Thursday, March 27, 2008

tekrar cek Gus

Paranoid Park'la birlikte Gus Van Sant son donem kemiksiz hikaye anlatimina devam ederken, cikarsanamayan (aslinda olmayan) mesajlariyla izleyicilerin kafasini ve dilini daha cok yormaya devam ediyor. Ekseriyetle senaryonun altindan girip ustunden cikmaya hevesli, hisse ve anlamlandirma pesinde pervane izleyiciler icin bu notr durus pek sinir bozucu olmali. Gercekten notr olacak kadar kayitsiz mi? Yoksa gerceklerini kendine saklayacak kadar barisik ve ifade ihtiyacindan yoksun mu? Ya bu kayitsizlik veya ifadesizlik kastîyse?

Bunlarin tam olarak cevabi bende yok, ama kafasindan tilkileri eksik etmedigini ve algimiza bilincli sasirtmacalarla kastettigini dusunuyorum. Gizlenmek ya da cekimlerle flulastirmak suretiyle esgalleri kat’a netlestirilmeyen ebeveynlerin derin bir anlaminin oldugunu dusundugunuz anda, filmin genc basrolu Alex'in (saygi ve sevgilerimizle, Gabe Nevins) babasiyla bulusmasinda Van Sant karsiniza “bu sekil bir babaya ne dersiniz?” mahiyetinde bir kontra-yumrukla cikabiliyor. Veya savas konusunda ergen-ustu bir duyarlilik sergileyen gencin, bir baska ruh halinde mevzuya kayitsizligi yine mesaj trafiginde aksamalara sebebiyet verebiliyor. Bu bapta dogrusaldan ziyade inisli cikisli bir desen sonucu varilmis bir notrlukten, arada notralizasyon islemlerinden bahsedebiliriz.

Aslinda tum bunlarin ne onemi var; belli ki Van Sant’in bu gorsel-sanatsal soleni icra edebilmek icin genclik hezeyanlarinin ve kaykay kulturunun kesistigi bir senaryoya/araca ihtiyaci vardi. Ustad bu aralar tam olarak neyin pesinde oldugunu, yetkin ve yapiminda gorev aldigi filmlerle simgelesen goruntu yonetmeni Christopher Doyle komutasinda aslinda pek guzel anlatiyor. Sessizlik veya ona yakin arkaplan muzigiyle (dikkat fransizca sozlu muzik cikabilir) yavaslatilmis hareketli cekimler, en ucra ayrintilari dahi estetize edilebilmis dingin yakin plan goruntuler neyimize yetmiyor... Uzerine kulturunden gencligine, dogasindan basta Elliot Smith olmak uzere muzigine kadar hometown Portland’a goz kirpma/aidiyet odeme aliskanligi da bozulmadan eklenince, bizim icin hersey yolunda.

Belki koca bir paragraf da janri, muzikleri, sokak menseili alt-kulturel dinamikleri, tasarim dunyasi, kisaca tekmili birden zengin kulliyatiyla “skateboard” icin acmak gerek. Zannimca bunlar icin kulturun icinden gecmis degilseniz ya Nick Hornby gibi ustun bir anlatici, ya Gus Van Sant gibi mahir bir sinema anlaticisi, ya da Cristopher Doyle gibi rahatsiz bir goruntu yonetmeni olmak gerekiyor... Lakin filmde ayirdigi planlara, aktarimda gosterdigi ozene bakilirsa Van Sant’in acikca goze carpan yogun ilgisine kayit gosterebilmek/etkilenmek icin bunlarin hicbiri olmak gerekmiyor. Paragrafi caktirmadan nasil actim ve bos laflarla kotardim ama?

Tuesday, March 25, 2008

ses veriyorum; korkmaaa....



