle reddeder Tanrı'ya asi olur ve cennetten uzaklaştırılır.


not: Adini bu figurden esinle almis "Lilith Fair" de yakin donemin ilgi cekici bir feminist muzikal hareketi olarak incelemeye deger...

Friday, May 30, 2008

anger is a gift

Rage Against The Machine, Chris Cornell takviyeli O’ndan gayri kadrosuna Audioslave gibi ne anlam ifade ettigini, nasil bir muzikalite ve mevki pesinde oldugunu bir turlu anlayamadigim –kanimca fuzuli- bir grupla devam ededursun, bu adamin ofkesine yeniden fazlasiyla ihtiyacimiz var. Tamam, vesselam buyuk adam Tom Morello’ya saygida Audioslave'a ragmen kusur etmeyelim. Ancak O'nun ofkesi, vokali ve balyoz etkili sozleriydi ki grubu benzersiz kilarken janr catisini kirip kafayi cikartan, o cati altina istiflenen diger gruplardan bi-haber/kulak olsam da onu turler ustu bir yere koydurtan. Bu sivrilik, agresyon ve militanlikta elbet baska gruplar vardir. Bu nitelikte ve ses renginde vokale sahip, hatta bu enerji ve bu etkide sozlere sahip gruplar da elbet bir yerlerde vardir. Ancak tum bu bilesenlerin maximum oranlarda en homojen karisimindan hazir yapilmisi cok olsa, antropolojist bir ana ve ressam Roberto/Beto De La Rocha’dan olma, sair muzisyen zapatist aktivist Zack De La Rocha ortalarda yok diye hayiflanmazdik. 2007'de konser amacli tekrar bir araya gelmeleri olasi yeni calismalar icin umit verici. Basimizin ustundeki yerimiz bu muzige dar da olsa, boylesi one cikan iyi ornegine (tarz olarak farklilik arzetse de benzer dinamiklerle ornegin At The Drive-In gibi) her zaman bir miktar yer acariz, dert degil.

belirtme geregi duydum; en sevdigim RATM sarkisi 94 tarihli The Crow soundtrack'inde yer alan, saniyorum grupla da tanismama vesile olan, Darkness. "genocide" kelimesinin turkce anlamini da ogrendigim sarkidir. Zaten grubun tum sozleri bir araya gelse kallavi bir "introduction to politics" kitabi tutar zahir.

Monday, May 26, 2008

aradiginiz belaya ulasilamadi

Goz doktoruna gittiginizde doktor sizi gormeden once bir dizi rutin tetkikten geciriyorlar; goz tansiyonu, keskinlik olcumu vs. Icınde bulundugum “Mayıs Sıkıntısı”nın kisa bir bolumu olarak gectigimiz hafta goz hastanesinde gecirdigim zaman diliminde sikca gordugum bir imaji buraya tasimaya ugrastim, durdum. Bir hafta sonunda yildim. Hani su mikroskobik/teleskopik bir cihazdan gorulen ve saniyorum goz keskinligini tetkik etmeye yarayan, birkac hamleyle bulaniktan berraga netligi degisen, uzun, beyaz citli yesil bir yolun sonundaki kirmizi mustakil ev.

Internette ingilizce ve turkce dallarinda olmak uzere, silkmede 350, koparmada 500, toplamda 1500 arama sonucunda halen elimde koca bir sifir var. Arama terimleri pek iyimser bicimde "göz muayenesi/eye exam"le baslayip "fundus floresein anjiografi" "psödofloresans", "korneal topografi"lerle devam ederken ne bittigi yeri, ne de hangi noktada pes ettigimi hatirlamiyorum. Peki neden bunla ugrasiyorum? Pek iyi olmadigimi zaten biliyorum. Ancak periferlerimin [oh ortak, where are thou?] benden daha iyi durumda oldugunu zinhar kimse iddia edemez. Hadi ben bilgisayar basinda, resmin pesinde pervane olup tirlattim... Peki dehsete kapilip kinayacagi yerde surecten etkilenip goz hastanesine giden, cihazin icindeki resmin basili halini talep eden, olmadigini ogrenince cihazin marka ve seri numarasini not edip uretici firmaya ulasmaya calisan ve sonuc alamamanin uzuntusunu benimle pek olagan bicimde paylasan zati muhtereme ne demeli?

Cok basitti, imaji bulup asacak ve uzerine su cekilmez hayattan –surpriz ve acili bir goz problemi dahilinde bile olsa- ufacik bir delik vasitasiyla yesil, sade, huzurlu ve minimal bir manzaraya kacis uzerine ucuz edebiyat yapacaktim. Fakat imaji arama sureci basli basina gundem isgalini olusturdu. Daha da kotusu, sinirler bozuldukca imajla aramdaki hissi baglanti da deforme oldu.

Simdi dusundukce resmi histeriyle arzuladigim izolasyona, dogaya ve sadelige kacistan cok huzura dogru bitmek tukenmek bilmeyen, netligi ve mesafesi surekli degisen bir yol, bunalim bir Atif Yilmaz filminde surekli hortlayan bir kare, ruyada kan-ter icinde katedilmeye ugrasilan ve fakat bir turlu kisalmayan mesafe ve varilamayan hedef gibi dusluyorum. Hatta evi de Evil Dead gibi serilere mekan olmaya aday bir tehlike ve dehset kuyusu olarak kurguluyorum. Sanki icinde insanlar var ve o ufak delikten seslerini duyurmak icin haykiriyorlar. Kim bilir, belki de malum resmi bulmaya muvaffak olanlardir. Aman uzak olsun, her iste bir hayir vardir. Zaten goz hastanesindeki asistan da “o resmi bulan geri donmedi” turunden imalarda bulunmus. Kis kis cinler kis kis, yallah cinler yallah...

Thursday, May 22, 2008

you’re a handsome "red" devil


Bu platformun iki basari ve sevinc fukarasi Besiktasli hastasindan biri olarak yasadigim keder ve hayal kirikliklarini, uzaktan gonul verdigim farkli renklerin sevincleriyle yamamaya devam ediyorum. Barcelona bu yil her kulvarda son surat cuvallarken, gectigimiz birkac yil yasattiklari hic de fena degildi. Bir digeri Manchester United ise bu yil Barca’nin yerini aldi ve hem Premier Lig’de, hem de Sampiyonlar Ligi’nde kupayi kaldirarak zugurt avuntusu yasatti.

Herhangi bir cografyanin kirmizi-mavi cekismesinde kirmizidan sastigim bir istisna var mi bilmiyorum. Ama sanmiyorum da. Bu kirmizi seytanlar bu yil once ligde, sonra da CL’de blues’u yikti. Goz kamastirici bir basari. 1999’da Bayern Munich’e karsi 1-0 yenik durumdan oyuna sonradan giren tum zamanlarin en klas 12. adamlarindan once Ole Gunnar Solskjaer, sonra da yasli kurt Teddy Sheringham’in golleriyle kupayi kaldirmalari arasinda saniyorum 3 dakika vardi. CL senaryosu degismedi ve kupa Manu’ya yine bir mucize ile geldi. Bu kez kendi iradesi disinda, buyuk kaptan John Terry’nin kayan ayagindan...

Mac boyu altinci hissim ne kadar Manu lehineyse, penaltilar esnasinda o kadar aleyhineydi. Ronaldo’nun gelisinden ve duraksayisindan kaciracagi belliydi. Ancak son penaltinin basina az sonrasindaki kutlama planlariyla gelen buyuk kaptanin su karedeki kader anini -hem de Van Der Saar’i ters kosedeki carsiya yollamisken- hic beklemiyordum. Geceye dair uzuntu duyacagim tek sey saniyorum mavilerden sevdigim tek oyuncunun sonrasinda yasadigi cokuntu. Anelka topa gelirkense kendisini biraz taniyan herhangi bir futbolseverin penaltiyi kaciracagini hissetmis olmasi cok olagan. Hem gelisinden, hem de her daim mutsuz ve ruhsuz halinden belliydi kaciracagi. Emin oldugum sey ise kacirdiktan sonra cok da fazla iplemeyecegiydi.



Devrimin sir’ü Alex Ferguson cok yasasin, onunla beraber tum zamanlarin futbol sir’ü Bobby Charlton’i ayni karede gormek de ayri bir onurdu. Fakat bu kupayi kendi kendime gelin-guvey olarak bu macla birlikte Manu’nun tarihinin en cok forma giyme rekorunu Sir Charlton’dan calan, Sharp reklamli formayla ve Lee Sharpe’la ciktigi yolda sol taraftan besledigi onlarca forveti eskiten, oynayan efsane, abimiz, canimiz, cigerimiz, Cardiff'limiz, Galli’miz Giggs’e adiyorum. You're a handsome "red" devil! Seni kraliceden once ben Sir ilan ediyorum...



ryan giggs, ryan giggs, running down the wing,
ryan giggs, ryan giggs, running down the wing,
feared by the blues, loved by the reds,
ryan giggs, ryan giggs, ryan giggs.

ryan giggs ryan giggs, running down the wing
ryan giggs ryan giggs, crosses like the king
beats one and two, beats three and four,
he will score, he will score, he will score.

ryan giggs ryan giggs, greatest ever goal
semi-final villa park, ran right through them all
beat half the team, straight in the net
won't forget, won't forget, no we won't forget.

