Tuesday, December 29, 2009

3..2010..1......BOOM!

Turkiye siyasi gundemi bir suredir oylesine bulanik; saflar birbirine gecmis, herhangi bir gelisme ancak birkac mantik yurutme isleminden sonra degerlendirilebilecek kivama geliyor. Bir siyasi kanat, tum kamuoyunu alakadar eden bir konuda evrensel bir tavir sergilemeden once hasimlarini tartmak on kosuluyla siyasi reytingini ince hesap makinasina vurup stratejisini gelistirmeye kalkinca ortaya absurd tablolarin cikmasi kacinilmaz oluyor: CHP, Alevilerin sozcusu, AKP, din ust kimligiyle Kurt azinlik pastasindaki buyuk bir dilimin temsilcisi, Turk Solu da militarizm ve ekstrem milliyetciligin neferi olarak karsimiza dikiliyor. Etiket disi eylem de yok, reaksiyon da. Hicbir siyasi hamle belli bir konu icerisinde hakikat ve hakkaniyet namina ele alinmadigindan, birbirini gormeyen istasyonlarin takibi olanaksiz yildiz savaslarina donusmus gundem dinamiginin takibi, ortalama bir duyarliyi nakavt ediyor. Yurtta gelisen bir haber hangi zumrenin aleyhine isliyorken ona dusman safin lehine calisiyor, ayni dusmanin dostu buradan hangi payeyi alirken tum bunlarin disindakiler nasil gucsuzlesiyor, bir cok bilinmeyenli denklemler alemi... Siyasetteki daha once entrika dolu tabiatiyla ele aldigimiz japon kale retorigi eger bir miktar acik fikirli ve sorgulamaciysaniz sizi her safa muhalif, yani tum bunlarin disinda kalip iyice guc kaybeden tebaaya hapsediyor. Guneydogu karismis, kendi belirledigi standart isleyisin ve sinirlarin disina cikildigi an en hosgorusuz yuzunu gosteren sozde demokrasinin magduru ofkeli halkla guvenlik gucleri kafa goz girismis halde. Ankara’da sokaga atilmis Tekel iscileri, hakim duzen disi hicbir protestocu gruptan esirgenmeyen terorist muamelesinden kendi payina duseni aliyor. Basbakana gore yasanan eziyet tamamen “ideolojik”. Kiymetini bilin, bir "politika"cidan bundan daha absurd bir arguman duyamazsiniz. Askeri darbe mi sivil darbe mi kutuplasmasi kamuoyunu lastik gibi iki ucundan gerim gerim gererken, agaca cikip nasil inecegini bilemeyen, o belirlizlikte gecirdigi nevrozla pencelerini daha derine gecirmis kedi misali siddet de tirmandi, simdi nasil inecegini bilmiyor.

Dunyadan da sayisiz emsal cikarmak mumkun. Lakin maksat birkac tanesini ele almak olsun, aperatifleri pas gecip sicaklara girelim. Kopenhag Iklim Zirvesi’nde tum kuresel isinma meselinin bir martaval oldugu fikrinden kendini alamayanlar veya bu afetten kendine pay yontmaya calisanlar dunya ikliminin gelecegine dinamit dosemeye devam ederken, protestocular, devletler erkani mutarekesinden cikamayan sonuclardan daha somut haberlere vesile oldu. Degismeyen sonuc; fiyasko. Bunun disinda, malum, adaletsizlik denizi aciktirir. Ancak acikmak icin de tok olmak gerekir. Dunyanin ac nufusuna artik tokluga giden en kestirme yol olarak esekler cenneti gosteriliyor. Baska baska… Hah, yaklasik 1400 mevtali Gazze saldirilarinin birinci yildonumunde Ortadogu’daki kaosa ve ic savaslar kupasinin cazibesine karsi koyamayan Iran da dorduncu torbadan katilmak uzere… Ruhlarina el fatihanin iki gun once sonsuzluga firlatilan dort protestocu uzerinde dagilma ozelligini kullanmak sizlere kalmis. Sadece birkac gunluk secme haberlerden bilanco bunlar, eger son on yila girissek karsiki kozmos yikilir. Neyse, tum bunlarin dunyanin 9 inch civisinin halen cikmakta oldugu disinda baglanacagi bir yer yok. Hal boyleyken, caktirmadan gelecek de geldi.

Yil 2010… Su “decade” devirme fikri cok bunaltici. Ya da bana oyle geliyor. Bir onceki gecis asir, hatta milenyum devirme heyecaniyla arada kaynamisti. Fakat bu defaki yan unsurlardan arinmis dijit degisikligi tum tatsiz ve tuzsuzlugunu –bana- hissttiriyor. Ayrica bircok distopya filminin adres gosterdigi yillara halen zaman varken kokusmuslugun, kaosun ve teknolojinin hizina bakildiginda ongoruler hic de fena gitmiyor. Rollerball’a 8 yil -ki spor sahnesi gladyator arenasina benzeme yolunda tekinsiz adimlarla ilerliyor- District 13’e 10 yil, Total Recall’a 80 kusur yil (bu cok optimistik bir rakam; en fazla 30 yila oradayiz), Twelwe Monkeys’a 30 yil, Blade Runner’a ve Running Man’a da 9 yil kaldi. Isimiz felaket tellalligi degil. Dunya son devr-i guneslerinden tur aldi mi bilmiyorum. Ancak bu blog’un –son zamanlarda uzerindeki mevsimsel olu topragindan mutevellit karanligi ve zamansizlikla alakali intibak azligini bir kenara koyarsak- genel itibarla dunya derdine kaptirip kendi makarasindan taviz verecek bir yapisi olmadigini da az cok biliyoruz. Buna karsin, kavanoz dipli ve ekseni kayik uyur-doner hastanin durumunun pek icacici oldugu soylenemez. Onu bunu birakin da, yilbasinda ne yapiyoruz? Soyle Strange Days’deki yeni milenyum partisi muhadili bir yilbasi partisi icin Taksim’de bulusalim. Hayatta kalan saglar geceyi anlatir.

Yilin bu zamanlarinda siber aleme doktugumuz ortakligin ikinci sene-i devriyesinde bize de mutlu yillar…

Monday, December 28, 2009

seneye görüşürüz




başlıktaki espriye hiç girmeden, sanal teşhir/taciz uzvumuz facebook'ta gözüme ilişen bir iki şeyi paylaşacağım.


1) herkesin bayıldığı, içmelere doyamadığı jagermaister nedir? (sosyal anlamda) tekila'nın alman muadili filan mı?


2) p.s. i love you filmine "hayran" bu kadar çok sayıda kadın olmasını kaygı verici buluyorum. hiç kimse böyle bir aşka özenecek kadar bencil olmamalı. tüyler ürpertici bir durum bu! sevgilim ölsün, ama beni sevmeye devam etsin...oldu!


3) yine aşağı yukarı aynı kitle şu sıralar avatar'a tapmakla, o masum aşka, muazzam doğa içerisindeki masum yaşama öykünmekle meşgul. kendisi her yere otomobille gidip karbon salınımında sınır tanımayan, içerisinden geçtiğimiz türk tipi alacakaranlık cinsel özgürlük kuşağı sayesinde -evvelce kendine biçilmiş kadın/erkek rolünün rüyası- aşk'a gündelik hayatında sırtını dönmüş, ve bunu kişisel bir başarı olarak gören söz konusu kişilerin; izledikleri, duydukları masallara kendilerini kaptırmaları bullshit'ten öteye bir arşın anlam taşımıyor. buyurun size mavi gezegen dünya; onu kurtarmak için debelenen, kendisini çevre davasına adamış insanlara katılın. hiç yoksa toplu taşıma ya da eco otomobil filan kullanın. buyrun size aşık olmak için milyarlarca aday, gidin ve birine varlığınızı armağan edin işte.
bir AVM'deyiz. gece 01.00 seansı, salon tıka basa dolu. saat 03 olmuş, ara veriliyor. vatandaş haldur huldur gidip XL ebat pop corn alma yarışında...bollocks!




p.s. herkese mutlu yıllar. ve fazla dağıtmayın, enjoy responsibilty.

Monday, December 21, 2009

avm y cinema nazionale co. ltd. sti.

Hollywood sinema sektorunun kuresel krizden kendi tok karnina dusen payi aldigi yolunda heryerde bir seyler okuyor, izliyoruz. Vay benim magdur sinemalarim! Benim gibi fazlasiyla realist birinin bu tip palavralara itibar etmesi hayli guc. Tipki isleri kotu gittigi icin Arnavutkoy’deki yalisindan Beykoz sirtlarinda bir villaya dikey “dusus” yasamis, yani dunyaligi halen ac dunya nufusunun hatri sayilir bir yuzdesini doyurmaya yetecek bir isadaminin derdinin gercekustulugu kadar gercek, ya da vice-versa. Herhangi bir calisanin ayda on bin liranin (bu sinira itiraz edene de itirazim olmaz) uzerinde maas almasini insanlik sucu addederken, uc trilyonla bes trilyon arasindaki fark, sahsen, otuz sekiz ayakli bir kirkayak haberi kadar siradan. Sinemaya donersek, yalan degildir; mutlaka istatistiki degeri olan reel bir dusus mevzubahistir. Velhasil beyaz perdede meramimizi anlatabilmeye yuzmilyonlarca yesil banknotun, istikbalden yolunu sasip gunumuze tesrif etmis goruntu teknikleri ve efektlerin basat kosul olmadigi kanisindayim. Tabii sinemayi da salt mesaj salonuna cevirmemek gerek; bu baglamda sanata elbette sinir konmaz. Ama musriflige de bir hudut cizmek lazim gelmez mi? Dunya cevresinde devriye atabilecek uzunlukta kirmizi halilar dokutmaya muktedir sinema yildizlari da birkac gizli kasanin unutulmus sifrelerini hatirlasin canim, nedir?

Hollywood endustrisindeki gerilemeye, ya da kuculmeye ekonomik kriz kadar ulusal filmlere yonelisin de saglam temeller attigi belirtiliyor. Tum dunyada ulusal sinema yukselen bir trendmis ve ucuzlayan teknoloji kabaran istahlarla birlesip simdiye kadar Hollywood takipcisi pek cok ulkeyi birer sinema panayirina ceviriyormus. Hollywood'a taarruz kesinlikle olumlu bir gelisme. Boylece uzun suredir Avrupa'dan Guney Amerika'ya, Ortadogu'dan Uzakdogu'ya bircok cografyada verilen sinema mucadelesine destek vermis olduk diyecegim ki, is bambaska ve saskinlik verici bir hal aldi. Bu evrimin cok daha sabirli, sindirerek ve yavas bir gecise sahne olacagini beklerken, hersey oldu bittiye geldi ve tepeden inme bir baska devrime daha imza attik. Eskiden alti salonlu sinema kompleksinin besinde dis kaynakli film olur, son salonda da yerli mutesebbis mutevazi bir film oynardi. Ulusal yapimlar birbirleriyle pek cakismadigindan, genelde sinehafizalara kazinan filmler olurdu. Ayrica altinci siradaki parsa dahi MGM aslaninin midesinde oldugundan, "bench"ten gelen bu filmler genelde yogun emek verilmis ve ince dokunmus islerden mutesekkildi. Bugun sinema salonlarindan ancak bir, bilemediniz iki tanesi ecnebilere ayriliyor, onlar da, eger cok kisir bir donem degilse, buyuk butceli dev produksiyonlar. Istedigimiz bu muydu bilmiyorum ama kendi hesabima fena halde icerdeyim.

Turler altinda ayni tornadan cikma, birbirinin kopyasi filmler silsilesi aldi basini gidiyor. Iki korku, iki ask, veya iki zevzek komedi filmi arasindaki yedi farki bulmak, mesela zaten sinsi bir yilan gibi gizlenmis uc farki bulmaktan en az iki kat daha zor. “Ask” temali filmler Yesilcam doneminde yillarca eskitilmis ask kliselerinin otesine gecmekte zorlaniyor. Aslinda zorlanmiyor, cunku verili formulleri bozmak zahmetine katlanmiyor. Insani androidlestiren ve Hollywood’da muhtemelen 15 yil once hayata gecmis bir takim dijital deformasyon teknikleri ithal edilmisken, cekilen korku filmine zahmet edip ici bos bir senaryo yazmamak olmaz. Biraz da zaten korkusuyla nam salmis dini ogeler sokusturdunuz mu mutant corbasi tamam. Film bir fikir ya da konu uzerine bina edilmis degil. Tur hevesiyle ve imkanlari kullanma oburluguyla yola cikilmis, sinema zevkini korlestiren bir dolu film... Memlekette sinema iyiye gidecek diye cektigimiz cile yanimiza ne oranda bir zahiyle zarar kalacak, bakalim.