Müzik eğitiminin ilkokul'dan itibaren zorunlu kılınması bir yönüyle faydalı, fakat başka ve çoğumuz için kalıcı etkilere sahip öte yanıyla da olumsuz bir tecrübe. Şahsen eğitim - öğretim hayatımı kabaca 'eğlenceli' ve 'ziyan' diye iki kategoride tasnif etmeye yeltendiğimde müzik dersi, biyoloji ve mantık'la beraber kara listede. Kendisinin post ecukeyşınıl dönemdeki karşılığı, askerlik olabilir pek'ala. Örneğin matematik ne kadar kafanız basmıyor olsa da belli bir seviyeye kadar öğrenmenin elzem olduğu ve sokakta yürüyebilen her bireyin ucundan da olsa başarabileceği bir alan. Özü itibariyle belki müzik de öyledir. Bu işin cevher'i ses olduğuna göre, aslında hepimiz bu madenle bir şekilde ilişkiliyiz. Eski bir pop hitini mırıldanmak, okul sırasına vurarark rhytm tutmak ya da bir tezahürata eşlik etmek sizi bir şekilde icraatın içerisine sokar. Oysa bir enstrüman çalmak, ustalık anlamına gelir. Yine matematik ile karşılaştıracak olursak, aslında iyi flüt çalmak ve integral'in ustası (şahsımın math'te gördüğü en uç konu buydu, sene 98) olmak arasında pek fark yok. Üstelik matematik kulağı diye birşey de yok.


Benim gibi bir yetenek fukarasını dahi 8 uzun sene boyunca solfej okumaya, kitle içerisinde şarkı söylemeye ve enstrüman çalmaya teşvik etmek, her babayiğidin tahammül edebileceği bir çile değildi. Nitekim orta son'daki müzik hocası buna katlanmak yerine kolay yolu seçip benden nefret etti. Ben de olsam öyle yapardım belki, ama ben öğretmen olmadığıma göre öğretmek gibi bir sorumluluğum da yoktu. Neyse, bu teyze jest ve mimikleri ile sergilediği içten duygularını delikanlıca iki kişi arasında tutmak yerine sahip olduğu iktidarı kullandı ve karneme 3'ü yapıştırıverdi. Ben kendimi, tevhidi tedrisat'tan bu yana müzik dersinden 3 alan ilk öğrenci sanırken, bizim sınıftan başka bir vatandaş 1, bildiğiniz zayıf ile ödüllendirildi. Evet, bu küçük çaplı toplama kampında ortaokul çağındaki masum veletler, yetenek noksanlığından ötürü zalimce cezalandırılıyor ve mahallede alay konusuna çevriliyorlardı. Haliyle, zaten yeteneksiz olduğum bir konuda notlanmak ve mecburiyet baskısı, blok flütten nefret etmeme sebep oldu. Tıpkı bir önceki kuşak öğrenci ordusunun (başka kim güne rahat! haz'r'ol! ile başlar ki?) silahi/tüfeği mandolin gibi blok flüt de sadece müzik derslerinde kullanılan ve dersliklerin dışında rastlamanın mümkün olmadığı garip bir çalgı. Yapım aşamasında işçilik bulunmaması, hammaddesinin ucuzluğu ve ebatları itibariyle blok flüt; kitle eğitim için ideal bir tercih. Fakat o koku yok mu? Hala burnumda... Ağızla temas eden (düdük?) parça'nın, flütün gövdesine sokulan bir çubuk ya da kalem vasıtası ile çıkarılması sonucu ortalığa yayılan o keskin koku... Her gece Helvacıoğlu marka -ki seneler içerisinde bu markanın her rengini kullanmışımdır herhalde- flütümün içerisine bir bizon leş'i yerleştirip sabaha karşı kimselere görünmeden ortadan kaybolan o anti-music cinlerini bir bulursam, hepsini bağlayıp saatlerce aynı şarkıyı çalacağım; siiii Ayşe'nin kedisiiii, laaa tralalaylaylaaa.


Tıpkı spor dallarında olduğu gibi, bir çalgıda başarılı olan, diğerlerinde de esiyordu. Mesela iyi futbol oynayan herkes, aynı zamanda iyi de basketbol oynar. Belki de beyinde spordan sorumlu bir merkez var ve o iyi çalışıyorsa branş her ne olursa olsun fırtına gibi oynayabilirsiniz. İşte müzikte de böyle. Ben sözlüden kaytarmak için, tenefüse kalan zaman bölü kişi başına düşen süre çarpı yoklama listesinde bana gelene kadar sıradaki kişi sayısı hesapları yaparken, öyle yüce kişiler vardı ki gözlerini kırpmadan yerlerinden kalkar, elleri gram titremeden hatasız performans sergilerdi. Şüphe yok ki bu kişiler orada durmadılar. Yeteneklerini okul dışı aktivitelerle de beslediler. Kurslara gidip gitar çaldılar, sahilde ateş yakıp çevresinde Akdeniz Akşamları'nı söylediler filan. Ama sonunda ne oldu? Her iyi top oynayan futbolcu olamadığı gibi her gitar çalan da müzisyen olamadı. Peki ben buna üzüldüm mü? Tabii ki hayır. Eğer herkes yeteneği olan alanda çalışarak sevdiği işi yapıyor olsaydı, o zaman dünya üzerinde her gün sabahın köründe uyanıp boynuna kravat dolayan, bütün gün excel tabloları ile uğraşan yegane kişi ben olurdum ve bu hiç de adil olmazdı.