Friday, May 16, 2008

tekrar tekrar kay Breen

Bu semi-kolektif alan sahipleri saniyorum aslinda ait olmadiklari kaykay kulturunu, onu yasatanlari yasatmak uzerinden yasatmayi seviyor. Zaten cogunlukla isin asli bir fenomenin kendisinden ziyade ona duyulan ilgiye ilgi duymakta degil midir? Degilse de degildir. Bu “subbaculta”yi isleyen ve kültlestiren isimler Nick Hornby, Gus Van Sant gibi takdir somurgenleri olunca, bize kulture yakinlasmak dusuyor. Alt-kulturun icinde barindirdigi kentsel/betonarme doku da yumusak karnimiz olunca algi kanallari bu haberlere biraz daha aciliyor. Bes gun sonra tekrar kay Breen...



Kanada’nin New Brunswick eyaletinin baskenti Fredericton’da 25 yasindaki Lee Breen dun bes gunluk hapis cezasini cekmek icin polise teslim oldu. Peki Breen hangi suctan hapse girdi? Fredericton sokaklarinda kaykay ile kaymasi yuzunden bu cezayi aldi. 2007 yazinda sokaklarda kaykay ile kayan Breen kardesine kask almaya giderken kendisini bir gun once uyaran polis memuruna rastladi. Polise ceza odemeyi kabul etmedigini ayrica kaykaya binmeye devam edecegini soyleyince de nisan ayinda mahkemenin huzuruna cikarildi. Hakim kendisine 100 dolar odemesi ya da bes gun hapse girmesi seceneklerini sununca da ozgurlugunu simgelestirmek icin hapse girecegini soyledi.

Dun 80’i kaykayci olmak uzere 120 kisiyle polis karakoluna giden Breen hapse girmeden once “Kentte yasayanlardan alternatif ulasim araclarini kullanmalari isteniyor. Benim yaptigim da buydu” dedi. Cevreye duyarli biri oldugunu anlatan 25 yasindaki is adami belediyenin internet sitesinde vatandaslara otomobilinin anahtarini evde birakma, disari yuruyus ayakkabilariyla ya da bisiklet kaskiyla cikma cagrisinda bulunmasina karsin atmosfere karbondioksit gazi yaymayan bir ulasim aracini kullandigi icin hapse atilmasini anlamsiz buldugunu da soyledi.


taraf

Saturday, May 10, 2008

bırakın sosyalleşsin

Hazir yeri gelmemisken gecmisde kalmis da olsa icimizde kalmasin deyip, tekrarlarinin olacagini bildigimiz bir Phonem By Miller organizasyonunun kulaklarini cinlatalim. Kis mevsiminin baslarinda post-punk’in ilahi Gang of Four bu seride garajistanbul sahnesindeydi. “Gang of Four’u gormus olmak” sahiden satilmayacak bir caka degil. Leeds’li bu yasayan efsane gruba dunyanin en muhasir muzik medeniyetlerinde dahi cok sevip denk gelememis muzikseverler mevcut. Gang of Four, yaklasik 30 yillik tarihinde cok sayida gruba esin ve tarz kaynagi olmus, takipcilerinin (misal The Rapture) dahi takipcileri (yerli Kreş) turemis torun torba sahibi bir grup. Hani ilham organlari ikinci jenerasyona naklolmus... Mamafih bir grubun muziginin bunca yil bu kadar taklit edilmis/ornek alinmis olmasi onu yucelttigi kadar, biraz eskimesine de yol acabiliyor.

Sahsen o organizasyonda sadece o efsaneyi izlemek isterdim. O muzige ve hadiseye zaman ve butce yaratmissam, mumkunse algim temiz kabim bos kalsin, dunyami onla doldurayim. Ama organizatorler on grup olarak Gang of Four’un karekökü olan Kreş’i sahneye, hem de saat 11'e dogru cikardi. Grubun sahnede kalis suresi ise basli basina bir “ana hadise”ye donustu. Bu arada ilk ve son kez orada dinledigim Kreş grubunun sahnedeki enerjisine, kalabaligi umursamaksizin kendi dalgalarina bakmasina ve ozguvenine de hakkini vermek isterim. Lakin kafalar o turev muzikle uzun sure o bicim dumduz oldu ki (ben son 85 dakikasina yetistim. Zaten sonlarinda biraktilar artik esinlenmeyi/takipciligi filan, mot-a mot The Rapture sarkilarina gectiler), neredeyse seher vakti sahneye cikan Gang of Four’a mecal kalmadi. Genc grup ana gruptan epey sahne ve zaman, izleyiciden de yipranma payi ve kulak zari calmis oldu desem yeridir. On grup Kreş, ana grup Gang of Four olacagina ana grup Kreş, arka grup Gang of Four gibi absurd bir durum olustu. Bereket Gang of Four yillara ve genclere meydan okuyan hevesi, dinamizmi ve coskusuyla enerji birimlerimizi sifirladi da biz meraklilarinin yasamindaki tarihi an heba olmadi. On grup olgusuyla bir alip veremedigim yok. Hatta ana grubu daha da yuceltir. Fakat mumkunse farkli bir renk secimiyle eklektik bir muzikalite oldugu surece anlam kazanir gorusundeyim.










Nerede kalmistik? Cayir cayir deneysel/indie-rock Istanbul’da tam gaz yol aliyor. Basi sonu belli, onune-sonuna dolgu malzemesi basmayan “akustik” organizasyonlarla... Yukardaki serzenislerin ardindan sanirim bu sadelige ihtiyacimiz var. Handan gecen son yolcu Cuma ve Cumartesi iki gece ust uste konser vermek uzere Kanada’dan gelen, “alternatif”/”indie” kavramini siradanlastirmama mucadelesinin mumtaz temsilcilerinden Broken Social Scene’di. Su girisi yaptigim siralarda sahne ikinci gosteriyle yikiliyor olmali. Nasil oluyor da uye sayisi iki hanelerde dolasan bir grup bu acimasiz korsan muzik endustrisinde ayakta kalabiliyorun cevabi sahnede apacikti. Herkesin fazlasina tamah etmeden esitlik ilkesine ve ekip ruhuna sadik bicimde kendi payina duseni yaptigi grubun kolektivizmine hayranlik duymamak elde degil. Uc kisilik kurucu listesi disindaki tum uyeler farkli gruplardan ve projelerden katilimcilar. Nitekim solist Kevin Drew onlari tanitirken gruplariyla birlikte takdim ediyor. Her konserde bir adet kadin uye kontenjani olusturuluyor ve belli bir listedeki rotasyonla donusumlu olarak dolduruluyor. Ne yalan soyleyeyim ben Emily Haines veya Leslie Feist hayali kurarken bahtimiza Amy Millan cikti ama o da goz alici performansiyla bu sekilcilgimden oturu beni kendimden utandirdi. Ne hikmetse Animal Collective, Spiritualized, BSS gibi gruplarin studyo kayitlari sanki emprovize bir surecin sonu ve ayni sarkilar sahnede asla ayni dizgede tutturulamayacakmis gibi bir his yaratiyor. Fakat konserlerinde aslinda ne yaptiklarinin gayet farkinda oldugunu anliyoruz. Sahnedeki karambolde grubun koyvererek dezorganize bicimde kendine calip oynamasi, ipin ucunu kacirarak sarkilarin yapilarini istedikleri gibi bozmalari pekala kolayken, kulagimizin alisik oldugu versiyonlara birebir sadik kalmalarini da (fazla mi anlam yukluyorum bilmiyorum ama) izleyiciye olan saygilarina yoruyorum.

Bu arada saniyorum Almost Crimes sarkisinin ardindan tum grubun durdugu anda Drew kendi kendine “Good Times Are Killing Me” diye mirildandi. Bunu duyan ben Modest Mouse fanatiginin de yuregi hopladi. Bu guzide Modest Mouse sarkisini mi soyleyeceklerdi yoksa. Cevap tabii ki hayirdi. Ama bir anlami olmaliydi. Konserden sonra ortalikta dolasan davulcu Justin Peroff’a “dogru mu duydum?” diye sordum. Evet, Kevin onu ara sira yapar, cunku sarkiyi cok sever dedi ve Modest Mouse’la iyi arkadas olduklarini soyledi. Sabirsizlikla onlari burda gormek istedigimizi soyledigimde de “hayret, burda calmadilar mi?” diye sordu (“burayi” ne sandiysa garibim). Mutlaka ama mutlaka iletecegini belirtti. Ve yuceltici bir alcakgonullulukle arz-talep dengesini alasagi etti: “Onlar da burda calmayi hakediyorlar”.