Yeni sinema salonu trendinin, zevksiz bir heykeltrasin ozensiz ve acimasiz malasi kotucullugunde gunumuz vizyon dinamiklerini sekillendirdigini dusunuyorum. Salonlarin hapsolduklari alisveris merkezlerinin sadik mudavimlerinden bir Michael Winterbottom filmi talep etmesini bekleyemeyiz ya? Biz piyasa artigi meczuplar da toplansak 55 ekran bir sokak ustu sinema salonunu kurtaramayiz. Piyasa musterileri, yeni musterilerin davranislari da sinemayi degistirdi. Biri ornegin “Konsorsium” adli alisveris merkezinin sinemalari cok iyi dediginde beynime firlayan kanin tadi derhal agzima kadar ulasip damagimda kaliyor, tukurmek istiyorum. Sinema izleyicileri, en az farkli havalimanlarindaki duty free’ler kadar ayni sa(b)lonlar arasindaki mikroskopik farklari duyumsayacak kadar dikkatli ve ayrinticiysa, neden bu kadar kotu bir sinemamiz var? Konfora dair detaylara gomulen algi enerjisi bir miktar da beyaz perdenin arkasina yatirilsa diyecegim de, o zaman biz biz olmazdik… Kisaca isimiz ufacik, yakinda yutulmaya namzet tefecik salonlara, bu kitlikta kendini nimetin karesinden sayan/satan bagimsiz festivallere ve saireye kaldi. Uc kurusluk vizyon zevkimizin frekansi da acildikca acildi. Neyse, siz kulak asmayin bu zuppe bati ozentisine. Satirlari dolduran ifradda dilimin uzandigi tum mustesna kisi ve orneklere ozru bir borc bilir, sari cizmeli Earl aganin karma defterine yazdiririm.

Sunday, December 13, 2009

T.I.M.E.

Bir zamanlar TRT 2’de, babasi evrenin dunya disinda kalan bir cografyasinda ikamet eden ve onunla bir eskenar dortgen prizmasi vasitasiyla iletisim kuran, en onemlisi iki isaret parmaginin ucunu birbirine degdirerek zamani durdurma yetisine sahip bir kizin basrolde oldugu “Bu Dunyanin Disindan” adli dizi vardi. Bu diziyi izleyip de zamani durdurma hayalini kuran milyonlarca kisiden biri olabilirim, ancak bu ruyayi benim kadar taze tutan ve gerceklesmesine yaklastigina inananin olduguna pek sans vermiyorum.

Bu ozelligi suistimal ederek ne dunyayi ele gecirmek, ne de arkamdan cevrilen dumenleri kesfetmek icin degil. Hele kotuluklerin dusmani olup dunya halkinin bir mulku olmak icin hic degil... Hem kahramanlik mutlaka ve en az bir kisiyle doga/insan ustu yeteneginizi paylasmayi gerektiriyor ki, ne sirdasa, ne de bu yetenegi bir sir olmaktan cikarmaya asla ihtiyac duymazdim. Tamam, insan mutlaka kendinin yansimasini gordugu bir aynaya, ya da bir “oteki”ye ihtiyac duyar fakat zamandan zaman caldigim zamanlarda pek kendimde olmayacagimdan, bunda paylasmaya deger bir yan da gormuyorum. Kisaca ne insanlari alt etmek, ne de onlari yukseltmek derdinde degilim. Peki nedir tam olarak? Gayet safiyane bicimde uyku, biraz uyku. Kabul, bu sekilde hayatta birilerinin onune gecebilirim. Yani bunun pek adil olmadiginin ben de farkindayim. Ancak ne ben yargicim, ne de bu, yetenegin bir baskasinin eline gecmesi durumunda olabileceklerle olculdugunde dev bir kiyak. Yine de sahsim adina dev bir kiyak oldugunu inkar etmeyecegim. Yoksa neden bunca tutkuyla hayalini kuracaktim ki...

Cocuklugumdan beri mecbur birakildigim istisnasiz tum edimlerde, eger uykumu alamamissam, zamani durdurmanin hayalini kurarim. Dusunun ki aksamdan kalmasiniz, onunuzde kurtlar sofrasinden hallice ve bir hayli zinde olmanizi gerektiren bir toplanti var. Soyle uc saatlik temiz bir uykunun sizi toplantiya nasil hazirlayacagini hayal edebiliyor musunuz! Veya sabaha kadar ders calistiniz ancak onunuzde ne kadar calissaniz da uykunuzu alamayan aklinizi almaya aday bir sinav var. 1-2-3, tip. Just like that!

Evet, yaklastigima inaniyorum cunku... Cunku en basta cok istiyorum ve bu ruyayi hicbir zaman kendi basina uyumaya birakmadim, hep benimle birlikte uyanik kaldi. Ancak Swimming With The Sharks (The Buddy Factor) filminde Kevin Spacey biz MTV ve mikrodalga jenerasyonunun sadece cok isteyerek bir seyi elde edemeyecegimizi, onu kazanmak icin calismamiz gerektigini ogretmisti. “Madem hayal kuruyorsun, fazlasini iste ve asla sinir tanima” sacmalagina mesafeyi de coktan koydum. Bunu belki anca inanmadigim, ya da aslinda gerceklesmesini istemedigim hayaller icin yapabilirdim. Neyse, ben de teklif ustunde calistim ve bir takim maddelerden feragat ettim. Herseyden once, kiz olmak gibi bir istegim yok :S. Uzayli olmak ya da dunyanin geri kalaniyla bag kurmak gibi bir gayem de yok; hic olmazsa dunya tanidigim bildigim yer :S. Zaman durmusken dokundugu kisiyi zamana dondurmek ya da canlandirmak opsiyonunu da kaldirttim. Mazallah ne kadar masum olduguma inansam da, sonucta cig sut emmisim ve kendimi taniyorsam zamani durdurup nefret ettigim insanlari uyandirmayi, bir guzel kafayi siyirmalarini seyre dalmayi iskalayabilecegimi sanmiyorum. Denklem cok basit: Oldugum haliyle bir ben, bir de en yalin sekliyle zamani -tek bir amac dogrultusunda- durdurma gucu.

Isin bir de kendini bu yetenege kaptirma ve kotu sonuclariyla karsilasma riski var. Ornegin dogrudan iliski kurdugunuz, ya da kurmakla yukumlu oldugunuz zamanin fazlaca ilerisinde olmak gibi. Dusunun ki icinde bulundugunuz zaman size 25 yasinda olmanizi emrediyor, siz durdurdugunuz fakat sizin aleyhinize isleyen zamanlarin toplamiyla birlikte 30 yasinizdasiniz. Hayir, bu hic hos degil. Ne yaptim? En ince matematik modelleri ve hesap tekniklerini kullanarak, haftada 12 saatle sinirli bir zaman tahdidi koydurdum. Yilda yaklasik 25 gun, 15 yilda da bir yil eder ki, omur sonunda olusacak fark, yasi bir takim sebeplerle birkac yil kucultulmus insanlarla kiyasla az bile kalabilir. Peki ya uyku disinda bir amacla kullanacak olursam? Bunu da dusundum. Eger iki dakika icinde uykuya gecemezsem, operasyon iptal edilecek ve zaman kaldigi yerden devam edecek. Eh, saniyelik mudaheleler hayat degistirir, ,iki dakika hic de az diyebilirsiniz ama buna karsi da onlemim var. Esasen teklifte daha cok madde mevcut, fakat mukemmele yakin teklifimin (ya da rizamin) tamamini paylasacak kadar budala degilim. Su ana dek benim kadar hakkini vermisleri bilemem, ancak bu yaziyi okuyup da ayni ruyaya hallenecek rakiplerime buradan gozdagi veriyorum. "Time Is My Everything" ve biraz daha uyuyabilmek icin ona bir nebze hukmedebilmeyi herkesten cok istiyorum. Hersey hazir, geriye sadece hayalin gerceklesmesi kaldi. Nedense bu yaziyla daha bir yaklastigima inaniyorum ve biter bitmez deneyecegim. Sonucu bilemeyeceginiz icin uzgunum...

Friday, December 4, 2009

bir dinazorun açıları

Bazi konu basliklari altinda belirli acilara yogunlasan kimi insanlar bana hep tuhaf, genelde de sıkıcı gelmislerdir. Bunun basinda arac-trafik muhabbetleri geliyor. Konu basliginin kendisi cok sıkıcıdır ya neyse, bunlarin icinde “kaza”ci bir grup var ki baslarindan gecmis ya da sahit olduklari ister siradan olsun ister olumcul herhangi bir kazayi oylesine detayli, panoromik ve dort boyutlu (zaman boyutu olmazsa olmaz) aktarirlar ki; kazalar ve cinsellik arasindaki linki kesfetmeye ugrasan James Ballard ve onun isiginda David Cronenberg’i dahi golgede birakacak bir ilgi ve motivasyon sahibi olduklarini dusunuyorum. Bu aksiyon-macera sevdalisi grup genelde trafik cezalari alt basliginda da ayni heyecani tasirlar. Carptirildiklari, kiyisindan dondukleri, rusvetle siyrildiklari tum cezai durumlari oyle bir anlatirlar oyle bir anlatirlar, dur yahu burada otoriteyi kekliyor mu yuceltiyor mu anlayamadan, ne yapsam onune gecemedigim bir esneme hali alir goturur beni.

Aslinda buradan karsisindakinin sıkıntıdan bayildigini fark edemeyecek, belki sadece umursamayacak kadar kendi “text”ine odaklanmis insanlara gecis yapabiliriz. Hani o kendisinden baska hicbir seyin farkinda olmayanlar, iste onlar benim yasama uzuntum. “Interpasif” mekanizmalari sadece yayin yapmaya imkan tanidigindan, karsidan gelebilecek herhangi bir reaksiyonu duyumsamaya kapalidir. Bu gibilerin algilarini nasil degistirebiliriz, politik-dogrucu yanlisligimiz mi onlari bu hale getirdi, acaba incitici bir durustlukle gercekleri yuzlerine tokat gibi carpmali miyiz filan diye dusuncelere dalar giderim kimi zaman. Neden sonra sirf kendi asap sagligimiz izin baskalarinin mutluluguna kast etmenin etik olmayacagi sonucuna varir, hemen Roland Garros’un merkez kortunda final macina, ya da Wembley’de konsere ciktigimi filan hayal etmeye baslarim :S

Bilincli yapilan herseyin dogalligini yitirdigine inanmak ve bilincsiz sekilde sogumak bana ozgu bir durum degildir herhalde. Eger birisi yardimsever oldugunun bilincinde yardim ediyor (eylem deforme oldu bile gerci), ustune bir de bunu ovgu meselesi yapiyorsa, dilerse servetini bagislamis olsun artik kanimca yardimsever degil; sadece herkes gibi kimlik kartindaki bir haneyi, fakat herkesten farkli olarak goruntulu-efektli bicimde doldurmaya ugrasan biridir. Lanet olsun icimdeki bu insan modeline gudumlu ofkeye. Birakin da biz sizin karakteristiklerinizin farkina varalim, idiokratik davranislarinizin ayirdina kendiligimizden varalim, size ozgu hallerinizi secelim. Artik cok icmeniz mi, maceraperestliginiz mi, biyonik bunyeniz mi, nukteci kisiliginiz mi, is bitiriciliginiz mi her neyse gozumuze soktugunuz ozelliginizi biz tespit edelim, olmaz mi? En basiti, guzel bir kadin guzelliginin farkinda ve yasamindaki koordinat sistemini bu orijin uzerine kuruyorsa, hemenden tezi yok cirkinlesiyordur. Zaten bu durum kendi icerisinde paradoksunu dogurmuyor mu, veya burada bir mantik hatasi islenmis olmuyor mu? Bir kimse cok caliskan oldugunu ya da gereginden fazla calistigini iddia ediyorsa, onun kabul ettigi esik nerede kaliyor? Ontolojik olarak “caliskanlik” herhangi bir esigin varligini tanir mi? Eger kisi once limiti taniyor, sonra tanimliyor, ardindan da orayi coktan gectigini iddia ediyorsa yeterince caliskan olabilir mi? Neyse, bu insan zor is yahu. Yasam deneyimi suresince O’nun hakkindaki dosyalar biriktikce birikiyor. Arada firsat buldukca acmaya calisiriz. Ama su gercek, o keratasiz da olmuyor :S


dinosaur jr.

Monday, November 30, 2009

ankaragücüme gidiyor...

büyük bir şehirden, yine büyük ancak önceki ile kıyaslandığında "küçük" kalan bir şehre göç eden bir insan -misal ben- kendini ister istemez (özünde biraz da isteyerek) bu "görece küçük büyük şehirde" yaşayan insan topluluğundan biraz daha... hani nasıl diyelim avantajlı, belki çok az daha yukarıda hissediyor. bana olan şey tam da bu.
Aşağı yukarı beş sene evvel gerçekleştirdiğim ankara'dan izmir'e taşınma hamlesi bana daha büyük - ankara'ya atfedilen klişe sıfat ve nitelemelerle: gri, düzenli, kudretli, bürokratik, ürkütücü vs. - bir şehirden gelmiş yabancı bir adam olmanın zevkini tattırdı. hem elton john bir zamanların meşhuuur nikita şarkısını tam da bizim gibileri (ankaralıları) tanımlamak için yazmamış mıydı? :S


Üstelik -yani işte bu afili durumun üstüne- hayatımı hakikaten daha sevimli bir kent olan izmir'de geçiriyor olmanın keyfini de sürüyorum. yani doğrusu, galiba bir taşla iki kuş vurdum. eh, hiç de fena bir karar gibi görünmüyor değil mi?.. şimdi tutup ankara şöyle nazlı bir güzel özünde, izmir dünyanın en güzel şehridir mis kokar filan gibi yersiz sevdalı güvercin havalarına girmek istemiyorum. zaten girmeyeceğim de... şehirler üzerine yapılan ve tonla subjektif tanımla / betimleme ile bezenmiş genellemelerin hepsi deli saçmasıdır. itibar etmeyiniz.