(aslında niyetim bir zamanların org furyasından bahsetmekti. ancak bir türlü konuyu oraya getirmeyi beceremedim. damn. Neyse, ben size bir uzun hava okuyayim en iyisi... )

Monday, March 24, 2008

what a wicked alicengiz to play/ japon kale

Ana rahmine donus histerisinin uzantisi seklinde alt-okumaya hevesli zumreyi ihya edecek bir cocukluk cagi yolculuguna daha hazir misiniz? Hazirsaniz yuh olsun size, demek ki hep orda degilsiniz. Gecenlerde bir ogle/n yemeginde, kerameti sosyo-ekonomik vehametinden menkul, geri kalmis ulkelerdeki futbolun teknik beceri ve kapasite ustune bina edilmesi hakkinda ahkam kesiyorduk. Cevabi yine sokaklarda bulduk. Muhasir medeniyetlerde genis oyun alanlarinin ve amator duzeyde zemini futbola elverisli nizami sahalarin bollugu fizik, kondusyon, mucadele ve isabet orani yuksek uzun pasa dayali total futbolun tohumlarini atarken, futbolun daracik sokaklar/ucra koselerde icra edildigi ulkelerde ise teknige dayali futbol on plana cikiyor. Brezilya futbolu kadar olmasa da, iktisadi kalkinmasini bir turlu gerceklestiremeyen, yuz yildir “gelismekte olan” ulkemizde de ahval pek farkli degil. Cogumuz teknik yonumuzu, calim becerimizi araba gectigi an herkesin dona kaldigi (kimilerimizin ezilme tehlikesi gecirdigi) dar alanda minyatur kale maclarda gelistirmedik mi?

Gelelim bu kulturun olmazsa olmaz futbol oyunlarindan birine, Japon Kaleye... Nasil ortaya ciktigina kafamin basmadigi, adina japon kale denmesinin dayandirildigi rivayetlere de aklimin pek yatmadigi bu icat, yerimizin dar oldugu durumlar icin birebir. Ozellikle asimetrik, dogrusal bir gidis-gelis hattinin namevcut oldugu kurtarilmis bolgelerde futbol bagimliligina ciddi anlamda yatistirici bir doz demek. Herkesin korumakla mukellef oldugu bir kalesinin bulundugu, gol atilacak kalenin coklugu, kisaca herkesin bir takim olmasi itibariyle muhtemelen yeryuzunun en bireysel futbol bicimi olan japon kale, iki kale ve iki takimdan ibaret minyatur kale maclarina gore cok daha yorucu bir oyun. Bu haliyle, teknik beceriler kazanimi yonunden diger dar alan oyunlariyla ortusse de, ilaveten kondisyon da kazandiran iflah kesici bir yani var.

Lakin fair-play ruhunun iflas ettigi, rekabetin tavan yaptigi kadar kirli kumpaslarin da zemin buldugu japon kale tam bir entrika deryasi (yok canim, ismini burdan almis olamaz degil mi?). Hemen kaypak dinamikler serisine basit bir ornek: Kaleyi terketmeyen “saglamci” oyuncular sevilmedigi icin cabucak aleyhlerine ittifak kurulur hedefine direkt. Derken katilimcilardan birinin en icten gerceklestirdigi sinsi pazarlik sonucu attigi bir feykle zaten pamuk ipligine bagli ittifak yerle bir olur. Sonra nefret edilen saglamci bu nifak tohumunun baslattigi savasla kendi haline birakilir. Cunku zararsizdir, oysa ki yeni rekabet daha cetindir. Aradaki ayak oyunlarini firsat bilen saglamci kalesini terkedip bosa cikan serseri toplardan nemalanmaya baslar. Hatta isi ileri goturup baslangictaki itilafcilardan biriyle isbirligine gecip, onun yeni kabilini madara etmeyi secer. Guclu/itilafcilardan biri elenir, kalan iki kisinin galibi ise bastan bellidir. Cunku silik saglamci, sadece ikinci olabilmek icin masa oldugu ayak oyununun ardindan yeni rakibine psikolojik olarak zaten yenik durumdadir. Bu simulasyon sadece uc kisi arasinda cereyan etmistir. Oyuncu sayisi arttikca donecek dalaverelerin kombinasyonunu varin siz hesaplayin.