Grubun sozcusu Kevin Drew “fantastik” bir sehirde olmaktan duydugu memnuniyeti “hello istanboool”, “sagol”, “hello turkey” gibi kliselerin otesine gecen bir samimiyetle defalarca kez dile getirerek bu alistik gosteriye ciddi bir derinlik kazandirdi. Normalde seyirciye oynamak olarak okudugum klise interaktif gosterilere gelistirmis oldugum alerji de bir haftada iki grupla sifali bir tedavi gormus oldu. Boyle ozgunluk katacaklarsa ne olur hepsi sahnede bizimle sosyallesinler... Ustune Drew konser finalinde, sonrasinda davulcu Peroff'un yaptigi gibi, bizleri yuceltmek suretiyle grupla izleyiciyi ayni seviyeye esitleyerek bu derinligi tescilledi:

“Siz bizi burda gordunuz. Biz de sizi kendi ulkemizde gormek isteriz. Size guvenlik duvari ormelerine izin vermeyin*”



* "don't let them firewall you"... orjinalini belirtme geregi duydum.

Tuesday, May 6, 2008

play(doh) Sebadoh!

Istanbul neredeyse koca bir kisi, kis aylarinda metropollerin alameti farikalarindan biri oldugunu dusundugum kapali mekanlarda/ barlarda izleyici sayisi 150-300 arasi degisen “gig” kivaminda gurultulu indie rock/punk konserlerden mahrum gecirdi. Bereket Gang of Four gibi bu olumsuz kumenin disinda kalan istisnalar da oldu. Tum bu sahsi onermelerin yaninda, oysa ki mesela 2003-2004 yillari ne verimliydi. Cinerama (performansa bakilirsa daha cok Wedding Present’ti), Stephen Malkmus and the Jicks, Violent Femmes, Girls Against Boys, Lydia Lunch kulagimizda pastan eser birakmamisti. Bu hadiselerin ortak paydasi, mutevazi orta-siklet organizasyonlarin yaninda isi bazen Sonic Youth’a kadar goturen, kabarik istahimizi doyurmaya ugrasan organizasyon girisimleriyle Kod Muzik. Ancak nostalji deyince isin romantizmine daha cok mekanlar hasil oldugundan, saydiktan sonra farkettigim uzere yukardaki tum line-up’a ev sahipligi yapan rahmetli mekan Vox’a da (once Manhattan’di) hatir payesini vermek gerekir.

Son zamanlarda maliyeti dusuk cukkasi yuksek DJ-set performanslar ve “event”lerden artik gina gelmis, sanki tum isimler ve mekanlar birbirini andirmaya baslamisken bu elektronik monotonlukta imdadimiza Radyo Eksen ve Bant gibi gedigin son donem kararli kapaticilari girisimci ruhlar yetisiyor. Gectigimiz haftasonu Radyo Eksen Gutter Twins’in Istanbul’a tesrifine araci olduktan sonra (intibak edemedim yazik ki), dun de “Bant- City Nights by Converse” serisinde Massachusetts'den bir indie-rock emekcisi Sebadoh derdimize derman olmak icin yillarin bu amacta agir-isci mekani Babylon’daydi. Sirada bu konser ekolunden Broken Social Scene ve Shellac var. Kisa baharin kari, ne diyelim.


Konserlerde kendini belli bir janr icinde konumlandirmis gruplar icin kapidaki tehlike –eger cok sevilen ve bilinen bir genis kitle grubu degilse- bir noktadan sonra performansin aynilasmasi, siradanlasmasi ve seyirci ilgisinin lineer olarak azalmasi oluyor. Fakat sahnede surekli degisen, muzikle ve hasin gitar muzigi icindeki turler/turevlerle bir oyun hamuru gibi oynayan, uyeleri arasinda enstrumanlari ve vokali neredeyse tum olasi kombinasyonlarda deneyen Sebadoh icin bu tehlike Tokyo kadar uzak. Ornegin Dinasour Jr.’in bascisi olarak nam salmis Lou Barlow vokal/gitar olarak karsimiza cikarken (akustik gitardan degme elektroya tas cikaran o sizoid sesleri nasil cikariyor anlamis degilim ya neyse), yasli kurt Eric Gaffney olagandisi bir enerjiyle davulla dalga gecercesine oynuyor, oynatiyor, agzimizi acik birakiyor. Sonra gitar/vokal mevkiine gecip costuruyor. Tam donanimli “davulcu” titriyle gruba mudahil olmus Jason Loewenstein bass gitarla basliyor, gitar/vokale gectiginde ise cam-cerceve indiren hardcore bir rock esliginde kafamizi guzelce patlatiyor. Bu rotasyon boyle konser boyu devam etti. Vokale kim gecse kendi gitar ve vokal tarziyla birlikte sanki grubu ve muzigi de degistirdi. Tabii grup multi-vokalist, uyelerin hepsi de multi-entrumentalist olunca ortaya country'den blues’a, punk’dan hard-rock’a harman-corman ve siradanlasmak soyle dursun aksine adrenalin artiran bir kulak ziyafeti cikmasina sasmamali.


Grup icinde grup, tür icinde tür, tarz icinde tarz, konser icinde konser izlemenin ayricaligina erisen izleyici de dinmeyen ilgisiyle bu candan performansa karsilik verdi. Eh bu sehirde ve bu mekanda olmaktan hosnutlugu besbelli; hossohbet, nuktedan ve tum mesafeleri ortadan kaldiran samimi interaktif hallerine kayitsiz kalmak kolay degildi. Saniyorum bu karsilikli gonullu alisveristendir ki Sebadoh’un sahnede kaldikca kalasi, biz izleyicinin de durdukca durasi geldi. Tum duraganligi, sıkıcılıgı ve tatsizliginda haftanin ilk calisma gununun en hizli ve guzel kesiti Sebadoh’a aitti. Belki de Pazartesi gunune guzel bir final oldugu icin etkisi katli oldu. Bize yasattigi “Happy Monday” icin Sebadoh ve emegi gecen herkese tesekkurle birlikte nice Pazartesi konserlerine dilegiyle...

not: konserde cektigi fotograflari tembellik yapmadan gecesinde yukleyen ve bugun bize apartma olanagi saglayan flickr kullanicisi ae3000'e tesekkurler.

Saturday, May 3, 2008

this minnosh's gone to heaven














in the beginning, when we were winning...

serencebey Utd/Kultur ve Idman Ocagi'ndan, oldukca eski bir kare...

Uzun sure dunyanin uc ayri cografyasinda artik degerlere ulasabilmek icin copluk karistirmaktan yilmamis, fakat surplase olmaktan geri duramamis local, clearly canadian ve meksikali funksoulbiraderler...

bu kare yillar sonra ortaya ciktiginda, mecburi dunyevi gorevini halen memleketi kanada'da bahtsiz kutup ayisi olarak ifa eden poor leno/echo su yorumda bulunmustu:

"holly Clown!!! bu resim o kadar eski ki, o zamanlar daha richey manics`den kaybolmamis bile olabilir. hatta dikkatli bakarsak resimde arkada bir yerlerde gizlendigini bile görebiliriz.

serencebey lads club, manchester`daki ekurilerini aratmadi. yillarca kultur yeserten koklu bir mekan, koklu bir kurum oluverdi. hala gorevini yeri geldiginde guzelce surduruyor... all hail to serencebey utd"






poor ecko aslinda farkinda olmadan, yillar sonra serencebey'den cikacak richey'i haber veriyordu. o karede belki de gercekten bir yerlerde saklanan, Serencebey Lads Club'in milenyumun basindan beri sadik mudavimi (juliette) minnosh sirra kadem basti. uzerinden kendisini yadedecek kadar zaman da gecti. serencebey'in richey'sinin gizemli ortadan yokolusu oncesi veda notunu yayinlarken, 10 numarali sepetini de hall of fame'e kaldiriyoruz...

and if you need an explanation, then everything must go!




"They made me listen some heavy duty contemporary music since the year of 2000. Finally, I Lost Myself on 23rd of April night - 2008 .

I remember very well. A bit cool but lovely spring night. Barca - ManU game was on that night.
They were tied.

I left from home window and never came back. Nobody knows if I died or killed myself or simply gone away. 4 REAL.

The last place that I have been caught is Sinanpasa Mescit sok , Serencebey. If you see me, please let me know."