Hakikaten, herkes bir kahraman arar. bana kalırsa, bu aranan kahraman biraz da kendimiziz. ya da daha doğru bir ifadeyle, bazen kendimizi kahramanlaştırmaya, kendi kahramanız olmaya filan çalışıyoruz. ya da ne bileyim, kendimizi bir parça olsun kahraman gibi görmeye, kimse tarafından fark edilmiyor olsa da bir heroic act'in esas oğlanı olmaya özlem duyuyoruz. bahsettiğim kuvvetli bir narsizm eğilimi gibi görünse de uzaktan yakından alakalı değil. kendimi bazen superman gibi hissediyorsam ne olmuş?! abartacak bir durum yok bence :S


bayram arifesinde gizli superman'ı olduğum izmir'den -kadim geçmişimi ve belki de daha öğreneceğim pek çok şeyi barındıran- fortress of solitude'um ankara'ya kısa bir ziyarette bulunmak fena bir fikirmiş gibi gelmedi. ankara'da aklımı toparlayabilir, belki biraz tek başıma da kalıp orada bir yerlerde gizlenmiş dersleri öğrenebilirdim. ancak doğruyu söylemek gerekirse, orası yalnızlık kalesi olmak için biraz fazla kalabalık. fortress of solitude'un içerisinde hala dört buçuk milyon kriptonlunun yaşadığını görmek sanırım yalnızca benim değil, evrendeki bütün superman'lerin moralini bozacak bir durumdur. işte bu nedenle, ankarayı kriptonlulara bıraktım ve superman uniformamı ankara büyükşehir belediyesi'nin bütün bulvar boyunca dizdiği çirkin aydınlatmalardan birinin tepesine öylece astım.


biraz yukarıda, insan kahramanı aslında biraz da kendinde arıyor -veya buna benzer birşeyler işte- zırvalamıştım ya, eğer o kahramanın içinizde olmadığını filan keşfederseniz de canınızı sıkmayın. hem superman muhafazakar bir karakter sayılmaz mı? fazla iyi, fazla güçlü ve neticede, can sıkıcı herifin teki işte. bu gezegen sevebileceğiniz ve varlığıyla sizi mutlu etmeyi sürdürecek gerçek kahramanlar sunmaya devam ediyor. birini bulun yeter. yani bilirsiniz işte, martılar balıkçıları takip eder çünkü onlar şey düşünür... şey... yani şey...


şimdi gitmem lazım,
manu maçı başlıyor.
oğlum evde silah saklıyor,
ve ben yalnızca bir postacıyım.

ooh ah cantonaaa!
ooh ah cantonaaa!

Tuesday, November 24, 2009

gercege cagri

Uc yil kadar once arkadaslar arasinda gelisen bir sohbette, gitar konusunda gecmiste oldukca ciliz bir atagim oldugunu, neden sonra hic uzerine gitmedigimi sesli bicimde sorgularken olaylar kisa surede gelisti ve elimde bir elektrik gitar, bir de kucuk amfi beliriverdi. Geriye kalan ara parcalari da yavas yavas temin ettim. Tamamdi, belki de artik yapanlari elestirmeyi bir kenara birakip onlardan biri olma zamanim -biraz gec de olsa- gelmisti.

Boyle bir surece girmek, hem yol yordam ogrenmek, hem de yetersiz kalinan noktalarda yardim almak icin konuyu gonullu bicimde sosyal cevrelere tasimayi da yaninda getiriyor. Hayatinda bir donem veya halen gitarla iliskisi oldugunu bildigim herkesle muhabbetini cevirir oldum. Hatta metalci modeli uzun saclarinin yol gosterici isigi altinda daha once calmis veya caliyor oldugunu hic bilmedigim bazi arkadaslara dahi bos attim, hemen hepsi dolu tuttu. Ne cok denemis insan varmis yahu! Ama sarsinti gecirdigim nokta tam da burasi oldu. Gitarla istiraki olmus sahislarla yaptigim sohbetlerin ortalamasini aldigimda, ortaya ekipmanlarin evde tam kadro dekor gorevi gordugu, kenarda islevsiz bicimde oylece yattigi hazin bir tablo cikti. Cogu kisinin hevesi bir yerde tikanmis, atsan atilmaz satsan pekala satilir fakat ayip olur diye ya da kendilerine konduramadiklarindan satilmaz edevatlar artik ya sahiplerinin, ya da elektrik prizleri vasitasiyla topragindi. Bu desenin disina cikma konusunda kesin bir kararlilikla, manzaradan buyuk hicap duydum.

Gitari kiymetli arkadasim pesceyhan odunc vermisti. Hatta kalici bir heves tutturmam durumunda hibe bile etmisti. Yeter ki bu ise dort elle sarilsaymisim. Enstrumanin asigi bir muzisyen olarak, muzik asigi birine boyle comert bir teklifte bulunmasi onun misyonundan. Hem isin icinde yandas tarifesi vardi ve ileride belli mi olur birlikte “jam session”lar filan yapabilirdik. Peki ya canim ortagim? Hic usenmeden turlu zahmetlerle Fanatik gazetesine sarip sarmaladigi, yeryuzunun en sempatik ve kompak gitar amfisini iadesiz taahhutlu adresime kadar ulastiran vefakar ortagim? Evet, onlara karsi sorumlulugum vardi. Ve hayir, dedim ya ekipmanimin o insanlarinki gibi dekoratif objeler olarak kenara firlativerilmis, atil durumda olmasina izin veremezdim. Hemen gitari iade ettim :S Ortagima da amfiyi gondermek istedim ama 12 yillik zorunlu ev sahipliginin ardindan hazir elden cikarmisken tekrar geri alacak kadar enayi olmadigini belirtti. Ben zorla adresine gondermeyi bilirdim de, kurulan raki sofralarinda hep acikta kalan peynir tabagina zemin olusturacak daha iyi bir duzlem bulamazdim. Hem ne de yakisti uzerine dantel ortu.

Tek kazancim bu saniyorsaniz yaniliyorsunuz; yepyeni bir hobi daha kazandim. Gitar penalari cok guzel birer koleksiyon nesnesiymis, kesfetmemle birlikte simdi koca bir kavanoz penam var. Gectigimiz milenyum Metallica’nin Inonu Stadi'nda verdigi konser esnasinda gitarist Kirk Hamett’in (R.I.P. :S) firlattigi penasi bir arkadasimin onune dusmustu. O da hic ilgilenmedigim halde neden bilmiyorum bana hediye etmisti. Penalarin arasina karisti, simdi hangisi bulamiyorum. Hah, az kalsin girisimin bana kazandirdigi ticari zekayi atliyordum. Ilk donemlerde enstrumana hallenen bir yeni yetmeye gitari ederinden yuksek bir rakama okutmak uzereydim ki, pesceyhan'in o bugulu gozleri ve sitemkar bakislari zihnimde canlandi, vazgectim. Ama kesin olarak gitar alim-satim isine giriyorum, deli para var.


Philip K. Dick
‘2012
:S


Not: Yukarida yazilanlarin gercekle ilintisiz salt bir kurgudan ibaret kalabilmesi icin yazar calismalarina devam ediyor. Yalniz parmak uclari bir Lotus'unkilerden daha sagliksiz ve akorlar arasi geciste bir hayli zorlaniyor.

Sunday, November 22, 2009

a history of violence

Hemen ust katimizda, on bes gun ila bir ay araliginda seyreden periyotlarla hiddetli tartismaya, devaminda siddetli kavgaya tutusan genc bir cifte komsuyuz. Aslinda adamin sesini duymadigimiz, disariya monolog seklinde yansiyan tekerrurden ibaret hadise her defasinda sinyallerini en bastan veriyor. Kadin once sesini yukseltmeye basliyor. Henuz tehditkar bir dikte tonuna yukseldigi, bize ulasabilecek desibele vardigi andan itibaren orada duran, artik aliskin oldugumuz o zirve noktasina varmayan tek bir ornegini hatirlamiyorum. Hatta yanmakta olan ve ne kisalan, ne de uzayan fitilin patlayiciyla bulusma anini kestirebilme yetisini bile kazandik. Sasmaz rituel yine ekseriyetle kadin kaynakli agir ithamlar, hakaretler, restlesmeler ve oradan oraya firlatilan cisimlerin cikardigi tok ve urkutucu seslerle (umarim o sesler sadece cisimlerden geliyordur) doyuma ulasiyor. Bana kalirsa bu kavgalardan arta kalan zamanlarda pek iletisimleri yok. O halde ya oldugunda iletisimden maraz doguyor, ya da kadin aralardaki zaman diliminde icinde biriken ofkeyi daha fazla muhafaza edemeyecek noktaya geldiginde devreye bu tutku, ihtiras ve estetikten tamamen yalitilmis, mahalle kavgasi kivamindaki iletisim/siddet giriyor (there's no sex in your violence!).

Kavgalar esnasinda o gur sesten mutevellit mecburen duyumladiklarimdan edindigim fikir su: Korkarim kadincagiz bir sinir hastasi. Apartman ahalisinin soyledigine gore ise kadincagiz bir sinir hastasi. Kocasinin soyledigine goreyse, inanmayacaksiniz, kadincagiz bir sinir hastasi. Hatta bir seferinde araya girmesi icin elci goreviyle gonderilen zavalli “apartman gorevlisi” her turlu zevali goze alarak kapilarini calmis. Adam karisinin kendisini kaybettigini, kendini kontrol problemi oldugunu fakat ozunde cok iyi bir insan oldugunu ve birazdan sakinlesecegini ifade etmis. Gozlerindeki feri kaybetmis, one dogru posturu giderek bozulan ve hic de saglikli gozukmeyen, yasini tahmin etmekte zorlanacaginiz genc bir kadin. Beni yanlis anlamayin, taraf tutuyor veya kendimi hemcinsimle ozdeslestiriyor degilim. Ara sira karsilastigim adamla havadan-sudan, isten-gucten laflariz, sonra o mevzuyu mutlaka ilgisinin karsiliksiz kalmayacagini bildigi futbola getirir (ezeli rakip taraftarlari biz koyu Besiktaslilari artik cilekesligimizden midir, azligimizdan midir sempatik bulur ve bu kimligimizin hayatimizin onemli bir bolumunu kapladigini dusunur –ki dogru; futbol gundemine ilgisiz bir Besiktasliya rastlama sansiniz oldukca dusuktur). Bu sohbetler cok siddetli tartismanin yasandigi gecenin hemen ertesi sabahi, sanki bir onceki gece evdeki esyalarin yarisi yerle yeksan olmamis gibi cereyan edebiliyor. Kim bilir belki kadini bu hale adam getirmistir. Kim bilir selim akilliyi ve magduru oynamanin dayanilmaz cazibesine kapilirken aslinda kadinin psikoz atesine koruklu tahrik otobusuyle gidiyor. O duymadigimiz erkek sesi belki dusuk ses perdesinden, belki de o yerlerini cok iyi bildigi kadinin nevroz butonlarina basan bilincli bir kayitsizliktan geliyor.

Ben isin baska tarafindayim. Bakmayin karikaturize ettigime, is iyice yurek burkucu bir hal aldi. Eskiden gozumuzde bosanma yolunda emin adimlarla ilerleyen vah vah taptaze, siddetli gecimsiz ama halen cikis yolu olan genc bir ciftlerdi. Ancak bu cift evdeki patolojiyi stabilize etmek icin her turlu denklemi cozdu. Almanya’da ikamet eden evsahibini ikna edip evi satin almalari bu yolda atilan tek adim olmayacakti. Bir gun kadini, tahminlerime gore hic degilse bes aylik hamileyken gordugumde beynimden vurulmusa dondum. Cunku onceki tahmini bes ay boyunca kavga mekanizmasi sekteye ugramamis, tam saymaya devam etmisti. Simdi cocuk buyumekte gun be gun. Saniyorum uc yasina filan geldi ve artik varolan siradanlasmis durumun aslinda siradisi bir sey oldugunun ayirdina varmaya, korkmaya ve tepki vermeye basladi. Daha ana rahminde kavgaya dogan bir cocugun gelecegi ne kadar saglikli ve mutlu olabilir ki. Bu aile mahremiyeti denen sey bu topraklarda sarsilmaz bir tabu. Misal Ingiltere’de boyle tekrar eden bir vakaya dair cevreden ihbar alinsa buyuk olasilikla hukumetce gorevlendirilmis bir takim “home office” gorevlileri evinizi ziyaret eder, ziyaretler siklasir, is soruna cozum bulmadiginiz takdirde (rehabilitasyon, terapi her neyse) cocugunuzu kaybetmeye kadar gider.