Bugun kent yasaminda japon kaleye rastlamak pek mumkun degil. Keske sebebi oyun alanlarinin genislemesi olsaydi (milli takim futbol sablonu ve yapisinda halen bir degisiklik goremiyorum). Ne yazik ki gelisen teknoloji ve acimasiz rekabetin gencecik yasta hayatin farkli alanlarindaki tezahurleri, cocuklara dar alan oyunlarini bile cok gormekte. Bu kriz salt japon kaleyi degil; alman kale, dokuz aylik, veleybol, yakan top, istop, kuka, celik-comak, mors alfabesi, tüftüf, birdirbir, uzunessek gibi diger guzide sokak oyunlarini da vuruyor. Bir sure once (yolda karsilastigimda sasiracak kadar da yakin bir zamanda) sokakta japon kale oynandigini gordum ve seyre dalarken, japon kale yillarim gozumun onunden bir film seridi gibi gecti. Ama ortada bir tuhaflik vardi. Oyunda dort kale, fakat bes oyuncu bulunuyordu. Sebebini sordugumda aldigim cevap; “abi su ikisi gucsuz, onlara bir kale verdik” seklinde oldu. Dalavere deryasi da olsa bu oyun bizim zamanimizda asla bu kadar kimliksiz ve ozune ihanetle oynanmadi. Cok istedim “keserim ulan topunuzu!” demeyi. Ama bende terzi Feridun amcanin kalibi, urkutuculugu ve gomlek cebinden eksik etmedigi falcatasi yoktu...

Thursday, March 20, 2008

gel gel gel, kartele gel

yukarıda bugunku radikal'den bir haber... haberi gordugumuz anda, alter[ed] native olarak ilk kez aynada kendimizi gormus olmanin yasattigi sarsinti ve irkilmeyle mirror stage’e gectik. baslik, fotograf ve icerik bilesenlerinin olusturdugu butunluge [!] baktigimizda, ciddi anlamda ilham kaynagi olmamiz bizi elbette sevindirdi. lakin basindan beri kulvarlarimizi kalin cizgilerle ayirdigimiz bu yayin organinin gidisatimiza goz dikip bizden rol calmaya calistigini gordukce dogan grubundan, ne yalan soyleyelim, iyice tirstik. yoksa reddedemeyecegimiz bir teklifle yutulup gruba dahil mi edilecegiz? :S

tekrar kay Sam




...Londra diğer bütün sporlara engel oluyor. Futbol ya da golf falan oynayabileceğiniz küçücük yeşil alanlar var ve beton bunları yok etmeye çalışıyor. Yani bu sporları kente rağmen yapıyorsunuz ve aslında, başka bir yerde, kentin dışında ya da varoşlarda yahut Avustralya filan gibi bir yerde yaşasanız daha iyi edersiniz. Ama kayağı, kentin sayesinde yapıyorsunuz. Bize, olabildiğince çok beton ve olabildiğince çok basamak, rampa, bank ve kaldırım gerek. Ve dünya tümüyle betonla kaplanınca bir tek kayakçılar kalacak, dünyanın her yerinde Tony Hawk'ın heykelleri olacak, Olimpiyatlar bir milyon farklı tür kayak yarışından ibaret olacak ve o zaman insanlar herhalde gerçekten seyredecek...


Nick Hornby / Çat

Wednesday, March 19, 2008

Go Papale! (aka Kahrol Santiago)

Futbol filmleri içerisinde pek azi izlerken gerceklik hissi uyandirmayi başarır. Özellikle oyun sahneleri, elinizde Tsubasa`ya can veren animasyon olanaklari yoksa, inandırıcılıktan alabildiğine uzaktır. Yakın tarihli Goal I-II iyi miydi yani? Hadi canım, adamın çalımını dahi doğru düzgün göremiyoruz. Zafere Kaçış dışında sağlam maç anı görüntüleri olan futbol filmi bilmem ben. Tabii dogası gereği daha kamera friendly olan sporlar da yok değil. Mesela, Kuzey Amerika kökenli olanlar bu is için biçilmis kaftan. Zaten sürekli duran, hatta oyun süresinin action'dan ziyade teknik - taktik ve daha ziyade ticari amaçlı duraksamalarla geçtiği beyzbol ve Amerikan futbolu konulu filmlerin bu kadar bol olmasının bir sebebi de, saha içi mücadelenin kolaylıkla filme yansıtılabiliyor olması değil mi? Imho, bal gibi de öyle. Belki kriket ve polo da en az baseball kadar zengin konular sunuyordur fakat, kahrolası halivud bu madeni görmezden geliyordur. Kim bilir?