Monday, April 28, 2008

bipolar olimpik bozukluk

Cevrelendigimiz hudutlar icindeki siyasi kultur ve polarizasyon insana postal-takunya arasi orta bir yerde, ikisine de esit mesafe ve elestirellikte kendini konumlama imkani tanimiyor, buna alistik sayilir. Sol kanadin sert ve ani bir darbeyle kirilisindan bu yana sagin yalniz kendi icinde tum siyasetin iki kutbunu zaptedecek guce ve statuye ulasmis olmasi da artik siradanlasmis bir trajedi. Ucuncu bir kutba ve dusunceye yer acmanin olanaksizligi icinde, demokrasi ve anayasayi bembeyaz bir irk arzulari dogrultusunda kevgire cevirerek halka yukardan bakan cumhuriyetci-halkcilik karsisinda durdugunuzda radikal islamci, farkli kosullarda antidemokrasiyi ve kabadayiligi siar edinmisken o antidemokratik kanunlar aleyhine dondugunde mazlumu –yine efece- oynayan islamci karsiti soylemde de elitist bir ulusalci ilan edilmeniz an meselesi…

Peki ya cihan meselelerinde saf tutmak deveyi olimpiyatlarda sirikla atlatmaktan daha mi kolay? Uzun suredir gundem, izledigi rotada defalarca kez kitlesel ufleme eylemlerine maruz kalan olimpiyat mes(g)alesi. Kavganin eksik olmadigi Uzak Asya’da Japonya-Cin-Tayvan-Hong Kong-Kore Kardesler arasinda uzun zamandan beri cekismeli bir “uzakdogu kale” maci oynaniyor. Bunlardan Cin’in yarim asirdir Tibet halkina uyguladigi baski malum – ki Tibetliler Cin’in ayrik otu alerjisinin ilk hedefi degil. Eh, Cin’in politikalarini anlayabilmek icin binlerce kilometre yol tepip seddi asmaya ne hacet? “Dunyanin en absurd komunizmi Cin’de olsa aliniz” diyen yanibasimizdaki “nasyonal sosyalist” (var mi artiran?) Maocu yan[il]simalara goz atmak yeterli.

Tibet’e uygulanan baskiyi protesto icin eylemciler mesaleyi tukuruklerinde bogmaya ugrasirken, bir cirpida hepsinin toplamindan daha fazla Cinli de Tibet yanlisi eylemleri protesto ederek yeri yerinden oynatiyor. Mufredat bize pek yabanci olmasa da, Cin’in son numarasi Tibet’teki budist rahiplere “zorunlu vatandaslik dersi”. Tibet’le ozdeslesen ruhani/ulvi aydinlanma ve arzulardan arinma ogretisiyken deforme edile edile sosyetenin elit “new age” akimi haline gelmis, “big industry” budizmin yayilmaci passiflora/afyonlama harekati da ayri mevzu ya neyse. Bu budizm Cin’e yayilirsa ucuz is-gucunun hali nicolurdu dusunsenize… Kesisler akilli olsun! Ama gel de Fransa’nin koyu Tibet taraftarligi altinda bir copanoglu arama. Cin’in dunya istikbalini tehdit mahiyetindeki buyumesi olabilir mi? Zenofobik Sarkozy nere, Dalai Lama’ya bahsedilmis “Paris Onursal Hemseri”lik unvaninin samimiyeti nere... Kendi gocmenim otekiyken dusmanimin otekisi vatandasimdir. Fransa’da Ermeni soykirimini inkarin suc sayildigi yasa tasarisi akabinde, en az 20 kisiye forward edilmedigi takdirde Turk vatandasligindan cikarilmayi buyuran ciliz mail otelemeleriyle millet birbirini siber barutlarla atesleyedursun, Cin’de kamyonlarla onune barikatlar kurulmak suretiyle halkla baglantisi kesilerek protesto edilen Carrefour-China, “act locally fuck globally” vizyonuna sadik ve sabik bir paralellikte Pekin Olimpiyatlari’na destek bildirisini yayimladi bile.

Sporcular desen hava kirliligi derdine dusmus. Efsane sirikla atlamaci Sergei Bubka olimpiyatlari siyasi nedenlerle boykot etmeye yeltenen bazi sporculara veryansin ediyor. Olimpiyat ruhuyla siyasetin karistirilmasinin insanlik sucu oldugunu 1984 yilinda Sovyetler Birligi’nin boykotu nedeniyle olimpiyatlara katilamayarak calinan ruyalariyla aciklarken icimizi buruyor. Lakin biz de kendisinin su anki uluslararasi olimpiyat komitesinin yonetim kurulu uyesi ve atletizm komisyonu baskani oldugunu hatirlatiyoruz. Tum bunlari bir muhendislik, mimari ve sehircilik harikasi Ataturk Olimpiyat Stadini barindiran Avrupa’nin kültür şoku baskenti Istanbul dururken Pekin’i secmeden once dusunecektiniz Bubka efendi! Bir sarkac misali kan ter icinde bir kutba variyorum ki, arkama bakmadan zittina kacis hizim Jesse Owens’a tabutundan parmak isirtiyor. Ortada kalsam bir taraftan Maocu, ote taraftan emperyalistim. Acin ucuncu kutbun onunu! Zaten toplasan kesintisiz 1 saat olimpiyat izlemisligim yok, cok sıkıcı bulurum. Olimpiyat Futbol Finalini filan izliyorum, onda da 45 dakikada bir ara veriliyor.

Sunday, April 27, 2008

ilk orta fakülte, bitirdim ben güzelce

Pazar sabahı zorunlu gezintiye çıkmışken bomboş saatlerimin bir kısmını bir zamanlar sıklıkla yaptığım gibi kitapçı gezerek tükettim. İki kitap üzerine odaklanıp sadece birini aldım (param da cebimde kaldı, oh)...


#1


Paralaks / Slavoj Zizek / Encore Yayınları



arka kapakta yer alan tanıtım yazısı içeriğin yoğun kıvamını ortaya koyuyor. Harfi harfine aktarıyorum:


Artık her okul çocuğunun bile bildiği gibi Zizek'in yeni kitabı özel bir sıra izlemeden, Hegel, Marx ve Kant tartışmalarını; sosyalist dönem öncesi ve sonrası birçok anekdot ve düşünceleri; Stephen King ve Patricia Highsmith gibi geniş kitle yazarlarınının yanı sıra Kafka üzerine notları; operaya ilişkin referansları (Wagner, Mozart) ; Marx Kardeşler'in şakalarını; hem cinsel hem de müstehcen esprileri; Spinoza ve Kiekegaard'dan Kripke ve Dennet'e kadar felsefe tarihine ilişkin düşünceleri; Hitchcock filmleri ve diğer Hollywood-ürünlerinin analizlerini; güncel olaylara referansları; Lacancı doktrinin anlaşılması zor noktalarını; günümüz kuramcılarıyla (Derrida, Deleuze) polemikleri; karşılaştırmalı dinbilimini; ve son günlerde ise bilişsel felsefe ve nöro-bilimsel "gelişmeleri" içerir. Bunlar, Eisenstein'ın adlandırabileceği gibi "cazibeler montajı"nda, bir tür kuramsal çeşitlilik gösterisinde sıralanır. Bu gösteride "çokluklar" serisi birbirini izler ve seyirciyi kendinden geçmiş büyülenme içinde tutar. (Fredric Jameson)


Henüz tanıtım yazısını anlayacak seviyede olmadan - hele de bir gün o yüksek mertebeye ulaşabileceğime dahi inanmadan- kitaba el atmanın doğru olmayacağına inandığım içindir ki Paralaks'ı aceleyle rafına geri bıraktım. Kısa yazı içerisinde beni tedirgin eden bahsi geçen terminolojiye uzaklığımdan ziyade Jameson'ın okul çocuklarının (school boy) dahi kitabın konusunu -üstelik kendi izah ettiği biçimi ile- bildiği iddiası oldu. Cehaletimi kabul edebilirdim. Ne var ki bunun ulu orta alay konusu edilmesi, kabullenebileceğim bir tavır değil. Hangi okul çocuklarıydı Jameson'ın bahsettiği? (kendilerini "Frankfurt Okulu Öğrencileri" olarak adlandıran bir tür entelektüel - yeraltı sekt'i mi? ) Yeni yetişen kuşağı kastediyorsa, durum benim için daha da vahim. Bugüne, hatta sadece birkaç saat öncesine kadar, '90 doğumlu çocukların imrendiğim yegane özellikleri uzun boy ortalamaları idi. Şimdi bir de zekalarına gıptayla bakacağım. Demek ki bu çocuklar, benim 'köyde kış hazırlıkları' ve 'salamura nasıl yapılır' gibi hayat bilgisi aldığım yaşlarda Zizek külliyatını hatmediyorlar. Lanet olası okul çocukları...


~

Mürekkep yalamışlık konusunda geleneksel bir kriter üniversite mezunu olmak. Başlıkta alıntıladığımız Emrah hitindeki anlamıyla "fakülte" geçerliliğini çok önceden yitirmiş, bugün sadece olayın dışında kalmışlar tarafından kullanılan bir kelime. Çevresinde hala "fakülteyi bitirmek" ya da "fakülteden arkadaşlarla buluşmak" gibi köhne kalıpları kullanan var mı? Emrah bu şarkıyı yaptığında dahi durum böyleydi ancak kendisinin haberi yoktu tabii.