Kimsenin evlat sahibi olma ozgurlugunu elinden alma dusuncem yok ama anne-baba adaylarinin etraflica bir akil ve ruh sagligi testinden gecirilmeleri gerektigini dusunmeye basladim. Bugun yavrucagin aglama sesini duydugumda icim ciz etti ve ciddi ciddi butun iyi niyetimle gidip kavga bitene kadar cocuga goz kulak olmayi teklif etmeyi dusundum. Sonra tabii ki vaz gectim, aile ici siddetin arasina girilmezdi. Ancak aklin yolu birmis ki telefon konusmasi esnasinda sesleri duyan ablam da, daha soylemeden bana ayni oneride bulundu. Hem adam gorundugu kadar sagduyu sahibiyse bu oneriyi degerlendirmeli. Yazik ki gercekleseceginden emin oldugum bir sonraki sefere artik bu mu olur, baska bir sey mi, bir sekilde mudahele etme konusunda niyetim ciddi. Umarim son anda caymam.

Wednesday, November 18, 2009

ne gerek Vardi?

dr. who, ask-i memn-u ve hanimin ciftligi derken (:S) "remake" cilginligi, buyume surecinde gece uykumuzun katili V (for Visitors) ile yoluna agresif bicimde devam ediyor...


Monday, November 16, 2009

"ve" bağlacı kullanmadım

Yakınlarda işimi değiştirdim. Yeni bir adaptasyon süreci, bunun yanında geçiş dönemi politikalarına ihtiyacım var. Aynı zamanda, pek de uzun sayılmayacak bir aradan sonra, yine ev arıyorum. Dolayısıyla kafayı toparlayıp kıymetli blogumuza vakit ayıramıyorum. Aslında vaktim var... yalnızca kafamı toparlayamıyorum. Bu bence ciddi bir sorun.

Ev arıyorum dedim ya, yine emlakçıların kaşınan ellerine düştüm demek bu. Yalnız bu sefer, durum biraz farklı. Biraz daha sakin, doğruyu söylemek gerekirse daha "güvenli" sokaklarda dolaşıyorum. İnsanların belki on yıllardır aynı komşuları görmeye alışık olduğu - en yenisi 30unu devirmiş- sağlam görünüşlü apartmanlara girip çıkıyorum. Bana gösterilen evlerin bir kısmı, belki daha bir kaç ay öncesine kadar, şimdi aramızdan ayrılmış teyzelerin yaşadığı konutlar.


"rahmetli böyle bir başınaymış işte... çoluk çocuk da uzak...bey amca 82 senesinde ölmüş." hep aynı senaryoyu dinliyorum. Rahmetli teyzeler var ya, işte bu tonton teyzeler; o bıyıklı, o siyah beyaz, o kameraya gülümseyen, geriye yatak odasındaki aynaya iliştirilmiş vesikalığından başka bir anısı kalmamış amcaları nereden bakarsanız bakın, 20 sene evvel gömmüşler. Nur yüzlü teyzecikler, yalnız kaldıkları seneler içerisinde evlere dokunmamışlar tabii. Kadınbaşına kolay mı tadilat işleri filan?.. Beyaz dolaplı eski püskü -her nedense "klasik" diye adlandırılan- mutfaklar, gözalıcı renklerde seramiklerle kaplanmış boğucu banyolar, üstüne ağır mobilyaların sıkıştırdığı kasvetli odalar şimdi, sahipleri de öldükten sonra iyice koy vermişler kendilerini. Kimi evde, dairenin hemen caddeye baktığı camın önünde bir hasta yatağı dahi mevcut. Teyzeciğim kim bilir son kaç senesini pencereden dışarıyı, kendisinin ayak uyduramayacağı kadar süratli akan hayatı izliyerek geçirdi. Belki 2000ler onun için hastalık ve aynı caddenin görüntüsünden ibaretti... Belki bir gözü de kapıda, rahmetli Hilmi Bey'in koltuğunun altında ekmek, -kim bilir eğer keyfi de yerindeyse- montunun iç cebinde de bir küçük rakı ile içeri girmesini bekledi.

İnsan böyle bir eve girdiği an kendisini gerçekte olduğundan 10sene daha yaşlı hissediyor. Ben doğmadan çok önce evlenip yine o evde ölmüş bir çiftin izini takip etmek, manevi olarak insanı korkutuyor. Tamam, yaşamın gerçeği bu. Doğarsın, yaşarsın nihayetinde ölürsün. Fakat bu dünyanın ölümlü olduğu, her faniyi aynı sonun beklediği hakikatını kör gözüne parmağım, sokmanın da bir anlamı yok...değil mi? O evi adam etmek için eşyaları atmak yetmez. Kiremitlerin arasına kadar sinmiş ölümü def etmek istiyorsanız, o daireyi bütünüyle yakmak lazım gelir! İlkel dinlerdeki, ölüyü eşyaları ile gömme fikri aslında hiç de fena değilmiş, şimdi anlıyorum. Anıların ağırlığından kurtulup yeni güne, hayata alan açmak adına, iyi bir fikir doğrusu.



nurullah ataç, karpiç
'46
:S

Thursday, November 12, 2009

martilar, sardalyalar ve Le King

Eger herkes bir kahraman ariyorsa, futbol da bu ihtiyaca yonelik comert bir kaynak. Insanin kendinde arayip da bulamadigi meziyetleri ve ozellikleri barindiran her turden bir karakter bulmak mumkun. Liderlik vasiflari on planda olan mi dersiniz, dogustan yetenekle mukafatli ama basina buyruk mu istersiniz, disiplinli, basari timsali ve profesyonel mi secersiniz size kalmis, her tercihe ve ozeniye uygun sayisiz figur gelip gecti pasif futbol hayatimizdan…

Eric Cantona da sertligi, guclu lider kimligi, dik durusu, karizmasi, dev kalabalikla iletisimi ve serseriligiyle kimilerimiz icin basat bir figur oldu. Bu karisimi tutturmak sadece cok sayida bilesen iceriyor olmasiyla bile zor, ancak onemli bir unsur daha var. Sansasyon tek basina yetmez; anca kaliteli bir iscilikle birlestiginde kitle ceken ozel bir yildiz uretir. Cunku kahraman kusursuzdur, tam da bu yuzden isini iyi yapan olmalidir. Cantona da mahir ayaklara sahip ve sahada hep ne yaptigini iyi bilen vazgecilmez bir oyuncuydu. Ne oldugunun farkinda sahte bir kahraman oldugunu dusunmuyorum; ciddi bir otokontrol problemi vardi. Agir cezalara carptirilan kimi siddet dolu eylemleri (takim arkadasinin suratina krampon firlatma gibi) zaman zaman onu cirkinlestirebiliyordu. Golden sonra onbinleri kendine tapinmaya cagirir halleri de kimilerine gore narsisizmin zirvesi olarak tanimlanablirdi.




Ancak herkes tum bu eylem ve tavirlarin dogalliginin, bir anlamda samimiyetinin farkindaydi. Adini “kung-fu man“e cikaran, hemen saha kenarindaki tribunde yer alan Crystal Palace taraftarina attigi ucan tekmenin ardindan gerceklestirdigi 15 saniyelik basin toplantisi da, sarfettigi tek cumleyle medyaya futbol icinden gelmis gecmis en oz ve vurucu elestiriydi. Hep yaramazdi, futbolu da sebepsiz ve cani istedigi zaman (30 yasinda) birakti. Belki devaminda O’ndan mulhem pek cok oyuncu olmustur ama yukaridaki essiz karisima yaklasabilene pek rastlayamadik.

Filmekimi’nde yer alan ve kacirmis oldugum Looking for Eric’i nihayet izledim. Oncelikle beklenen veya arzu edilenden erken emekliligi hepimizi uzen Cantona’nin “kofti”den bir figur olmadiginin, bu projenin yonetmenligine dise dokunur zorlu hikayelerin, toplumsal catismalarin ve isci sinifinin tercumani Ken Loach’un gecisiyle tescilleniyor olmasina sevindim. Esasen Cantona’nin tekrar olumsuzlestirilmesi fikri bizzat Cantona’nin kendi produksiyon sirketinden, yani muhtemelen kendisinden cikmis. Bu heves kacirici bir nokta olabilirdi lakin Loach ve senaristi Paul Laverty tarafindan kabul gormus olmasi bence fikrin cikis noktasinin onemini asiyor. Adres olarak bu ekibi sectilerse futbol uzerinden mutlaka sosyal ve politik dertleri olan bir senaryoyla gitmislerdir. Ama bu pek kesmemis olacak ki Laverty kafasinda canlanan hikayeyi filme cekmeyi onermis. Ortaya da Looking for Eric cikmis.

Filmi Ken Loach kistaslariyla izleyenler biraz hafif bulabilir. Neticede “komedi” janrina klasorlenmis, populer bir mecra ve figur uzerine bina edilmis, daha once benzer ornegi olmayan Loach-disi bir film. Ancak bazi acilardan Loachvari kalmakta da israrli bir yapim. Kaldi ki futbola duskunlugu bilinen yonetmenin ilk futbolu ele alisi, ya da isleyisi degil (My Name is Joe, izlemedigim Kes). Ayrica hikayenin bazi acilarinin ona kendini ifade imkani saglamasindan cok hosnut. Ornegin mesum davalisi Thatcher’in tohumlarini attigi bireycilik fikri yerine yeniden kolektivizmi ve toplum/takim olmayi kesfetmemizin mumkun olduguna inandigini, filmde de bunu vurgulama sansinin oldugunu soyluyor. Ek bir not; Israil'in isgalci politikalarina karsi gerek bireysel gerekse orgutlu olarak muhalif tavri acik ve net yonetmen Avustralya’daki bir film festivalinden filmini geri cekmis. Gerekcesi festival sponsorunun Israilli olusu.


Hayranlik muessesesi faydaya donusebilir mi?

“Herkes bir kahraman arar” onermesiyle baslayan filmin kahramani Eric ozetle, uzun zamandir bas asagi giden hayatinda yere cakilmaya yaklasmis Ken Loach patentli bir isci sinifi uyesi. Giderek caresiz bir hal alan yasantisinda kesin olarak bir cikisa, bir baskaldiriya ihtiyaci vardir. Tam bu noktada kahramani ve adasi, hayata “yaka kaldiran” adam Cantona topa girer. Filmin anti-kahramani Eric, kahramani Eric’e hayranligini kendi gerceklik kurgusunda somut bir yere tasimaya baslar. “Alter ego”su once pragmatik bir mentore, sonra da – tehlikeli boyuttan ve rahatsiz edici bir ozentiden uzak- anca pacasini kurtarmaya yetecek kadar personasina donusecektir. Devami ise filmde sakli.



Olumlu ya da olumsuz pek cok elestiri getirilebilir. Looking for Eric’in “futbol asla sadece futbol degildir”, “hayat fena halde futbola benzer”, “hayat yuvarlaktir” gibi aforizmalari kokunden kanirtan, futbol ile hayat arasinda analojinin suyunu cikartan, belki sevdigimiz ama artik biraz doymus oldugumuz trendden uzak durusu kendi acimdan onemli bir arti. Daha onemlisi, en duz ve basit haliyle, Loach'un bir yandan kendi hikayesini anlatirken hikayeye odaklayayim diye popularitesiyle kavgaya girmeyip bizi en duru haliyle Cantona’ya doyurmasi... Dunu, bugunu, golleri (ah o Sunderland’e attigi gol yok mu), mimikleri, sevinc gosterileri ve hatta tezahuratlariyla… Daha ne isteyeyim, namsiz Eric kendini arayadursun, ben zaten bizim Eric'i ariyordum.

--------------o-----------------

Full Monty’den ogrendigimiz “ooh ah Cantona” (orada Sheffield United taraftari Robert Carlyle “Oh ah Cantona, has to wear a girlie bra” seklinde kontrasini soyluyordu gerci) tezahuratina kardes turkuler de filmden geldi:

We`ll drink a drink a drink
To Eric the King the King the King
He`s the leader of our football team
He`s the greatest
Centre forward
That the world has ever seen

...

What a friend we have in Jesus
He`s a saviour from afar
What a friend we have in Jesus
And his name is Cantona...

...

Ooh Ah Cantona,
Ooh Ah Cantona
Ooh Ah, Ooh Ah, Ooh Ah
Cantona...
Ooh Ah Cantona

Monday, November 9, 2009

virgül

hayatın iplerini ellerimin içine alıp avucumdaki ince izlere sımsıkı oturtmakla, ah o gerim gerim gerilen incecik ipleri boşluğa bırakıp, o bir anda salıverilmişliğin boşlukta yaratacağı çapı ve yönü belirsiz izleri ağır çekimde izleme keyfini yaşamak arasında bir tercih anında, bir dönemeçte, kentin silüetini dilediğimce seyre dalabileceğim bir "panaromik bakı noktası"nda mıyım acaba?

elbette değilim. öyle tehlikeli, ürkütücü ve bir o kadar da cezbedici sulara dalmadım hiç. hayatımda gördüğüm en büyük kanepe uyumlusuyum. bundan on sene kadar evvel ömrüm boyunca tv izleyip bira içebileceğim, üzerimde nadiren değiştireceğim (yemek lekeleri ile motiflenmiş) atletim olduğu halde, mümkünse şöyle genişcene bir kanepede, boylu boyunca uzanıp geçecek bir ömrün -şaka yollu- hayalini kuruyordum.

ilkokuldaki o kıza, sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum şimdi. adı lazım değil, okulun hemen arkasında açılan hamburgerciye gidip bi'şeyler yeme teklifimi reddetmekle, bana nasıl bir iyilik yaptığının farkında mıdır? eğer kabul etseydi, belki de... henüz bu gencecik yaşımda, 2 çocuk babası, dünyanın en umutsuz adamı olabilirdim pekala. söylediğim gibi, ben bu küçük mavi -elbette "yalnız ve güzel" - gezegenin en kanepe uyumlusu, easy going canlılarından biriyim. ey varlığına bir türlü kendimi inandıramadığım ama "ulan ya varsa" diye tırsıp arada bir hal hatır sorduğum tanrım; naber? :S






bugün pazartesi, madmen zamanı.