Üstelik modern anlamda Ingilizlerin bulup dunyanın hizmetine sundugu futbol, bireysel yeteneklerine ve bireysel hikayelerine rağmen son derece kollektif bir zanaat. Kisişel trajediler ve kaderin dikenlerle dolu yollarından geçip binbir zorlugu alt ederek ulaşılan başarılar, futbol izleyicisin ilgisini pek çekmiyor. Örneğin Lionel Messi'nin heüuz şimdikinden bile daha tıfıl olduğu bir yaşta, hastalıktan kurtulmak için geldigi Iber yarımadasında tahmin edilmedik bir şekilde, dünya çapında bir futbol yıldızına dönüşmesi, maç içerisinde temponun düştüğü anlarda anlatacak konu sıkıntısı çeken spikerler için bir can simidi olmanın ötesinde neredeyse kimsenin ilgisini çekmedi, çekmiyor. Oysa Amerikalılar bu tip hikayeleri pek seviyor ve yakaladıkları yerde etinden ve sütünden faydalanmayi iyi biliyorlar. Pazar günü izlediğim The Invinsible (2006) tam da böylesi bir azim, tutku ve başarı hikayesi. Gerçek bir Sunday afternoon eğlencesi.

30 yasina gelmis ve hayatta tutunacak dal bulamamis Vince, gunduzleri, seneler once mezun oldugu lisede yari zamanli öğretmenlik, geceleri ise bütün işçi dostlarının takıldığı Max'ın mekanında barmenlik yaparak yaşamını sürdüren, bir garip filedelfiyalı'dır. Bir gün, tutkuyla taraftarı olduğu Philadelphia Eagles'ın profesyonel kadrosuna dahil etmek üzere veteran oyuncular alacağı haberi yayılır. Hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış, gündüzleri fabrikada tükenip akşamları tonlarca bira yardımıyla hayatta kalmayı başaran proleter arkadaşları, Vince'in içerisindeki cevheri bildiklerinden onu seçmeler'e katılmaya ikna ederler. En azından Vince'in paçasını bu bataktan sıyırmasını isterler. Sonrası bir hollywood klasiği (aslında buraya kadar da öyleydi); challenge...challenge...challenge...

Takım arkadaşları onu istemez, yaşının geçkin olması sıkıntı yaratır, bütün gözler kuşkuyla onun üzerine dikilmiştir filan. Kimse onun kalıcı olacağına inanmaz. Fakat Papale inatçıdır, azimlidir. Ve bu özellikleri taşıyan her Amerikalı için bütün kariyer yolları pek tabii açıktır. Zor geçen haftaların ardından Papale nihayet kendisini kabul ettirir. Filmi seyreden bütün loser cemaati mesajı almıştır; sen istediğin sürece, başarı ve zafer orada bir yerlerde seni bekliyor. Pek çok defa tekrar edilen motto, aslında herşeyi özetliyor; No Guts, No Glory. Tanıdık geldi mi? Yes, tıpkı NBA oyuncularının ağ'zından düşmeyen No Pain, No Gain gibi...

Yalnız yalan yok, bu azmin zaferi yapımlarındaki final sahneleri, hani bütün düşmanca boo! ların yerini dizginsiz bir yeaahh! e bıraktığı o duygusal patlamalar gözüme bir parça toz kaçmasına sebep oluyor. O yüzden bu tip filmleri izlerken televizyonun karşısında hep siyah camlı güneş gözlükleri ile otururum (haha... tabii ki yapmıyorum böyle birşey). Hayatta ele avuca gelir bir iz bırak(a)mamış, basit bir adam ile nihayet hak ettiği noktaya ulaştığı anda kurduğunuz empati haliyle coşturucu etki taşıyor . Zaten spor filmlerinin esprisi de tam burada. Can sıkıcı Goal ve yoksul hispanik karakteri Santiago bile izleyici buradan yakalamaya çalışmıyor muydu? Kahramanımız, ayak topuna soccer denilen USA'da keşfedilmiyor ve modern futbolda olmayacak şekilde sırtına pat diye New Castle formasını geçirmek yerine, ne bileyim bir Preston North End, bir Exeter City'ye transfer olsa, bu film dahi izlenebilir hale gelebilirdi.