#2


Yolda / Jack Kerouac / Ayrıntı Yayınları


Yıllar yılı sahaf kapılarını aynı soruyla çaldım "güzel abim, sizde Yolda bulunur mu?" . Sahaflarsa hep aynı alaycı gülümseme ve üstten bakışla cevapladılar beni "yok...bulamazsın da" .


Nihayet Yolda'nın yeni baskısı var. Gerçi ben bu kadar aradıktan sonra elime Kıyı Yayınlarının '93 baskısının geçmesini dilerdim ama güncel neticeden de memnunum. Ayrıntı Yayınları bir kıyak yapıp beat kuşağının başyapıtını bastı. Düz hesap 20 ytl. Yolda'nın 15 yıl sonra yayınlaşı ve dün ( 26 Nisan 2008) tarihli nükleer karşıtı eylemler arasında kırmızı kurdela ile bir düğüm atarak, Ginsberg'in kitap üzerine kısa bir yorumunu aktarıyorum:


Kerouac'ın ve Beat Kuşağının yapıtları bu ülkede sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir.

Friday, April 25, 2008

Ben walkie, sen talkie

Air'in Fransiz adamlari gecmis tarihte - walkie talkie albumunun yayinlanisini takiben - verdikleri bir mulakatta "biz dj degil, muzisyeniz" diyorlardi… demislerdi / diyedurdurlar / diyeyazdilar… Sahsen ben bu iki centilmeni hicbir zaman dj olarak degerlendirmedim ancak bu dj'ligin saygideger bir zanaat olmadigini dusundugum icin degil. Boyle bir savunma yaptiklarina gore demek ki birileri onlari dj ikilisi olarak tanimlamis ve onlar da kimi nedenlerle bundan rahatsiz olmuslar. Orrayt… anlayisla karsilayabiliriz. Ne de olsa ozellikle de muzik endustrisinde ana akimlar, alt dallar ve bilimum kategorizasyon flu'lasti , sinirlar eriyip gitti. Hani oyle adamlar var ki temsil ettikleri turlerin en basarilisi sayiliyorlar ancak o turde musiki icra eden 2. bir ismi taniyan eden yok. Benzer bir kafa karisikligi bir donem futbol camiasinda da yasanmisti. Isler griftlestikce tanimlamalar da karisiyor (aslinda buradaki karmasanin sebebi eylem;in hep bir adim onden gitmesi). Mesela yillarin eskitemedigi 4-4-2 sistemi 'modern futbolun ihtiyaclarina cevap vermek' adina deforme edildi / mutasyonlara ugratildi / emdigi sut burnundan getirildi. Ayni maci izleyen yorumcular takim tertiplerinde bir turlu uzlasamadilar. Muzaffer A takimi kimilerine gore 4-1-2-1-2 , daha duz dusunen birisine gore 4-3-1-2 bambaska ve geleneksel birisine goreyse bildigin 4-4-2 dizilisi ile oynuyordu. Pekiyi burada sorun hakikaten postmodernist bir donusumun kaotik sonuclari ile yuzlesiyor olma durumu mu, yoksa tarih yaziminin hep biraz geriden gelmesi gerektigi mi? Yani biz basit gercekleri dahi ayirt edemeyecek kadar aptal miyiz, yoksa sadece biraz zamana mi ihtiyacimiz var? :S

Tabii ben son gunlerimi bunlari dusunerek gecirmedim. Zaten bu tip seyleri hic dusunmem, sadece yazarken aklima gelir. Herhalde 10 gundur yuruttugum tek aktivite ev aramak. Daha once bu isi bir kez yapmistim ancak hem sansin yardimiyla hem de kosullarin daha elverisli olmasi nedeniyle oldukca kisa surmustu. Meger hayli zevkli ve dahasi egitici bir faaliyetmis. Liselerde secmeli ders olarak okutulmasinda yarar goruyorum. Kentlerin ve hedef mahallelerin, yerlisine gore "bozulan" fakat objektif olarak yaklasildiginda gorulecegi uzere "degisen" yapisini gozlemlemek adina bence herkes yilda 1 hafta ev aramali. Boylesi bir mobilizasyon halinde kaybeden sadece -ev arayan ve tutan kitle arasindaki orantisizliktan oturu haybeye yorulan- emlakcilar olur, ki onlar da kaybetsin zaten. 1 kira bedeli kadar komisyon mu olur! (emlak sektorunu ve emekli amcalarin yuruttugu sokak arasi emlakciligin, emlak brokerligine evrimini sonraya birakalim. ve bir daha hic ugramayalim)


Izmir kentinin tek merkezi Alsancak. Karsiyaka Carsisi bir ilce merkezinin otesine gecmiyor. Benzer sekilde Konak, yollarin kesisimi olsa dahi geceleri yasamayan bir transit merkezi, bir hub. Hal boyle olunca, kentin butun renkleri de Alsancak'ta yogunlasmis oluyor. 'Eski Alsancakli' kent soylu ve kimisi levanten ailelerin ikamet ettigi mahallenin hemen bitisiginde travesti populasyonun yogun oldugu sokaklar basliyor. Ogrencilerin tercih ettigi rock bar larin ( yok "bilmemne hall" degil, nesli tukenmeye baslayan klasik rock bar ) bulundugu sokaklari kesen caddede daha chic restoranlar var. Sosyal sinif ve eglence kulturu cesitliligi olan, dolasmaktan ya da yasamaktan sIkIntI duyulmayacak hakikatli bir merkez. Uzerine bir de "her sokaginda Izmir'in kizlari kadar guzel meshur imbati eser" desem, tam romantik olacak ancak, yok oyle birsey. Kordon boyunun bitisik nizam yuksek yapilari ruzgarin icerilere sizmasini engelliyor. Yazin buram buram nem ve dayanilmaz col sicagi var. Yine de kumulatif hesapta artisi eksisinden epey fazla. O halde, yerleselim degil mi?


Bu arada, ben aslinda ev filan bakmiyorum, kenti geziyorum.

Wednesday, April 23, 2008

toren kallavi, katilim mecburi; sapina kadar milli!

Bugun 23 Nisan. TBMM’nin cocuklara armagan edilen kurulus yildonumu. Ulke tarihinin bu kilometre tasinin cocuklara atfedilmesi hakikaten şık ve dusunceli bir davranis. Saka degil, 1920 yilinda “Hakimiyet-i Milliye”den 1935 yilinda “Cocuk Bayrami”na evrilmis, ulus tarihinde essiz bir kirilma noktasindan sozediyoruz. Lakin “Ulusal Egemenlik” gibi bir olgunun kutsiyetinden mutevellit el kadar cocuklarin uzerine yuklenen sorumluluk da agir olmali ki, toren-kutlama-siir-temsildi canlarindan bezen cocuklar icin bir suredir ertesi gunu tatil ilan etme ihtiyaci olustu. Biz yetiskinlerin gozunde uluslararasi duzeyde senlik havasinda, farkli ulkelerden katilimla rengarenk bir kultur bahcesi gorunumune burunen bu bayram, gunu siradan bicimde -yilin zaten yarisini tukettigi- kendi okulunda torenle geciren cocuklar icin bir omur torpusu olmali. Senlik “kucukler” icin ihlali durumunda cezasi hazir mecburi katilim, ciddiyet dozu hayli yuksek askeri nizam, desibel canavari megafondan tarihi efsaneler, millî destanlar, ulusal cigliklar ile bir anda muhtemelen o anlam veremedikleri hirs, ihtiras ve catisma dolu “buyukler” aleminin orta yerine zorla itilmislik haline geliyor. Anlasilan hizini alamamis olan ulus bugun okullu cocuklar uzerinde de fazlasiyla egemen: Tum bu mecburiyetlerin yani sira malum siirin dikte ettigi gibi, nese dolmak da zaruri.

Bir yetiskin olarak yarinki tatillerinde inanin gozum yok. Bugun yasadiklarini yasamamak benim icin fazladan bir gun calismaya deger.

Haydi hayirli tatiller...

Saturday, April 19, 2008

beyond the rave


Frenkestein (1958), Dracula (1958), Mummy (1959) filmleri, sonrasinda bunlarin “sequel”leri ve diger ölümsüz efsanelerin/hikayelerin beyaz perdeye nakliyle bilim-korku ve gerilim sinemasini ceyrek asirlik bir sure domine etmis Hammer Film’den Beyond The Rave… Neredeyse yine ceyrek asirlik bir aradan sonra... Dominasyon yillarinin as hikayesi “vampir efsanesi”nde hiz kesmek yok. Beyond The Rave, Ingiltere’de bir yerde, yeralti rave dunyasinda gecen guncel bir vampir hikayesini konu aliyor. Ertesi sabah Irak’a gonderilecek olan Ed ozgurlugun son demlerini kayip kiz arkadasi Jen’i aramakla geciriyor. Davetli olmadigi ve bir alt-kulturde homojen bicimde kenetlenmis tuhaf bir kalabaligin hardcore-rave partisinde Jen'i buldugunda ise Ed’in “25th Hour”u basliyor.