Sunday, November 8, 2009

gencligimizi Roll'dun, gittin

Roll’dan oturdugum yerde dona kalmama sebep, benim gibi eminim tum sevenlerinin yuregini yakan mesaj geldi. Populerden demodeye, gunumuz ve gecmis muzigin dehlizlerindeki isimsizlerden nami pek ustalara yuzlerce sahsiyetin gecit resmi son sayisiyla nihayete ermis. Oncelikle hemen satasanlara payini vereyim; Roll’u ozgun uretimden –ve masraftan- kacip baska yayinlardan devsirme isini abartmakla suclayanlar, kolajlarda yer alan materyal secimindeki ozeni ve daginik nesriyatin ozune bicim verip estetize eden, bu sekilde bir anlamda yorumlayan ceviri niteligini goremeyecek kadar kordu. Bence Roll’un kesif derdi yoktu, olana dair mevcut ezberi silkelemek, onlari bambaska ufuklara tasimak maksadindaydi. Ve o sahislar Roll kanaliyla aktarmis olduklari dusunce ve soylemleriyle bize hayati ogretti. Yayinin en basta muzik sonra politika, edebiyat ve sanat alemine ama ille ki Turkce yazin diline kazandirdiklarini saymaya ozel bir sayi yetmez herhalde. Yillarca bu topraklarda calakalem islerle ayi savusturma derdine dusmemis, muzik sevdalisi muktedir kalemlerce onun kadar ciddiye alinmis, yaptigi ise ve okuyucusuna duydugu saygiyi her satirinda hissettiren Roll raflardan cekildiginde beride nasil bir bosluk birakir, dusunmesi bile bogucu… Mesela tarihin ustadlarina cok uzuluyorum, onlara itibarlarini durup durup teslim edecek, onlari isleme yukunun agirliginin altina girecek donanim, kudret, altyapi ve heveste yayin/kadro sayisi yok denecek kadar az. Galiba muzigin unlusu unsuzu, doktoru hastasi hepimiz pusulamizi kaybettik, yukumluyuz. Roll’a once veda selami cakmak, sonra biraktigi mirasa sahip cikmakla… Sayilarin ust uste binmesinden su onumde yukselen minik kule olmasa sikintidan patlardim.



Siradanmiscasina yeni sayi haberinin altina caktirmadan ilistirdikleri, buruk perdeden calmamak icin dilinden geleni ardina komayan mesajdan anliyoruz ki, vedalardan pek hoslanmiyorlar. Sanki biz cok mu seviyoruz...



TENK YU ŞEYTAN
Müsaadenizle bir veda sigarası yakalım, bir veda “kalem”i yuvarlayalım. Diyarbakır meyhanelerinde “kalem” deniyor “yolluk”a...
İlk yudum Turgut Uyar’ın ruhuna:
“Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişenizin zevkiyle çalışacaksınız.”
İkincisi de Uyar’a:
“Nedir sonsuzdan bir önceki sayının adı diyelim sonsuz eksi bir hayatın adıdır bu.”
Üçüncüsü Latin aşkına:
“Sonuncu yoktur, sondan bir önceki vardır!”
Dördüncüsü, 144. Roll’a, sonsuzdan bir önceki sayıya. Veda sayısına. 13 yıl önce bu mevsimde şeytana uyduk. Uyunca da, baktık olmazsa olmayacak, zaten olmuş olmayacak olan, “olan oldu bir defa, bari hepimize yarasın” deyip yola çıktık. 13 yıl önceki kasım ayının ilk günlerinden bu yana 144 defa buluştuk –altı da “özel”i, toplam 150.
Yaradı valla. Hepimize yaradı.
Ya şeytana uymasaydık?
George Harrison, “Beatles olmasaydı dünya sıkıntıdan patlardı” demiş. Doğru. şu da doğru: Roll olmasaydı sen-ben-o sıkıntıdan patlardık.
Vedalaşırken gözlerinden öpelim Léo Ferré’yi: Tenk yu şeytan! Bize Roll’u verdiğin için.

Thursday, November 5, 2009

ne diyor snooze?

Iyimser bir sekilde “hadi uyanirmis gibi yap, caktirmadan biraz daha kestir” diyor olabilir. Kati uyanisa alistirarak goturmesi kimilerine gore yeni milenyumun en faydali gundelik pratiklerinden. Ancak bazen icine seytan girip “takil bana, gecikmeyi yasa” diyor. Malum, birkac kez bu uyandirir gibi yapma servisine tepki verip ertelediginizde, yari ya da tam uyku duzeyindeki bilinc buna da bagisiklik kazanabiliyor ve duymamaya basliyorsunuz. Esasen durum snooze disindaki her turlu uyandirma servisi icin gecerli. O halde onemli olan gune gercekten baslamak istiyor musunuz, yaptiginiz isi seviyor musunuz sorulariyla girip konuyu, yaziyi ve hatta blogu burada bitireyim. Canim mesela yani...

Oncelikle beni en cok rahatsiz eden, kendi adima soyluyorum, biyolojik ya da vucut saati denen mekanizmanin topyekun iflas etmis olmasi. Gune uyanmak tamamen aygitlarin hukmune gecmis durumda. Oyle ki, alarmi yanlislikla bir saat ileri kurmussam mumkunati yok ondan once uyanamiyorum. Kronos tanrisinin sevgili kulu olarak zamaninda uyanabilmek bu cihazlarin dogru kullanimina, bir de tabii onlarin selametine teslim. Bu yuzdendir ki saglama amacli cihazlari cokladigimiz dahi oluyor. Sorun temelden uyanma ozgurlugunun igdis edilmesi ve zorla uyandirilmanin yukselisi. Muhtemelen bu sepebten vucut metabolizmasi dinlenemiyor, mesela ruyalarimizin da normale oranla buyuk kismini hatirlamayi iskaliyoruz. Bu duzenekte cep telefonunun icadiyla birlikte yeni bir fenomenimiz daha var, o da snooze... Kullanim sakatliklarina iliskin cok sayida alternatif versiyon yasandigi gibi, su ekseni kayik dunyaya uyanmaya onden hazirlayan insafli yaniyla da vazgecilmez bir unsur.

Mekanik alarm sistemlerinde boyle bir opsiyon benim hatirladigim kadariyla yoktu. En fazla alarmin ibresini biraz ileriye tasiyabiliyorduk ancak o sersemlikte goz hizasiyla yapilan sadece birkac derecelik ufak bir aci dondurumu dahi vahim gecikmelere yol acabilirdi. Peki bu dijital icat nereden cikti, kimin aklina geldi? Bununla ilgili cok saglikli bilgilere ulasamadim. Bazi dogrulugunu garantilemeyen bilgi kaynaklarina gore bu mucit ayni zamanda Ben Hur romaninin da yazari Lew Wallace. Saskinlik verici cunku eger dogruysa dijital devrim donemi degil 19. yuzyil sonlarinda yasamis, tum zamanlarin en taninmis eserlerinden birinin yaraticisi ve ayni zamanda ABD’nin Osmanli Imparatorlugundaki elcisi bir general. O donemde bu bulusu hangi cihazla entegre etmis onu anlamadim. Belki konsepti yaratmis olabilir, ancak bana yine de dogrulugu ikna edici bir bilgi olarak gelmedi.

Ilk zamanlar snooze standartinin 9 dk olmasi ile ilgili de farkli farkli gorus ve teoriler var. Bunlardan bilimsele en yakin olani REM teorisini icereni olsa gerek. “Rapid Eye Movement” denen ve gozler fildir fildir dondugu, ruyalarin gorulmeye baslandigi uykunun bu en derin besinci asamasina gelmek belli bir sure aliyormus (5 dakika ile 1 saat arasi). Amac uyku henuz derine inmeden, yani asamanin ilk ortaya cikisindan hemen sonra bu zinciri kirmakmis. Bundan bahsedilen kisacik ve kesintili uyku dilimlerinden pek bir hayir gelmedigi mealinde bir sey anliyorum. Kim bilir belki de plasebo efektidir. Simdi telefonumu kontrol ettim, snooze suresi de kullanici tercihine birakiliyor ve alarm ilk olusturulurken otomatik olarak 10 dakika geliyor. REM'i de yuvarlamislar anlayacaginiz. Neyse benim icin fark etmez, zaten su siralar fikrimden geceler yatabilmiREM.

Monday, November 2, 2009

dar alanda kısa peşkeşleşmeler

Cocukken hem mahalle, hem de okul takimi maclarini yaptigimiz, minubus caddesinin ust kisminda Intas ile Kozyatagi arasinda kalan, amator kume takimlarindan Acarspor’un nizami futbol sahasi vardi. Sert bir toprak tabakanin orttugu saha yilin yarisi balcikla sivansa da saha sadece biz Erenkoylulerin degil civardaki nice okul ve mahallenin futbol mabediydi. Sahanin hemen yanibasindaki devasa arazisiyle un salmis Bora Surucu Kursu’yla kombinasyonu kalabalik kitleye engin bir egzersiz olanagi saglayan yari tesekullu bir spor kompleksi rolundeydi. Lisede hergun okula giderken oradan gecer, sabahin cok erken saatinde kosan, yuruyen, jimnastik yapan ve basini ev hanimlarinin cektigi cok sayida insan obegi gorurdum. Gunumuzde eger orman filan degilse sehrin orta yerinde pek karsilasabilecegimiz bir manzara degil. Soylemeye gerek yok, bugun dev bir konut yigininin heybetli yuksek binalari bu eski spor kompleksinin yerdeki ve gokteki tek hakimi. O kale dustugunden beri gozum ablamin ikamet ettigi ve yillardir yolumun dustugu Bakirkoy Zuhuratbaba’daki Yuce Spor futbol sahasinda, elim de yuregimdeydi.

Yucespor kulubu ve sahiplendigi futbol sahasi, Istanbul luks semtlerinin mahalle aralarinda yerini koruyabilmis son futbol takimi/sahasi emsallerinden. Tabii saha sartlari beklentilerin altinda kaldigindan 1. Amator Kume orta siralarin takimi Yuce Spor uzun zamandir maclarini Osmaniye’de oynuyor. Yine elverissizlikten idmanlarini da belediyenin tahsis ettigi bir sahada gerceklestiriyor. 90 larda ise hem antrenmanlarin yapildigi, hem de sahanin mahalle yerlisiyle kusatildigi amator kume maclarinin oynandigi, takipcisi bol bir sahaydi. Kulup binasi halen yazin mini turnuvalarin duzenlendigi, altyapi idmanlarinin –ki bu alanda kaydedilen basariyla “altyapi” ve “Yuce Spor” mahalli futbol literaturunde sikca anilan ikili- gerceklestigi bu sahanin yan tarafinda yer aliyor.

Aci haber nihayet geldi, araziye 200 dairelik ultra luks bir konut sitesinin serpistirilmesi icin gerekli girisimler baslamis. Hakcasi, basta bu projenin Yucespor’un da dahil oldugu karsilikli fayda(!) kapsaminda gerceklesecek bir paslasma olabilecegini dusunme gafletinde bulundum. Gidip birkac yetkili ile gorustukten sonra utanmakla kalmayip keske isin icyuzu oyle olsaydi, bari kulubun kasasina girecek parayla Yuce Spor yeni yatirimlar ve tesisler yapabilirdi diye hayiflandim. Meger hikayenin arkaplani, benim acar muhabir havalarina girmeme degecek kadar cetrefil ve ketenpere iceriyormus.

Resimdeki Sabri Hoca, futbol aleminin gayri meshur emekcilerinden ve Yucespor’un sembollerinden. “Cigerimiz yaniyor", yabani otlarin istila ettigi istemsiz yesil sahayi gostererek "hayat burada be evladim” diyor en acikli haliyle. En cok da orada buyuyen, her firsatta top tepen “yavrucaklar” icin uzuluyor. Gercekten sahanin su hali sizleri yaniltmasin, bakimi yapildiginda ozellikle yazin dar sokaklarda ve kucuk dikdortgenler prizmasi evlerde biriken enerjisini kosarak ve top oynarak bosaltan cocuk gruplarinin varligiyla sahada surekli bir aktivite ve doluluk gozlemlemek mumkun. Cevre semtlerden aldigi mesin yuvarlak sevdalisi ziyaretcileriyle aslinda kamu adina dev bir fiziksel enerji atik tesisi. Beri yandan da kondisyon depolama ve spor olgusu yesertme/yerlestirme kompleksi. Pardon, kime ne ki bunlardan?