Papale hikayesine dönecek olursak, bu adam hakikaten 30 yaşındayken ve 18inden sonra bir takımda yer almamışken NFL'e adım atmayı ve Kartalların formasını 3 sezon boyunca giymeyi başarmış enteresan bir şahsiyet. Kaslı Külkedisi'nin hikayesi 1976-1978 arasında sürmüş ve 1979'da omuzunda yaşadığı bir sakatlık onu malülen emekli etmiş. Bu üç sezon boyunca, Vince bir zamanlar sıradan bir taraftarken her maça beraber gittiği komşuları fabrikada çalışmaya, grev yapmaya ve hemen her akşam Max'ın yerine takılmaya devam ettiler. Tabii artık 'içeriden' haber alabilecekleri, sahadaki performansı ile övünecebilecekleri ve en mühimi maç günleri çevredekilere '83 numara bana abi der' sözleriyle hava atabilecekleri bir dostları olmuştur...Vay anasını.

Thursday, March 13, 2008

sen soktun, sen cikarttin, Yoko

Adam Phillips “cift 3 kisiden olusur” derken cift olmanin tescillenebilmesi icin -statuye ayna mahiyetinde- mutlaka oynanacak bir seyirci, toplum, sosyal cevre, kisaca bir “oteki”ye ihtiyac oldugunu belirtiyordu. Suphesiz kastettigi, Yoko Ono’nun ebedi aski John Lennon’la iliskilerine ve cinsel yasamlarina renk getirmesi gayesiyle ucuncu bir kisiyi, May Pang’i gercek anlamda dahil etmesine benzer bir sey degildi. Hanif Kureishi’nin bu tip vakalara cevabi “Mahremiyet” romaniyla acik ve netti: Duygulari alinmis (ya da alindigi sanilmis) salt sivi transferiyle baslayan fiziksel iliski zamanla baglilik, bagimlilik ve tutkuya donusuyor; “fuck buddy” kavraminin icini bosaltiyordu. Eh, Lennon-Ono vakasi da bu kadim senaryoya ihanet etmeyip tum zamanlarin en populer, yogun presli ve gorunurde tutkulu iliskisinin orta yerine yerlestirilmis dinamitin fitilini atesleyerek gelisiyordu. Aslinda hikaye daha karmasik. Pang zaten Lennon’in asistani olarak calisan ve Beatles grubunun icinde olan bir sahsiyet. Ono-Lennon iliskisi bir tikanikliga girdiginde baska kisilerle gorusme karari aliyorlar. Ono n’apiyor ediyor –zaten desturundan ve mudahelesinden yoksun bir aksiyon dusunulemezdi- bir sekilde tikaniklik acici tuz-ruhu unvaniyla goreve Pang’i atiyor.

Yoko’nun olusturdugu yasal ask ucgeninin kisa kenari May Pang, daha once yazmis oldugu “Loving John” kitabina bir yenisini eklereyek, “Instamatic Karma” adinda, Lennon’la yasadigi 18 aylik ask donemine isik tutan bir de fotograf kitabi yayinladi. Muzik tarihine “Lost Weekend/Kayip Haftasonu” olarak gecen bu donem ismen yaniltmasin, esasen Lennon’in sanatsal duzeyde en verimli donemi olarak aniliyor. May Pang, Lennon’in bu donemde cok mutlu ve huzurlu oldugunu, kendisine karsi hicbir zaman bos olmadigini ispat kaygisiyla ve bunu Lennon hayranlariyla paylasma arzusuyla yola ciktigini belirtiyor. “Rantcilik” yaftasini yapistirma banalliginden yilmayan "kritik"ler icin ne kadar tatmin edici bir aciklama olur bilemeyiz. Muhteviyatinda sevenlerine hasret giderici goz banyosu imkani taniyacak cok sayida gorsel materyal barindiran kitap raflara yerlesmeye baslamis, meraklisina duyurulur. Resimdeki afis, John Lennon’in Pang’le yasadigi doneme “Kayip Haftasonu” ismini verirken ilham aldigi/referans verdigi film...