Alternatif produksiyon yontemlerini dustur edinmis (yuksek oyuncu kalitesi-zekice tasarimlarla ucuza kotarilmis studyo isi gibi) Londra’li film sirketi Hammer’in bu defaki numarasi: Beyond The Rave, 20 bolum/“webisode” halinde internette, myspace'de...
[myspace.com/beyondtherave]

Wednesday, April 16, 2008

elinde kamerasi, Jarvis

90’lar altin caginda brit-pop aleminin altini ustune getiren Pulp’in bes album sahibi bir muzik grubuyken “newcomer” muamelesi gordugu o mesum hikaye Pulp’la birlikte sikca anilir (biz de ikidir uzerimize duseni yapiyoruz iste). Bugunun cok yonlu sanat sahsiyeti Jarvis Cocker 80’lerin sonunda, basarisiz bir grubun uyesi olmak disinda hayatta yaptigi pek bir sey yokken, yonetmenlik hayalini gerceklestirebilmek icin sansini Saint Martins College’da video ve film kursuna kaydolarak deniyor. Hani “Common People” sarkisinda da gecen St Martins College. Bu isin hic de kolay olmadiginin farkina varisi kursu bitirmesine engel olmuyor ve hazir dalinda mahir bu kolejin ozgurce film cekmeye tesvik eden comert olanaklarina erisim kazanmisken, bos durmayip kendi amator sayilacak capinda filmler cekmeye basliyor.

Okullu doneminde Jarvis Cocker’in cektigi dort adet filmin toplu gosterimi “My Adventures in the Avante-Garde World” adi altinda, sanatcinin memleketi Sheffield’de (Wednesday’i tutar kendisi, United degil) gerceklestirilen Sensoria Festival’in bir bolumunde yer buluyor: Love is Blue (1987), Plastic Palace People (1988), Big Head's Night In (1990), Blue & Sepia Isabella (1990). Filmleriyle ilgili tabii ki koyu iddia sahibi degil -ki bazilari beklediginden de iyi yerlere ulasmis; ornegin birinin Nightmare on Wax-Aftermath videosunda kullanilmasi gibi- en azindan bir muzik insani olarak arkaplan muziklerine kefil. Bu haber vesilesiyle belki internet uzerinden yahut alternatif kanallardan (ana-alternatif dinamikleri darmaduman; i know the world is upside down) filmlere ulasma istegi dogar diye... Yoksa yasadigimiz hayatin gerceklerini hali altina supurup, oturdugumuz yerden Sheffield’daki event haberini verelim terbiyesizligimizden degil. Halbuki Besiktas Belediyesi’nin Barbaros Iskelesi onunden Sheffield’a, festival alanina kaldirdigi otobus saatlerini de yazacaktim. Ama size yaranilmaz...

Thursday, April 10, 2008

yandim televizyonun elinden

Ozellikle yeni cagin mesihi internetin televizyonun tahtini salladigina hukmeden, gazetelerin arka sayfalari icin tasarlanmis iyi ihtimalle kucuk orneklemli, kuvvetli ihtimalle masa basi teorilerden uydurmaca arastirmalar soyle dursun, televizyon halen en populer kitle iletisim araci. Basta yayin hizi (gunumuz televizyonculugunda “canli” yayin hukumranligi dikkate alindiginda cok kritik), goruntu kalitesi, navigasyon kolayligi, uzaktan tam kontrol kumanda imkani ve ergonomik izleme olanaklari gibi teknik-fizyolojik ozellikler, medyumun liderlik koltugunu saglamlastiriyor. Tabii isin bir de temel calisma prensibinin sekil verdigi sosyo-pratik yonu var. Tek yonlu iletisim mantigiyla isleyen “broadcasting”, tercih yapmak durumunda kaldiginda tercih yerine kisa devre yapan, acz icerisinde icsel catismalara gark olup felegiyle birlikte nereden baslayacagini sasan modern cag insaninin bu problemlerini ortadan kaldiriyor. Karsilikli etkilesime kapali bu diktatoryaya uzaktan kumanda, kablolu yayin, dijital platform, goruntu kaydedici/PVR gibi yollardan ihtilal girisimleri basarisizlikla sonuclanirken, televizyon, secmekten ziyade verileni almaya, yonetilmeye ve disipline edilmeye muhtac bireyler icin tedavuldeki en sifali recete.

televokasyon
Ogretim hayatim boyunca turkce kompozisyon/ingilizce essay konusu olarak defalarca kez karsilastigim televizyon yararli mi zararli mi tartismasinda kalemimin ucunu hep TV lehine sivriltmisimdir. Cunku bilincli kullanildiginda halen televizyondan alinabilecek cok seyin oldugu kanisindayim. Lakin kitlesel iletisim aracinin bir kitle imha silahi haline donusmekte oldugu gercegini de yadsiyamam. Ki medyanin bu ezici gucu de yeni bir sey degil. 2002 yilinda Bolivarci devrim sefi Hugo Chavez’i devirmek icin Amerikan menseili medya cuntasi is basindaydi. Ama “Revolution will not be Televised”. Ne yazik ki her girisim bu ornekte oldugu gibi fiyaskoyla sonuclanmiyor. Nihayetinde tum zamanlarin en basarili ve uzun soluklu sosyalizm uygulamalarindan biri olan, azimsanmayacak sayida farkli etnisite ve dinlerin tek cati altinda catismadan yasayabildigi Tito’nun Eski Yugoslavya’sini dagitma niyetli ulusalci propagandalarin siyasi kanali olmaya muktedir bir medyumdan soz ediyoruz. Bir propaganda ve provokasyon araci olarak televizyon, dunyanin gelecegine yon vermeye yetecek kudret ve titre sahip medya patronlarinin devlet politikalarina hukmetmede, ulkelerin, hatta kuresel boyutta dunyanin uzun vadeli kaderini yazmada, iktisadi ekonomilere yon vermede en onem verdigi iletisim kanali. Bu aracin bir de kitle bilincini imha silahi haline donusmesi durumu var ki, saniyorum en tehlikelisi bu…

telebilitasyon
Recete metaforu bosa degil. Televizyon ulasimi en kolay ve en legal uyusturucu. Metafordan bagimsiz radyasyonun beyine gercel uyusturucu etkisi de ayri mevzu tabii. Kiskirtma temelli kullanimi kadar, “halka ragmen demokrasi” anlayisiyla alttan alta sinsice yurutulen politikalarin basariya ulasmasi icin, “izleyiciye ragmen televizyonculuk” mantigiyla toplum bilincini pasifizasyon araci olarak yaygin bir kullanim agi var. Egemen guclerin, gelisimleri ve kalkinmalari toplumsal bilinc ve birliktelikten gecen ucuncu dunya ulkelerine western populer kultur enjeksiyonu da, zaten zayif toplumsal hareketleri iyice cilizlastiriyor. Vicdandan yoksun akillarin koca bir kitleye hitap gucunu yakalamisken hipnoz, paralizasyon, pasifizasyon gibi olgulari bu yazinin anahtar kelimeleri konumuna getirmeleri yerine, halki bilinclendirerek kendilerini bu kudrete ulastirmis sistemin carkina comak sokmalarini bekleyemeyiz, degil mi?... Yaratilan algi kirliligi, imge bombardimani ve kafa bosaltici yayin anlayisi toplumsal hafizayi, refleksi ve vicdani yerle bir ederken, mevcut durumu sorunsallastirarak sorgulama ve hakikate ulasma egilimini ortadan kaldiriyor. Izleyicinin kendisini fena halde televizyona kaptirmasinin bir baska yansimasi olan, izledigi dunyayi ve karakterleri icsellestirip kendi kimliginden kopmasi var ki, daha fazlasi icin “televizyonda” denk gelirseniz 1975 yapimi Mujdat Gezen’in “Televizyon Çocuğu” filmini kacirmayin...

telemisyon
Meslek duzeyinde tum bu kokusmus duzenden kendini patalojik bicimde soyut varsayan ve ozerkliginin oldugu sanrisina kapilan “televizyonculuk”un bahanesi her daim tetikte: Halk bunu istiyor. Hayir efendim, halk ne verirsen onu izliyor. The Jam’in “Going Underground” sarkisinda farkli dizelerde degindigi gibi: “Public gets what the public wants/Halk istedigini alir”. Ama ayni zamanda “Public wants what the public gets/Halk aldigini ister”. Evinde uyumadigi tum zamani televizyona gommus halk, elektrik kesildiginde can damarlari kesilmiscesine ölümle kardes bir komaya giriyor; tek careyi yine uyumakta buluyor. Cunku ters yonde bir akisla televizyon izleyemedigi zamani da uykuya gommek zorunda, ezberi bu... Televizyona muhtac bu bireyler ne verilirse izleyecek. Gerci uyumalari da istenmeyen bir durum olmazdi, ama ya bir gun uyanir ve cevabi verilmesi zor sorular sorarlarsa?