Isin icyuzu demistik; maalesef arazi uzerinde aslinda Yuce Spor hicbir hak sahibi degil. Cunku bu futbol sahasi ve kulup binasi imar planinda “yesil alan” geciyor. Bunun bir yandan iyi bir tarafi da var: Bir baska tuzel kisi/kurum da buranin kullanim hakkini alamaz. Belki de tedbiri elden birakmadan bizdeki hantal/rantal isleyis modelini gozden gecirip bir “istisna” payi birakmali ve "alamaz" yerine “alamamali” demeliyiz. Mevzu karisik, kulup binasi ve sahanin istikbali isleyisine hicbir zaman vakif olamadigimiz o menem burokrasinin ellerinde ve yetkili imzalarin islak murekkebinde. Neyse ki Yuce Spor personeli bu aralar az da olsa konuya duyulan ilgiden ve gerceklesen birkac ziyaretten hosnut gorunuyorlardi. Gorustugum bir kulup yoneticisi “buraya bina dikmek o kadar kolay degil, alamazlar burayi” derken kendisini ikna etmeye ugrasan, girisimin akibetiyle ilintili buruk ve pesinen kabullenilmis bir yenilgi hali de acikti. Sonucu tahmin etmek zor degil. Ancak halen bir ihtimal daha var. O da hakkaniyetli iskan anlayisi ve kati imar defansina takilan peskes mi dersiniz?

Sunday, October 25, 2009

parantezi kapatamamak

Ortagimin yaktigi atese birkac odun da ben atayim. Biraz grup seansi/terapisine donecek ama dumanli hayatimda sadece uc yil once tek bir sigara birakma deneyimim oldu ve uc aylik muvaffakiyet sagladim. Esasinda Mark Twain’in “sigarayi birakmak kolay, ben yuzlerce kez yaptim” ironisinin kurbani olmamak, bir ve yalniz bir kez bu ise girismek icin hayatimdan ebediyyen sokup atmak istedigime emin oldugum zamana kadar denemeyi aklimdan dahi gecirmiyordum. Lakin isyerinde kolektif bir sigara birakma eyleminde nikotin bandinin maharetleri uzerine mavralar donerken, 24 saatlik nikotin ihtiyacimi gidermeye muktedir oldugu iddiasiyla bir adet bant verdiler ve denememi onemle rica ettiler. Dogrusu tam disime gore bir “challenge”di. Sonra o 24 saat gunlere, haftalara ve aylara donustu. Sigaraya donusumu toplum icinde her ne kadar “yapabilecegime ikna oldum ve bu kadari yeterliydi” sarkazmina dayandirarak gecistirmeye ugrassam da, sebeplerimin ortagiminkilerden eksigi yok fazlasi vardi. Anlasilan yukarida bahsi gecen zaman o zaman degildi. Butunluk hissimi topyekun yitirmistim. Belki kilo almamistim ama fitilim cok kisalmisti, cabucak parlayiveriyordum. Artiriyorum, O meretle birlestigim bir ruya daha gorme olanagim varken sabahlari yatagimdan kalkacak motivasyonu dahi bulamiyordum.... Herseyin ne anlami vardi ki?

Lanet olasi mereti cok seviyorum, en buyuk sorun da bu. Ornegin tek ve buyuk biraderim sigarayi yer, oyle ki disari cikip birlikte yaktiktan sonra ben yarilamadan o bitirmis ve sondurmus olur, cabucak da donmek ister. Bu keyfimi hep zamansiz sonlandirdigi icin cok kizarim fakat –hiperaktif olmasi ve bir yerde duramamasi disinda- sigarayi nefretle ve gorev icabi ictigini gorebiliyorum. Zaten kendisi sikayet ederek icen gruptan. Bu nefret buyuyecek, birikecek ve bir noktada belki ona yeterli motivasyonu saglayacak. Cevremdeki tutun kaleleri birer birer duserken halen dumani aheste aheste cigerime cekiyorum. Dahasi meretin zihnimi actigina, daha salim kararlar aldirdigina, isyerinde islerimi duzenledigine filan inanmak gibi hastalikli dusunceler besliyorum. Herhangi bir proje ile ilgili ne zaman bir cikmaza girsem, yalniz sigara icmeye cikarim ve duman beynime hucum ettiginde onunde sonunda tuzruhu misali zihindeki tikanikligi acici bir cozum yaratirim. Sigara icimi mi parantez, yoksa hayat mi sigara icimi icinde acilmis bir uzam pek ayirdina varamiyorum. Neyse tum bu dusunceler cok sacma ve tehlikeli… Ah, isin bir de “oral fixation” boyutu var. Onume konan bir kase kuruyemise kayitsiz kalmayi ve bir cirpida bitirmemeyi becerebildigim gun, sigarayi da birakabilecegim herhalde…

Minor denemeleri olmus fakat sigaranin kendisine gore olmadigini farketmis grubu bir kenara koyuyorum; gelelim hayati boyunca agizina hic sigara surmemis, yani bu parantezi bir kez dahi acmamis olanlara... Kimse gucenmesin, bu insanlarin cok sıkıcı oldugunu dusunuyorum. Bu kadar yaygin ve erisimi kolay bir edime kayitsiz kalmak, ne bileyim haftalarca evde duran oyun konsoluna hic merak etmeyip bir kez dahi dokunmamakla, duvarda duran darta tek bir ok firlatmamakla, yerde duran bir topa yillarca vurma istegi duymamakla ayni seymis gibi geliyor. Fazla merak kediyi oldurur tamam da, ote yandan “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. tamam duruyorum, saglikla oyun olmaz...

Neyse, hic degilse iclerinde sigaraya karsi oldugu gibi yasagina da karsi olan ve yanlarinda icilmesinden rahasiz olmayan cok ufak ve sempatik bir grup var. Bu grup bir kisim sonradan birakmis cetin sigara dusmanlarina oranla cok daha anlayisli. Suc ortagim patolojik inkardan kendini arindirmis ve herseyin farkinda bir birakici. Ancak bahsettigim diger birakici ve propagandaci grup bana askerde adaptasyonu abartip kendini kaybeden, sanki hep oradaymis hatta asker dogmus gibi davranan kisileri andirirken mudaheleleriyle beni de canimdan bezdiriyor.

Suphesiz en ozendigim, sigarayi bagimlilik raddesine tasimadan zevk duzeyinde ve az icen, tiryaki olmayan iciciler. Var boyle uc-bes gun sigara icmeyip meyhanede yarim paket deviren, sonra ertesi gun tum boyu dokunmayan tipler. Kiskaniyorum cunku omrun sonuna kadar bu meretle belirli bir duzeyde icli-disli olabilmenin tek yolu bu olsa gerek. Ben de bu aliskanlik duzeyimle omrumun sonuna kadar icebilirim aslinda, ama nispeten kisa bir omur olacagi kesin. Neyse, ortagim sigarasini sondururken benim atesimi harladi. Ne zaman sigara birakma hikayesi duysam ve kendime –yuzeye soyle bir degip gececek seviyede dahi olsa- uygulama ihtimalini kurgulasam muthis bir duman cekme istegi duyarim. Izninizle bir tane yakiyorum. Hey ahbap, su lanet olasi cakmagi uzatir misin!

Friday, October 23, 2009

parantezi kapatmak



Daha önce bir kez daha sıgarayı bırakmıştım. 2006 yılbaşının hemen ardında hasta oldum ve yatakta yüksek ateşle geçen bir kaç günün ardından yeniden sigaraya başlamamıştım. İnanın bana, canım bir kez olsun elime sigara almak istemedi. Hiç özlemedim. Yine de her nedense, 2008 yazında sigaraya geri döndüm. Aynı yaz -her yaz olduğu gibi- çok fazla içki içtim ve - bir Alaçatı Babylon dönüşü ehliyetimi polis amcalara teslim ettim. Aslına bakacak olursanız sigaraya dönüşümün nedenlerini biliyorum. Günlük çalışma saatlerinin arasına sıkıştırılacak kısa duman molaları, bir bara girildiğinde elin boş kalmaması (sürekli kadehle dolanmak da yorucu), rakı masasında söze girmeden önce ciğerlere dolduran duman için... bütün bunlardan ziyadesiyle zevk alıyordum. Sigara mühim meseledir aslında. Örneğin hayatı boyunca ağzına sigara koymamış olmakla övünen insanları anlayabilmiş değilim. Şahsen yakın çevremde böyle bir insan olduğunu da sanmıyorum. Fakat iş yerinde ya da okulda, birilerinin gururla, ömründe sigara içmediğinden bahsettiğini duydum. Bu insanlara karşı genel tepkim de sırtımı dönüp olay mahalinden uzaklaşmak oldu (tabii bütün saçma fikirlerine katlanılacak kadar güzel bir kız değilse).

John Berger 2005 senesinde Observer'a verdiği mulakatta şöyle diyor:

A cigarette is a breathing space. It makes a parenthesis. The time of a cigarette is a parenthesis, and if it is shared you are both in that parenthesis. It's like a proscenium arch for a dialogue.




Üzgünüm ama, gerçekten de öyledir. Sigara içen insanların sohbetleri, içmeyenlerle kıyasla daha samimi, derin, incelikli filandır... Sigara, bir uzam açar. Sigara içen iki kişi, bu uzamın sınırlarını çizen parantezin içerisinde kalır. Diğerleri ise, sokaktan geçen, acelesi olan, öylesine figürlerdir işte. Şimdi ben, ikinci defa sigarayı bıraktım. 15gün oldu, içmiyorum. Esasen, ne ellerim ne de dudaklarım hissediyor yokluğunu. Fiziki özlem yok yani. Yine de biraz eksilmiş hissediyorum kendimi. Elbette alışacağım, fakat bu eksiklik hissi bütünüyle geçmeyecek. Söylenmeye de hakkım yok üstelik, neticede bu benim tercihim. Bir kez daha, akciğer kanserine yakalanma korkum zevklerimi ve bireysel özgürlüğümü, kendim olma arzumu bastırdı... Şimdi ben o parantezi kendi ellerimle kapatıyorum. Asıl esaret sigara tiryakiliği değil, onu bırakıyor olmak...

Yalnız şimdiden söyleyeyim kilo filan alırsam, geri dönerim :S

Bu arada, Roll'daki (felix'in bahsettiği) teleröportaj'ı okudum. Yücel Göktürk bu memleketin görüp göreceği herhalde en donanımlı ve özgüvenli mulakatçı. Berger gibi önemli -ve nasıl desem- sanat eleştirisinde yarıtanrı mertebesindeki bir adamda ancak bu kadar rahat, detaylı ve nüktedan bir konuşma gerçekleştirilebilirdi. Üstelik telefonda! Hem söyleşi, hem de bu söyleşinin Türkçe'ye çevirisi çok başarılı, hissediyorsunuz. Berger'le konuşurken her hangi birşeyi "Dickensvari" diye tanımlamak - üstelik İngiliz dahi değilken- her baba yiğidin göze alabileceği bir risk değil sanki. Acaba nasıl dile getirdi bunu Göktürk... "Dickensish"? , "dickensonian"? ya da "it is sooo Dickens"?


*resimler Ahmad Zakii Anwar'ın "Smoker" serisinden.

Monday, October 19, 2009

break a leg (in hell)

okuldan, varolussal cigliklardan, genclik hezeyanlarindan ve belirli bir olaydan uzaklasabilmek icin yelkenim her turlu kacis ruzgarina acik oldugundan, universiteler arasi kalabalik bir organizasyon kapsaminda 99 yilinda, tam da bu tarihlerde adiyaman’in yolunu tuttum. kaciracagim ders sayisi dusunuldugunde ruzgarin yasal yollardan esmesi plani mukemmel kilmisti bile. ilk hafta hersey cok iyiydi. ancak gittigim yerdeki toplulukla daha entegre olamadan dezentegrasyon sureci yasadim. ustune hem kamp, hava ve ortam sartlari, hem de kafami allak bullak eden istanbul cenahi (sakli mutlaka geri doner) vaziyeti tam bir kabusa donusturdu. on gun zannederek katildigim macera uc haftayi buldugunda oynatmaya ramak kalmisti. agiz tadimi kaybetmistim ve dondukten birkac hafta sonra dahi geri kazanamayacaktim. artik umidi kesmisken nasil geri geldigini de animsamiyorum. velhasil insanin imdadina yine kendisi yetisiyor, camur icerisindeki cadirda hasere yuvasi uyku tulumu icerisinde tipayi cekmek uzereyken zor gunler icin sakladigim James Dean Bradfield roportaji (Roll'da) imdadima yetisti. 98 dunya kupasindan Nirvana’nin duzeyine erisme hayaline kadar cok seyi anlatiyordu. odasindaki duvarda iki posterin yer aldigini; bunlarin birinin Jeff Buckley, digerinin de Robert De Niro ile Joe Strummer’in Clash konseri oncesi, sahne arkasinda cektirdikleri fotograf oldugunu soyluyordu. bambaska dunyalara gitmis, ikilinin birlikte cektirdigi fotografi kafamda canlandirmis durmustum. on yil oncesinden daha yarim saat oncesine kadar gecen yaklasik on yillik sure zarfinda bu fotografi aratmak, ona ulasmayi denemek aklimin ucundan dahi gecmemisti (sakli hic degilse mutlaka geri doner). belki kafamdaki imgeyi korumak icindi. ama kurguladigimdan cok daha iyi ve dogal bir kareymis. ben ikisini sanki askerlik fotosu misali (o gun icinde bulundugum ortam bundan fazlasina imkan tanimazdi) omuz omuza, objektife bakarlerken duslemistim. JDB kusuruma bakmasin, fikri kendisinden apartiyorum ve bu fotografi her daim gorecegim bir bosluga ilistirecegim. ama sizler yapmayin. zaten bir sirrimi paylasmis gibi hissederken… bilmiyorum iste, yapmayin.

vay canina…

war of the chics



Gaz maskeleri Vuitton ve Gucci'den.