Bu arada bu magazinel gundeme yakisir bir finito: Amacina ulastigini dusundugunden mi, yoksa duruma tahammulu kalmadigindan midir bilinmez, Pang’i mahrem hayatlarina mudahil eden Yoko 18 ay sonra Pang'e yol veren kisinin yine ta kendisi oluyor...

Tuesday, March 11, 2008

Yatacak Yeri Olmayanlar - Harrelsons

Onlar, bize daha once Barton Fink ve ozellikle de Fargo gibi 2 başyapıtı verdiler. Yetmedi -manitacılığa kısa bir ara veriyorum- şahsi top ten listeme 2 numaradan giren (aslinda 1de olur ama maksat gizem olsun, birinciyi saklıyormuş ayağına yattım) Big Lebowski'yi çektiler. Yapanı yöneteni Ethan ve Joel Coen olsa da, bu aylak manifestosu, Los Angeles'a sinmiş plot'u, birbirinden tuhaf karakterleri ve kanepe uyumlusu sound track'i ile 'dude, bundan iyisi olmazdı' kategorisinde, tanrısal bir eser. Yeryüzünde, bizlere sunulmuş en cömert nimetlerden birisi. Insanoğlu ne kadar şanslı olduğunu ne zaman anlayacak?



Coen kardeşler dış sesleri, geçmiş referansları ve bilimum göndermeleri çok severler. Mesela film pekçoklarını tatmin etmemiş olsa da 'Brother, Where Art Thou?' bence başarılı bir odessey uyarlaması idi. The Man Who Wasn't There içerisindeki UFO metoforu, bütün UFO fenomeninin ve filmin ana karakterinin ruhuna uygun, 10 numara bir yabancılaşma ögesi olarak önümüze serildi. Big Lebowski'deki Alman teknocuların adı autobahn, aynı zamanda bir Kraftwerk albümünün adı, değil mi? Fakat son bombaları, bu saydıklarımın çok ötesinde...Sinema ile hayat arasında kurulması zor bir bağlantının yakalandığı, nadir anlardan biri...Bu garip bağ 'oscar avcısı' There is No Country For Old Men'in cast'ında, daha doğrusu senaryo ve cast arasındaki ilişkide gizli. Delici bakışları, moptop saç stili, garip cinayet aletleri ve özellikle de hastalıklı zihninin ürünü tuhaf cümleleri ile gerçekten korkutucu bir kiralık katil olan Anton Chirugh (Javier Bardem)'in peşine takılan Teksaslı define avcısı Carson Wells karakterini canlandıran Woody Harrelson'ın öz-be-öz babası, tahmin edin ne iş yapıyordu?


Hayır sigortacı değildi. 1938 Huntsville Teksas doğumlu Charles Voyde Harrelson bir kiralık katil, serbest çalışan bir Hitman'di. En son işi, 29 Mayıs 1979'da Federal Yargıç John H. Wood'u, bir uyuşturucu satıcısı için vurmak oldu (kese kağıdı içerisindeki tabanca - park yerinde cinayet: Bang!Bang!). Harrelson, bu olaydan sonra yakalanıp 2 defa müebbet hapse mahkum edildi ve özgürlüğe son kez veda etti. Araya enteresan bir bilgi daha sıkıştırayım, cinayetin azmettiricisi uyuşturucu satıcısı Jimmy Chagra'nın bu davadaki avukatı bugünün Las Vegas valisi, Oscar Goodman. Goodman, aynı zamanda Playboy için çekimler yapmış, Las Vegas'taki pek çok organize suç zanlısının savunmasını üstlenmiş, Demokrat Partili, ilgi çekici bir figür.


Tabii bu Baba Harrelson'ın (bkz 1960 tarihli yeni yetmelik fotosu)hakim önüne ilk çıkışı değildir. Daha önce, 1968 senesinde, tarımla uğraşan büyük bir tüccarı öldürür. Bu davadaki savunmasını ise Martin Luther King cinayeti hükümlüsü James Earl Ray'in de avukatlığını yapan Percy Forman üstlenir. Forman, hilekar ve yaratıcı bir adamdır (zaten bu ikisi bir arada olmazsa, çuvallarsınız). Striptizci bir kadının cinayet saatinde Charlie ile beraber olduğu yönündeki 'ahlaksız' ancak inandırıcı ifadesinin yalan olduğu ortaya çıkınca, adamımız hapsi boylar. Yıllar süren mahpusluktan ve çeşitli kaçış girişimlerinden yorulan yaşlı adam, 2007 yılının kimsenin hatırlamayacağı sıradan bir gününde, hücresinde ölü vaziyette bulunur. Old Man'in günahsızlığına inanan...bilmiyorum, belki de buna inanmasa dahi sadece onu sevdiği için çabalayan Woody Harrelson'ın yargı yolunu yeniden açma çabaları sonuç vermemiştir.