telefüzyon
Peki ya nitelikli-niteliksiz ayirmadan, balik hafizalara duyulan guvenle marka imajinin tam tersi programlara dahi sponsor olabilme midesizligini gosteren, milyarlarca dolarlik televizyon endustrisini dimdik ayakta tutan reklamverenlere ne demeli? Tum kalitenin dusmesinde ve televizyon denen aygitin frenkestein’lasmasinda en buyuk rolu onlar oynuyor. Tuketiciye ulasabilmek icin atmayacaklari takla, sergilemeyecekleri erdemsizlik yok. Nitelik citasi nasil mi yerin dibine geciyor? Alin size ölümcül bir döngü: Genis hitap gucu olan, kumandalarda ilk 9 u garantilemis bir kanal cok ucuz bir produksiyonla kepazelik bir programi prime-time’da ortaya atiyor. O kanalda, o saatte tuketiciyle duyusal-simgesel iliskiye girebilmek atesiyle yanip tutusan reklamveren (kufur gibi) icin bu kepazeligin hicbir onemi yok, ve dayiyor markasini. Beyni isinmis ve guce/ihtisama tapan ortalama izleyici de, program arasina giren reklam suresini ve kusaklarini gorunce, programi kendisinin farkedemedigi matah bir sey saniyor ve inatla takibe geciyor. Tabii, reklam alan program iyidir. Birbirini besleyen halkalar bu sekilde birbiri icine geciyor ve izleyici olusan bu zincire vuruluyor. Insan haliyle, acaba reklamverenler yayin kalitesini bilincli sekilde tarumar ederek TV’de izlenmeye deger tek sey olarak reklamlarin kalmasini mi hedefliyor diye dusunuyor. Ama bu, izledigi yapimlarin kalitesini sorgulayip reklamlari izlemeyi secen bir izleyici profilini baz almak olur ki, bu kisilerin de reklam yalanlarina karinlari tok olurdu. Hazir kurbanlari yakalamisken, hedef kitle (umitsiz tuketim toplumu) ile televizyon tutsaklari (tuketim cilginliginin bir baska turevi) arasindaki yuksek korelasyondan yurumek varken bu stratejiye ne gerek? Tuketim toplumunu sahlanma ve ayakta durma gucunu bu beyni uyusmus bireylerden aliyor. Bu iste para var cok milyon…

televizyonu kapatma davasi
Erci-E bundan 15 kusur yil once populer kulturu tefe koyan sarkisinda "televizyon, ölü bir vizyon; bu iste para var cok milyon" derken gelecekte gun be gun cirkinlesecek TV ekranini erkenden haber veriyordu. Gecmisi/mi goz onune aldigimda halen televizyona inansam ve bir avuc ilke sahibi kanalin yayin anlayisini umit verici bulsam da, ahvalin geneli cok asap bozucu. Kendimce anten kablosunu cekip televizyonu bir haftaligina kapatma karari aliyorum. Mutfaktaki televizyon kapsam disi, tabii ki...

Wednesday, April 9, 2008

6nin 3lu kombinasyonu

Çoğalınız, üreyiniz, yoksullar ordusunu besleyiniz...
Illa 3 çocuk yapılacaksa, aşağıdakilerin kombinasyonu olsun. -bari?

-Achtung Panzer! Gunden Esprisi-

Beceriksizligin Psikopatolojisi

'gifted'

Ingilizceyi bu yüzden seviyorum işte. Ingilizce bir kelimenin Türkçe tam karşılığı aklınıza gelmeyince -ya da böyle bir anlam hiç olmayınca- o kelimeyi mırıldanıp dudağınızı 'hmmm' dercesine bükebilir ve sizi dinleyen kişiye 'hadi ama, bana yardımcı ol da şu dilimin ucundakini dökeyim!' sinyalleri gönderen el kol hareketleri yapabilirsiniz. Gifted da o kelime grubunda. Yetenekli olma durumu var, fakat bunlar kazanılmış şeyler değil. 'Metafizik bir varlık tarafından bahşedilmiş ayrıcalıklı kişi' ya da kısaca 'Allah'ın sevdiği kulu' anlamına geliyor. Ancak tek kelimelik doyurucu bir karşılığını bilmiyorum. Tek başına 'yetenekli' , 'maharetli' gibi adlandırmalar, aynı kuvvette / yoğunlukta değil . Gizem yok, mistifikasyon yok. Ne anladım ben o işten?



Her çarşamba günü öğleden sonraları toplantıya giriyorum. Masanın çevresindeki grup içerisinde birileri çeşitli şemalar eşliğinde birşeyler anlatıyor. Scorecard'lar, KPI'lar, Process'ler, Progress'ler havada uçuşuyor ama benim konuyla zerre ilgim yok. Sol dirseğimi masaya koyduğum ve başımı sol avucuma yasladığım halde, sanki akan görüntülere bakıyormuş gibi bir pozisyonda hafif bir uykuya geçmeye çalıyorum, ama bir yandan da tırsıyorum. Fark eden olursa büyük rezillik. Ne katakulliler yapabileceğimle ilgili gerilimleri yaşarken bir anda farklı bir boyutun kapıları açılıyor ve - guess what? - Sergen'i düşünmeye başlıyorum. İşte bu adam belki de benim ömrü hayatım boyunca izlediğim / izleyebileceğim en 'gifted' insandı. Bütün kariyeri boyunca yeteneklerini yeterli seviyede kullanmamakla eleştirildi. Fakat aslında, bana kalırsa onun en büyük meziyeti tam da bu noktadaydı. Asla taviz vermedi, canını hiç sıkmadı, kafasını yormadı, sonuna bakmadı, adam olmadı, gittiği - gezdiği her yerde çok sevildi. Üstelik, bu 'değerlendirilmemiş kabiliyet' durumu, Sergen'e hep 'o ki istese dünyaları yerinden oynatır' havası kattı. Kim bilir belki gerçekten de bunu başarabilirdi. Fakat, ya canını dişine taksaydı ve yine de arzu edilen seviyeye gelemeseydi? Aynı durum bütün erken göçen 'yetenekler' için de tartışılır; Hendrix ölmeseydi, Cobain yaşasaydı gibi... Peki ya yaşasalardı ve örneğin hayatının son demlerinde Vietnam savaşını savunacak kadar 'geriye giden' Jack London gibi kendi imgelerini berbat etselerdi?


Evet, ev ödevi olarak 300 kelimeyi aşmayacak şekilde "if I was Sergen, I would..." konulu bir kompozisyon bekliyorum.

Sunday, April 6, 2008

ölmek için güzel bir gün... 5 Nisan


Bazi olacaklar oncesinden cagiriyor olmali. Az once ajanslara dusen ölüm haberiyle birlikte IMDB’de son bir gorev icin ismini arattigimda, Charlton Heston linkini diger bakîr linklere kiyasla ayriksi bir renkte/ daha once tiklanmis gorunce hatirladim; bir hafta kadar once iptidai bir durtuyle Charlton Heston’in filmografisinde dolasmis, tum zamanlarin en gorkemli yapimlarimdan Ben-Hur’un karelerinde kaybolmustum. Tesaduftur canim, ustunde durmayalim. Ben-Hur takriben 7 yaslarimda, Charlton Heston’la ilk tanistigim filmidir. TRT 1’de bir Pazar gecesi yayinlandiginda, etkilesim icinde oldugum kendi yas grubumdan (ben dahil) yeterli dayaniklilik ve direncle uc kusur saatlik filmi tamamlamaya muvaffak olan cikmamisti. Ailenin topyekun geri kalaninin gunlerce filmden bahsine misafir dinleyici olarak katildikca hayiflanirken, ne sanstir ki, komsumuzun videosu kisa bir sure sonra ukteyi doyurmustu. O gun tanistigim kahraman dun, 5 Nisan 2008 tarihinde, 84 yasinda birkac yildir mucadele verdigi cetin dusmani alzhemier'a bayrak cekip dunyadan goctu. Ancak ölümlü dunyanin uye alimi konusunda pek despot ölümsüzler listesine resimde gordugunuz ihtisami ve imzasiyla ebediyyen girmisti bile…

Tuhaf olan, 14 yil once dun, Sonic Youth’un bana verdigi ogutu gerceklestiremeyip bir turlu olduremedigim idollerimden Kurt Cobain kendini oldurmustu bile. Ve dun muzik tarihimin/nin bu kirilma noktasiyla ilgili bir seyler yazip cizmek konusunda tereddutte kalmisken, kendi 5 Nisan Kararlari’ma (kahrolasi bu hadise de Cobain’in ölümüyle yastas; 1994) imza atarak pas gectim. Cunku bu eylemle birlikte, performatif olarak, bet bir halet-i ruhiyenin gunumun geri kalanina sirayet edecegini dusundum. Oysa ki Cobain trajedisinden en agir darbeyi alanlardan biri olarak takip eden birkac yilda dogumgunu zehrolan bir arkadasimiz ayni gun-5 nisan'da iyi ki dogmustu, ve biraz eglenmek/kutlamak zamaniydi. Hem ölümü kendi diyalektiginde, baska bir boyutta yeni bir baslangic saymak kisinin kendi imânina kalsin, tercih edilmis ölüm en azindan acilarin sona ermesi anlamina gelmiyor muydu? Bana kalsa, en ilkel ve bencil bir dilekle, keske Cobain yasadigi hayat iskencesini surdurme pahasina bana sanat yapmaya devam etseydi. Lakin yeni karar paketinde bizim icin yikici etkiye sahip bu tercihe anlayis birinci maddeyi olusturuyor.