Thursday, October 15, 2009

mini classic(?)


mini...
paul smith'in karakteristik multi-stripe'i ile

no monkee biz

Iki ay kadar once yurtdisinda, agirlikli rock-barlarin oldugu bir sokagin girisindeki genc bir delikanli, elindeki cikartmalari sokaktan gecenlere dagitiyordu. Alirken ne olduguna bile bakmadan cantama ativermistim. Ertesi gun cantayi tasnif ederken gorup sevindigim, Arctic Monkeys’in yeni albumu Humbug’i haber veren cikartmayi doner donmez resimde oldugu gibi masamdaki panoya ilistirdim. Aslinda “sticker” veya “hand-out” en bilindik ve uygulamasi basit tanitim yonetmi. Ancak zaten ilgi duydugunuz bir gelismeyi haber veriyorsa cok etkili bir hatirlatma araci olurken tanittigi seyi algida hemen secme yardimi da sagliyor. Gecen hafta sagolsun halen muzigi yasal yollardan satin almayi tercih eden bir arkadasimin (aslinda sadece usengec ve parasi cok) arabasinda onceki gun almis oldugu bahis konusu albumun CD’sini gordum. Hemen oracikta hacca transfer ettim. O gun bugundur de arabada bangir bangir caliyorum (bangir kelimesi banger'dan geliyor olabilir mi?). Her gun cikartmasina maruz kaldigim bir imgeyi yakaladigim yerden cekip cikartmam kadar normali yok, degil mi? Arkadasim da kusura bakmasin artik.

Daha once Sheffield minvalinde islemis oldugumuz Alex Turner, uretkenligine zeval gelmesin, pekala bu onyilin muzik dehasi olarak kayda gecebilir. Pek cok rock ikonu gibi o da yan-proje modasina uydu, fakat yetenekli ve muzik mezhebi genis orneklerinde oldugu gibi, onu tanimamiza vesile olan grup ve muzikten farklilik/cesitlilik arz edebildi. Miles Kane’le birlikte yuruttugu proje grubu The Last Shadow Puppets’in The Age Of Understatement albumu, 60lar bagimsiz sinemasinin “art-house” atmosferini tasiyan, senfonik-orkestral ve gizemli havasiyla (studyo icin Fransa ilhama katkisiyla cok isabetli bir tercih olabilir) muzik alemine taptaze bir soluk verdi. Ancak suphelendigim bir sey vardi. O muzikalitesi yuksek, altyapisi guclu ve ticari endisesi dusuk atmosferden tekrar Arctic Monkeys’in eglencelik, biraz daha formularize ve ana akimi arkasina almis yuzeyselligine geri donecek miydi? Yoksa degisim The Last Shadow Puppets’dan menkuldu ve eklektizme katki farkli bir ornek olarak orada mi kalacakti?

Humbug’la Turner’in tabanina meydan okumaya devam ettigini soyleyebiliriz. Belki yine ve hala melodik bir album ancak Arctic Monkeys’in patlama yaptigi tarz ve muzigine kiyasla bariz bicimde derin, karanlik ve ruyamsi. Bunu sohrete giden yolda tavizler verip gerekli kudreti kazaninca yeraltina inmek gibi stratejik bir oyun, ya da populer muzik kamuoyundan bir intikam hikayesi gibi okumamak lazim. Her ne kadar henuz 20 yasinda yuzbinler onunde konser verirken bile kirk yildir sahnedeymis gibi olgun ve ayaklari yere basiyor gozuken bir delikanli da olsa, neticede cok genc bir muzisyen. Belki onun arayis ve olgunlasma surecine tanik oluyoruz. Kimi sanatcilar, isler hayal edilenin otesine gectiginde ya da kontrolden ciktiginda muziklerinde tersi degisimler yasayabiliyor. Muzigin yumusamasi, ofkenin azalmasi, ait oldugu siniftan uzaklasma, hedonizme yenik dusen uretim, caliskanlik ve detayciligin yol actigi daha acele, yuzeysel ve calakalem isler gibi… Ki bu desen bana gore daha yaygin. Kimileri de hayatini ele geciren popularitenin dehsetinden sakinip, kendi ic dunyasina donerek sinirlarini zorluyor ve hemen, belki de hedeflediginin cok disina tasmis olan olan hitap kitlesini rafine etmeye ugrasiyor. Turner belki de herseyi cok daha oldugu gibi ve yuzeysel de yasiyor olabilir, ancak dinledigim yerden gorunen bu. 2005’te NME kendisini “gezegenin en cool adami” olarak secmis. Ama kendisi asla tongaya gelip bu yalani yasamaya calismamis ve ozel hayatini korumus. Bu da fikrimce goruneni dogrular bir simge teskil ediyor. Katilmayan olabilir, ancak bu zitlarin birligi degil midir cihani yasanir kilan... Ne demis rahmetli John Peel? Barika-i efkardan mukaddeme-i hakikat dogar :S

Tuesday, October 13, 2009

john "ginseng" berger

Bir gün ölüm haberini almaktan korktuğum yaşlı adamlar var; Süleyman Seba, Fidel Castro, John Wayne :S filan gibi... Benim için önemli şey veya dönemleri temsil eden adamlar... John Berger de bu ürkütücü listedeki ihtiyarlardan birisi işte. Kısa süre sonra 83 yaşında olacak. Görme Biçimleri okuduklarım içerisinde beni en derinden etkileyen 5 kitaptan birisidir. Fotokopiler, Domuz Toprak, Düğüne, G. , Sanat ve Devrim (çok aradıktan sonra bir sahafta bulmuştum), Kral ve okuduğum çeşitli makalelerinin hemen hepsi... Şu doğal, organik vs. haplar var ya; hani sizin konstantrasyon seviyenizi yukarıya çekiyor filan... İşte o sayfalar, o kitaplar, benim üzerimde zihin açıcı bitkisel hapların vaat ettiği etkiyi yarattı. John Berger'e çok şey borçluyum. Bugün aklıma düştü, kitaplarını okurken aldığım notları aradım, çoktan kaybolmuşlar tabii. Fakat, bana Berger okuduğum günlerdeki heyecanımı anımsatan, altı özenle ya da süratle çizili satırlar hala duruyor. Geçmişteki öğrenme azmimi, şaşkınlığımı ve hevesimi hatırlamak bile beni yeterince mutlu etti.

John, daha uzun süre bizimle kal adamım. Şimdiden, iyi ki doğdun.

Monday, October 12, 2009

arşa değer belki başın

Geçen haftalardan yakın birinde -Ntv'de sanırım- bir belgesele rastladım (doğruyu söylemek gerekirse tesadüfi değilse belgesel izlemiyorum). Görüntüdeki orta yaşını aşmış adam, NYC'nin tonla gökdeleninden biri olan Rockefeller binasını geziyordu. Çoğu gökdelenin aksine Rockefeller binasının kübik bir görüntüsü yok. Sanki bir heykeltraş eline malasını alıp önündeki dikdörtgen prizmayı yanlardan kat kat, aşağı doğru oymuş, ya da yine aynı sanatçı, ince binaya yanlardan ekleme yapmış ancak daha geniş bir prizma elde edecek malzemesi tükenmiş de, işini yarım bırakmak zorunda kalmış gibi bir görüntü var. Söz konusu tamamlanmamışlık hissi, aslında binaya ayrı bir hava katmanın yanında işlevsel de. Böylelikle daha fazla köşe ofis elde edilmiş. Basitçe, çoğu katın dört değil de sekiz köşesi var. Buraya kadar, söz konusu yapının salt fiziki özelliklerinden bahsettik. Oysa bence (ve sunucu amcaya göre de) Rockefeller gökdelenin alameti farikası, bu yüksek iş merkezinin aynı zamanda sosyal bir alan olması. Tanıdığımız gökdelenlerde, farklı ofislerde veya bölümlerde çalışan insanların sivil teması son derece kısıtlıdır. Ana kapıdan giriş ve çıkışınız arasında geçen uzun zaman diliminde işinize ve önünüzdeki makinalara yoğunlaşırsınız ve bu binalar size mekansal bir konfor sunmak gibi dertler taşımazlar. Yan masada oturan arkadaşınızla iletişimiziniz ofis odasından taşmaz. Oysa Rockefeller binası üst katında bir seyir terası, hemen altında bir roof restoran barındırıyor. Tamam bunlar da normal diyelim, peki ya binanın altındaki çeşitli restoranlara, buz pateni pistine ve sonuç olarak gün içerisinde ana kapıdan giriş yapan insanların büyük kısmının aslında orada çalışmayanlar oluşuna ne buyurursunuz, "ha" ? ( elleri belinde siyah kadın öfkesi)

Gökdelen, esasen çevresindeki bir kaç binayı da içine alan Rockefeller bölgesinin bir parçası. Tasarımcılar, daha o tarihte bölgenin içerisindeki bütün binaların çevresini ağaçlandırıp, ağaç diplerine ortak süslemeler yapmışlar. Böylece, her hangi bir yurttaş (citizen) olarak eller cepte dolanırken dahi, yalnızca ağaç diplerindeki oldukça şık işaretlere bakarak özel bir bölgede olduğunuzu hissedebilirsiniz. Şahsen çok zekice bulduğum bir mimleme biçimi.

Manhattan'la ilgili birşeyler seyrederken, asıl dikkatimi çeken sonsuz sayıdaymış gibi görünen gökdelenlerin kendilerini şehirden soyutlamak yerine dostça görünen bir biçimde, yan yana dizilmiş olmaları. Yarım saatlik bir kaldırım yürüyüşü sırasında, dünyanın finans-kapital merkezinin en kritik ofislerinin önünden elinizi kolunuzu sallayarak geçebilirsiniz ve bu kimsenin umrunda olmaz. Elbette, kapıdan girişinizle beraber yüksek güvenlik önlemleri ve akıl almaz bir psikolojik baskı ile karşılaşıyorsunuzdur. Buna itiraz edemem. Fakat burada güzel olan, bu hayati ehemmiyetteki, pahalı, mega yapılar gerçekten de NY'a ait olmayı tercih etmişler. Bizim ne yazık ki Kuzey Amerika'dakine benzer barışçıl, inşa edildiği kentin parçası olmaktan gurur duyan gökdelenlerimiz yok. Yaz başında izlediğim bir başka belgesel -bu galiba Cnnturk'teydi İstanbul'un finans merkezi Levent bölgesini inceliyordu. Bankaların, holdinglerin sahip olmakla övündükleri koca binaların önünden yürüyemiyorsunuz. Eğer orada çalışmıyorsanız, yapacak bir halt yok. Üstelik bu kibirli gökdelenler, öylesine korkak ki, güvenlik önlemleri daha binanın dışından başlıyor. Bir bankanın genel müdürlüğünde çalışıyorsanız, servisle yada arabayla gelip, mesai bitiminde aynı hızla evinize kaçıyorsunuz. Konu bölge sizin sosyal ihtiyaçlarınızı tatmin etmek adına birşeyler sunmuyor.


Bu durum, bize özgü değil. Üçüncü dünyadaki sermaye gruplarının övündükleri yüksek binaların asıl mahareti, işlevsellikten ve şehre uyumluluktan ziyade salt gösteriş... Bu nedenle, özendikleri emsallerinin kötü ve güncel taklitleri olmaktan öteye geçmiyor. Kuala Lumpur'daki ikiz kuleler son derece şatafatlı. Fakat Kuala Lumpur'luların gerçekten yüzde kaçı o binayı kendilerini tedirgin hissetmeden gezebiliyor? Üçüncü dünyanın gösterişli yapıları, ilerlemenin değil gelir adaletsizliğinin, kalkınmanın değil taklitçiliğin sembolü olmaktan öteye geçmiyor. Epey önce, Nobel ödüllü yazar Napaul'un Taklitçiler isimli romanını okumuştum. İngiliz sömürgelerindeki elitin İngiliz taklitçiliği üzerine filan, fena bir kitap değildi. Galiba Orhan Pamuk da bir nevi bizim Napaul'umuz. Elif Şafak da kadın Orhan Pamuk'umuz olduğuna göreee... lanet olsun adamım, buradan bir önermeye varamadım :S Velhasıl, Doğu ve Batı'nın kültürel farklılıkları, arada kalmışlıklar, yaşanmamışlıklar, hüzünbazlıklar (şahsen bu kelimelerin hepsinden nefret ederim, sıralamak istedim) vs. üzerine yazan Doğu tabiyetli fakat Batıyı benimsemiş yazarların başı her zaman okşanıyor. Kadim Doğu... Sonsuz çayırları üzerinde atlı yiğitlerin hüküm sürdüğü Güneşin bilge imparatorluğu... Yalnız ve güzel Oryantım. Hadi ordan! Bu numaracılar evcil siyam veya iran kedisi gibiler... Yoksa Paul Auster gerçekten neden Salman Rushdi ile kanka olsun ki? Orhan Pamuk romanlarındaki olmadık Avrupai yakıştırmaları sizce de abartılı değil mi? Yani gerçekten, hangi insan zırt pırt karşısındakini "doğulu-batılı" diye sınıflandırır ki? Size her hangi bir Pamuk romanının kültürel arka planını 15 kelime ile özetliyorum: batılı aile, doğulu fakir, doğulu, rakı, batı, doğulu aile,doğu, batı, mutaassıp, batılı zengin, doğu....

Taklitçilik, yakından tanıdığımız bir ruh hali. Kötü taklit ise, bizzat yaşadığımız hayatın özeti. Lise edebiyat derslerinin unutmadığım kalıbıdır; "batılılaşmanın yanlış anlaşılması". Hafızam bana kötü bir oyun oynamıyorsa, bu kalıp batılı örneklerinin zayıf imitasyonu olmaktan öteye geçmeyen ilk dönem modern Türk edebiyatı için kullanılıyordu. Yoksa bu edebiyat iyiydi de, ele aldığı dejenere karakterler (Kanal D dizilerindeki şu yaramaz kızlar ve afacan oğlanlar) mi batılılaşmayı yanlış anlamıştı? Hatırlayamadım şimdi :S

Thursday, October 8, 2009

bir tutam animal nitrate aman

Kufur denen meret, kufur-argo arasinda bir yere konumlanmis ve esasen cok da kelime anlami olmayan ifadeleri bir kenara koyarsak, dogasi ve dinamigi geregi bir baska tur, cesit, irk veya cinsiyeti hedeflemeden/gucendirmeden islenemiyor. Yani herhangi bir kufur yoneltildigi noktaya varana kadar once baslangic olmak uzere yol uzerinde baska baska duraklari dumduz edip yolculugunu oyle tamamliyor. Hepsinin orijini bu tip bir duruma tekabul ederken kullanim esnasindaki kasit ve motifler kullanicisinin boynuna. Kotu kufur sahibinindir diyebiliriz ki bu da basli basina hep bir tartisma konusudur. Gercekten birileri tarafindan icerigi sorgulanmaksizin ve kast edilmeksizin alelade bir refleksle mi sarf ediliyor, baslangictaki hakaretamiz icerigin hedefiyle bir alip-veremedik var midir, niyet ve sebep ne olursa olsun gucendirdigi baslangic noktasinin temsil ettigi nesne, kurum veya kisilerin deformasyonuna ve yipranmasina yol aciyor mu bunlar daha kapsamli arastirmalarin konusu. Ancak hayvanlarin kufur araci olarak kullanilmasi cok eskilerden yerlesmis ve yeri kolay kolay sarsilmaz bir toplumsal aliskanlik.











Bu aralar sokaklardaki reklam panolarinda gozume carpan, amacinin tam da bizlere bu konuyu konusturtmak amacli olduguna emin oldugum asagilik bir reklam kampanyasina dikkat cekmek istiyorum. Reklam isimsiz, belli ki amac once bahsini ettirerek kendini merak ettirmek. Birkac versiyonu var ve hepsi bir hayvani alenen kufur olarak kullaniyor. Ornegin, “bir laptop’a bu kadar para verecek kadar kaz kafali miyim?” yaziyor ve kurumsal ofis kilikli bir kadinin basina kaz kafasi monte edilmis. Benzer bicimde bir plazma televizyona tomarla para gommenin kus beyinlilik, bir baska elektronik araca raicinden fazlasini odemenin sazanlik oldugu gibi ayni fikir ve uygulama uzerinden ilerliyor. Insan evladinin kendini tasiyabilecegi bu gulunc ve zavalli seviyeyi resimlemek isterdim ancak gece vakti oldugundan cep telefonum secilebilir bir goruntu elde etmeye yetmedi.

Soz hakki olmayan canli turlerinin kendine ozgu safligini –ki bu da antropomorfizm tuzaginin budalaca bir karsiligi- karsilastirma araci ve dolayisiyla hakaret unsuru olarak kullanip reklamini yapmak ve urununu pazarlamaya calismak fasizmin, yaraticilik eksikliginin, ahmakligin ve bayagiligin onden gidenidir. Ne utanc verici ki bu fikir yalnizca hastalikli bir beynin urunu olarak havada kalmiyor, bu beyinden tureyen kotucul, acinasi ve kompleks dolu fikir kolektif bir calismayla uygulanabiliyor. Hitap ettigi ve reklamdan etkilenip oraya hucum edecek, hayatta en buyuk korkusu bu hayvanlardan biri olmak olan kitlenin de bu kolektivizmin parcasi oldugunu dusunmek bu ulkede irkcilik yok diyen kesmin neden bu kadar kalabalik oldugunu da izah ediyor. Zikredileni fikir olarak kabul etmek zorunda oldugumuz, ikna olmama gibi bir hakkimizin olmadigi bir tuhaf toplumdayiz iste. “Bu reklamda hicbir asagilama yok, hayvanlik yapma!” gibi manali bir arguman gelebilir mesela fikir ureticilerinden. Yok diyorsa yoktur iste, neyin pesindeyiz? Ben de gezegenin tum canlilarina esit mesafede oldugum iddiasinda degilim ve halen cozulmesi gereken insan meselelerinin hayvan haklarindan biraz daha trajik boyutta olduguna inaniyorum. Asagilama icermedigi olcude "hayvan"in benzetme veya kiyas kriteri amacli kullanilmasina da karsi degilim. Ancak bu rezillige karsi durmak icin illa Panter Emel olmak gerekmiyor. Hadi o hayvancagizlar belki kendi namina yaratilan bu idiotlojiden habersiz ve bundan direkt zarar gormuyor, ancak asil akla zarar olan insanligin rekabet ugruna dustugu aciz canlilara saldirarak yucelmeye ugrasma acizligi. Kendilerinden soz ettirme amacinin bir araci oldugu icin ozur diliyor, ancak amaclarini en dolaysiz sekilde saptirdigimi umarak yine dolambacsiz bicimde lanet ve yaziklar okuyorum.

Monday, October 5, 2009

bonus track - sound of silence

Proust, zihnin –isleyisi geregi- en onemli dusunceleri en hareketsiz zaman dilimlerinde urettigini, bu zaman araliklarinda ise asla tam olarak “kendimiz“ olamayacagimizi savunurmus. Yani uretebilmek ve insan zihnindeki karanlik noktalari ortaya cikartip en iyi bicimde ifade edebilmek bu “ölü” zaman dilimlerinde mumkun. Kendisi daha 20.yuzyilin baslarinda bu zaman dilimlerine imkan tanimayan dunyadan yakinirken, yuzyilin kutsal kitaplarindan olacak yedi ciltlik “Kayip Zamanin Izinde”yi yazmak icin 14 yil Paris’teki odasina kapanmaya ihtiyac duyarken, belki de daha onemlisi donemin namli bir tip profesorunun oglu olarak bunu yapabilecek maddi guvence sahibiyken biz bu zamanda ne yapmaliyiz bilmiyorum. Hadi Proust sahsina munhasir bir hipokondriyak, icindeki denizinin muptelasi iflah olmaz bir mukemmeliyetciydi. Kendisine kiyasla once cilt sayisini eksiltsek, sonra her birini biraz inceltsek, isciligi kabalastirsak ve sosyallesme dozunu artirsak acaba kaydadeger bir sey cikar mi?

Tamam, bahis yazar gibi dunya literaturune isim kazimak icin zamandan biraz daha fazlasi, ne bileyim bir edebiyat dehasina sahip olmak filan gerek. Boyumuzu asmadan isin uretim tarafindan degil, hakikat arayisi yolunda hakkiyla, sindirerek ve ozumseyerek tuketim yolundan yurusek de durum pek farkli degil. Ustanin isaret ettigi tehlike, yani kendimiz olmadan gecirdigimiz zaman araliklari birbiri ardina eklenerek uzadikca uzuyor. Hayat cok gurultulu ve sayisiz istasyondan olusan dev bir radyo. Sessizlik ise bu istasyonlar arasina saklanmis zor bulunan, cok hassas bir ayar ve stabilizasyon gerektiren ozel bir frekans. Aslinda her zaman bu frekansi kendi eliyle yaratmaya, anteni diger radyo istasyonlarina kapatmaya muktedir eserler omrumuzun tuketmeye vefa etmeyecegi kadar var, belki halen cikiyor. Ancak mesele bunlari farkedebilecek zamanin fakirligi. Yani isimiz biraz sansa kalmis durumda.
















Bu zamansizligin yarattigi ozensizligi onune katip seri uretime gecen icracilar muthis bir bilgi ve imge kirliligi yaratiyor. Ne varsa okudugu degil okumadiginda, izledigi degil izlemediginde, dinledigi degil dinlemediginde sanan, “aklindan cok hevesi, bilgisinden cok ozentisi olan”* ve yemeden yutan tuketiciler devreye girince soz konusu uretim ve tuketim mekanizmalarinin ucuculuklari mukemmel bicimde eslesiyor. “Yarım anlaşılmış ve yarı öğrenilmiş olan, eğitimin ön basamağı değil onun can düşmanıdır”, der Adorno”, der Tanil Bora “Tahsilli Cehaletin Cinneti”nde. Hani internetin actigi bilgi cagi filan bir yaniyla guzel, hayati kolaylastirici yanlari var; ancak bu kadar kotuye kullanildiktan, yerli yerine oturtulmadan bir caka satma aracina ya da kultur iddiasina donusturuldukten sonra acaba bilgiye giden yol daha cetrefilli mi olmaliydi diye hayiflaniyorum. Hem boylece herkesin herseyi bilmek zorunda hissetmedigi, cahil cesaretinin rahatsiz edici derecede ayyuka cikmadigi, ne bileyim branslasmanin arttigi, maymun istahli ureticilerin de azaldigi bir ortam olusurdu diye fantezi gelistiriyorum. Esasinda hayati kesintiye ugratan bunca dikkat dagitici ogenin azaldigi bir “back to basics” fantezisinin urunu, ya da onceli diyebiliriz...

Dun aksam bir ara elektrik kesildi. Iste agir aksak okumakta oldugum kitabin son on iki sayfasini bitirmek icin essiz bir firsat! Firsattan buyuyerek cikip :S hadiseyi “TEDAS’tan dev bir kultur hizmeti”ne cevirmek an meselesiydi. Ama once en azindan mum bulabilmek icin (sebebini bilmedigim sekilde yeri hep mutfak olagelmistir) bir aydinlatma aracina ihtiyacim vardi. Cakmak kaybetmekte ustume olmadigindan ve kim bilir nereden cikacak kestiremedigiden aramaya bile zahmet etmedim. Cep telefonu is gorebilirdi, ancak onu da bulamadim. Telsiz telefon vardi, caldirip saklandigi yerden bulup cikarabilirdim ama lanet olsun, telsiz telefon da elektrige bagli (requiem for analog). El yordamiyla cevreyi yoklarken elime PSP ilisti. Isigi isimi gorebilirdi. Actigimda daha once durdurmus oldugum, Galatasaray’a karsi 1-0 maglup durumda oldugumuz maci gordum. Takimimin bana ihtiyaci vardi. Yuklendikce yuklendim, defansta verdigim gedikler once ikinci sonra da ucuncu golu getirdi ve 3-0 maglup oldum. Bu senaryo hic yabanci degil. Sonra ikinci mac, ucuncu mac derken hezimet serisinin ardi arkasi kesilmedi. Hincimi alamayip oyunu en kolay seviyeye cektim, oyunun suresini uzattim ve basladim gol olup yagmaya. Kendimce hayali bir turnuva statusu getirdim ve uc macta yedigim toplam golun iki katini atarsam sampiyon olacaktim. Dedigimi yaptim evelallah. Sampiyonlugumu ilan ettigimde elektrigin coktan gelmis oldugunu soylememe gerek yoktur herhalde. Artik Everton – Stoke City macina kalmadigi yerden devam edebilirdim. PSP’de futbol oyunu uzerine mac izleyince de sanki futbolculari komuta ediyormus fakat muvaffak olamiyormus gibi asap bozucu bir kontol kaybi hissi, bir bas donmesi ve gerceklikle sanalligin catismasi hasil oluyor. Ha, kitabi soz bugun bitirecegim. Olmadi yarin…



* Yuzyilin mi bilmem ama otuz yilimin saheserlerinden Benim Adim Kirmizi’da, resim ustadlarindan birisine dair karakter tahlilinde gecen bir cumle. Dort supheliden hangisi icin kullanildigini, hangi sayfada gectigini bulmam imkansiza yakin. Birileri bunu basarmanin da dijitalize yolunu bulacaktir diye kafamdan gecirirken zaten e-book diye bir sey oldugunu hatirladim. Teknoloji kolaylik mi getiriyor, tembellik mi tartisilir lakin ortagimla birbirimizden habersiz ust uste benzer temayi en azindan bir yerde isleyecek kadar paralel dusunmemiz vaziyetin –yine en azindan bizim icin- endise vericiligini dogruluyor...