Peki ya tercih dahilinde bir ölüm olmasa da, yillardir alzhemier’in pencesinde ve 84 yasinda kim bir gun daha fazla yasamak ister ki? Iyi ki öldün Heston…

gercekler acitir


Evlat edinilen bir çocuğa hayat veren ve onu büyüten aileleri arasındaki dava süreçleri ya da, o çocuğun yaşadığı duygusal gel-git'ler, trajik tercihler üzerine kaç film izlediniz? ( Gelen cevapları grupladım ve çan eğresinin 3-5 arasında zirve yaptığını gözlemledim ) Bu hikayelerin dramatik kuvvetinin kaynağı - Ayşecik / Sezercik ekolünü dıştalayarak söylersek - pek çoğunun 'based on a true story' ibaresi taşıyor olması, taşımayanların da taşıyanlardan farklı olmamasında. Link'teki haber ise gerçek hikayenin ta kendisi;


Arjantin'de gözaltında 'kaybolan' solcuların yasadışı evlat edinilen çocuklarından biri, sahte aileye açtığı davayı kazanıp bir ilke imza attı. Sahte anne sekiz, baba yedi, bebeği veren subay 10 yıl hapis yedi.


Arjantin Cuntası, tıpkı diğer cuntalar gibi toplumsal bir yıkım ve totaliter baskı dönemi. Bu karanlık dönem içerisinde anne ve babası hapishanede öldürülen 78 doğumlu Maria, düşman neslini rehabilite etme projesi çerçevesinde asker / asker yakını ailelere teslim edilmiş bebeklerden biri... Kendisini evlat edinen ve 20küsür sene boyunca derin bir yalanı büyüten sahte ailesini toplumsal vicdan ve yargı yoluyla mahkum ettirmeyi başardı. Bu gerçeklikte, herhalde kimse Maria'nın tercihini tartışmayacak...umarım?



Bizim cuntamız bu tip projeler üretecek kadar şeytani veya hasta değil miydi? Bilemiyorum... Ancak kesin olan bir şey varsa, cuntaların her coğrafyada aşağı yukarı aynı bahanelerle gelip, aynı yıkımlarla göçtüğüdür. Tayfundan sonra geriye kalan yıkıntıları temizlemek, toplumların sorumluluğu. Batı komşumuzun ve Latin Amerika toplumlarının yaptığı gibi...Bahaneler ancak var olan durumu meşrulaştırır. Arjantinliler yakın tarih muhasebesinde bizden bir kaç yüz adım ileride. Biz unuttuk; onlarsa geri çağırıyor, hatırlıyor, hesap soruyor.

Friday, April 4, 2008

Istanbul Modern'se Tate ne(y)?

Modern sanat müzelerinin alameti farikası, diğer geleneksel müzelerle karşılaştığında, yaşayan mekanlar olmaları... (bu tespiti de şimdi yaptım. çok yakışıklı durdu bence). Experiment #1 : Bugün iş çıkışı arkeoloji müzesine gidin. Aynı müzeyi daha sonra, mesela 2010 yılında ziyaret ettiginizde pek bir değişiklik göze çarpmayacaktır. 2000 küsür yıldır ayakta kalmayı başarmış heykeller 2 senede heba olmaz ya? Üstelik, onları deforme edemez, ya da boyayamazsınız. Bu ulu Zeus'a karşı işlenmiş gerçek bir suçtur ve lanetlenme ihtimaliniz epey yüksektir. Öte taraftan, örneğin Louvre gibi oturaklı bir kurum'u baştan ve yine/ yeni / yeniden yerleştirmek, 3metreye 5metre ebatlarındaki o caaanım rönesans tablolarını yerinden oynatmak kolay iş değil.


Oysa plastik çağın müzeleri, ilerici mimarileri ile ve içerdikleri sanat eserlerinin müspet anlamda hafifliği sayesinde, hem biçim değiştirmeye hem de multi amaçlı kullanıma elverişli alanlar. Şimdi benim dünyada gezmediğim modern sanat müzesi kalmadı, dersem, yalanın ağababasını söylemiş olurum. Centre Pompidou ve İstanbul Modern dışında görmüşlüğüm, geçirmişiliğim yok. Ancak en azından neye benzedikleri ve işlevleri üzerine bir miktar fikrim var. Yine de New York / Bilbao Guggenheim Müzeleri ve London Tate'i görmek isterdim doğrusu.



Tate'te 26 Mayıs'a kadar Marcel Duchamp, Man Ray ve Francis Picabia sergisi var. Sergi'nin yerine egzibişın mı desem? Modern sanatı derinden etkileyen erken 20. yüzyıl avant garde'ları bahar ayları boyunca arzı endam eyleyecekler. Duchamp'ın pisuar'ından Warhol'un tenekesine oradan da nihayet Altered Native'in eteklerine uzanan 'sanat, sepet içindir' mottosunun izini sürmek isteyenlere iyi bir başlangıç. "Hay aksi, Temmuz'a kadar memleketim Londra'dan uzak kalacağım!" diyenlere yaz önerisi; 23 Mayıs - 25 Agustos tarihleri arasındaki Street Art sergisi... Dünyanın dört bir yanından "seçkin" sokak sanatçıları, Tate Modern'ın duvarlarını işgal edecekler (sponsored by Nissan). Aşağı yukarı aynı zaman diliminde -ancak bu sefer dış duvarların içerisinde- 'An Urban History of Photography' sergi ve stüdyosu (stüdyo? işte modern sanat müzesi; katılımcılığa yer açar!) güncel fotoğrafçılığın yönelimleri ve teknikleri ile ziyaretçileri zenginleştirecek. (Eğer bu sergiye gidebilseydim, WAD ve i-D gibi hip dergilerde yer alan karelerin ne ayak olduğunu anlayabilirdim belki.) Kısaca, aynı anda birbirinden stylish 2 sergi biz saygıdeğer Londralıların beğenisine sunulacak.


Student : 5pound

Tam: 20şilin (o da neyse artık...)

Thursday, April 3, 2008

bıraktık işi gücü - bastır hayalgücü

Daha önce fırsatını bulup kulağını çınlatmıştık; üst yönetim kademelerinden emekli olup sayfiye lokasyonlarına (bayılıyorum bu devşirme kelimeye) kapağı atmak, veya 10 küsür metrelik bir tekne - ya da yat, kotra, traleyleyleeeybüs, artık adı her ne ise - ile 180 günde devr-i ekvator seyahatlerine çıkmak, oldukça trendy bir burjuva tercihi. Ayhan Sicimoğlu gevşekliği / gevrekliği ile 'Karayip adalarının alayında coconut kırdım...hastasıyım!' diyebilmek hak'katen fiyakalı bir fantezi. Ne hoş! Şimdi 'biz' diye kümelendirebileceğim tonla beyazyakalı evladı aynı hayalin, daha doğrusu bir gün aynı hayali kurabilecek pozisyona gelebilmenin peşinde, iş hayatının anaforları içerisinde debeleniyor. Bir soyutlama olarak 'Başarı' myth'inin kendisi, orada bir yerlerde, bütün genç heveslerin rüyalarını ateşlendirmeye devam ediyor. O halde, let it bleed.


Bize uzak olmasını dilediğimiz bütün o kariyer planlamaları bir yana, herkes iyi / kötü bu yolun yolcusu olmak zorunda mı? 50 küsür yaşına kadar gündüz saatlerinde kravat takıp, iyi ihtimalle 18:00 dan sonra aslında ne kadar da outgoing ve o iş ortamına outsider olduğunu ıspat ihtiyacını tatmin etmekle... araf'ta geçecek destelerce seneyi tecrübe etmeye mecbur muyuz? Bu düğüm, daha erken çözülemez mi? Modern bireyin (bi'rey - bir'ey) pek muğlak özlemi 'özgürlük' (libertad!) kafadaki saç telleri bir çırpıda sayılıcak kıvama gelene dek bir hülya olarak mı kalmalı? Başka bir hayat mümkün...yani öyle olmalı...değil mi?

Geçen gün bütün bu rahatsızlıklardan dolayı bir doktora gittim. Ciğer röntgenime baktı ve 'Neyiniz olduğunu bulduk. 10 ytl çip paranız birikmiş' dedi. Durumu olgunlukla karşılayıp bir sigara yaktım...

p.s. excel'i bulan / geliştiren / güncelleyen kişi ve kurumlarla ayrıca ilgileneceğim.