Görüleceği üzere Charles Harrelson alelade bir hitman değil. Amerika tarihinin en çok tartışılan, en spekteküler suikasti JFK vak'ası ile de çözülemeyen bir ilişkisi var. Kimi zaman suikasti tek başına kotardığı, kimi zamansa hiçbir alakası olmadığı yönündeki çelişkili beyanlarının da etkisi olsa gerek, olayla ilişkisi bir türlü tam anlamıyla aydınlanamamış. Harrelson'ın, suçluluğuna asla emin olunamayan Lee Harvey Oswald'ın, varlığı asla açığa çıkmayan suç ortaklarından birisi olması kuvvetle muhtemel.

...derken, kendini beğenmiş bounty hunter Carson, psikopat Anton karşısında ürkek bir kediye döner. Ancak hiç sansı olmadığını anladığında cesaretini toplar ve gerçek düşüncelerini azrailinin yüzüne söyler. Yer döşemesini kaplayan kan, Anton'un çizmelerine ulaşır.

Monday, March 10, 2008

this is TRT radio 3

Istanbul dışında yaşıyorsanız radyo dinlemek genelde pek de doğru bir tercih olmayabilir, hele de "kulağıma güzel gelen her tür müziği dinlerim" retoriği ile özdeşleşmiş müzikal midesizliğe sahip değilseniz. Istanbul'da dahi seçenekler her daim tatmin edici değilken, geri kalan geniş taşra coğrafyasında umduğunuzu değil, bulduğunuzu yemek durumundasınız. Bir süredir jazz'a meyil etmiş olmam, benim için radyoyla barışmak için bir fırsat olabilirdi. Neticede, geniş olanaklara sahip TRT 3 radyosu, hafta boyunca Jazz saati, Jazz'ın rengi, Jazz'a merhaba vs gibi bayağı isimli tonla program yayınlıyor. Buraya kadar nema problema. Ancak iş maalesef burada bitmiyor. Tepeden inmeci modernleşme sevdası, hemen her devlet kurumunda olduğu gibi radyo 3'te de yoğun olarak hissettiriyor kendini.

Gün içerisinde jazz dışında ağırlık verilen diğer tür... evet klasik müzik. Yani kanalın yayın politikası bir şekilde daha elit olduğu ön-kabul edilen zevklere göre düzenlenmiş. Frekans en az üniversite mezunu, kentli, gelir düzeyi yüksek bir kitleye ayarlanmış. Çünkü bunlar TRT'nin kalite algısında en tepede yer alıyor. Tabii Jazz ve Klasik türleri bir araya getirebilmek, 24 saatlik akışı bu ikisi üzerinden kompoze edebilmek için ancak bu tip bir sosyal arkaplanın varlığını ve Türkiye'ye özgü kentli beğenileri iyi tanımak şart. 'Yabancı Film' , 'Hafif Batı Müziği' gibi diğer TRT kategorizasyonları da hep aynı devlet geleneğinin kültürel ürünleri. Özel televizyon ve radyo kanallarının yaygınlaşması, hiç değilse bu otoriter kültürel hegemonyayı al'aşağı etti. TRT'nin R tekeli yıkılırken yaşanan geçiş ve yasal belirsizlik döneminde, siyasi erkin tahakkümüne isyan edip korsan yayın muhalefeti yapan kanalın bir taksici radyosu olması da bize özgü arabesk (sür)realiteye dair hoş bir anı.

Reşat Nuri -kafası karışık bir adamdı- nur içerisinde yatsın, 'Batılılaşmanın yanlış anlaşılması'na dair bir başka not; TRT 3'te yanılmıyorsam günde 2 defa sırası ile İngilizce - Almanca - Fransızca haber yayını var. Bu dillerden herhangi birisine hakim dikkatli bir dinleyici, bir kaç ay içerisinde diğerlerini de anlayabilecek duruma gelebilir -yok o kadar da değil.

iktidarda muhalefet/viva zapatero

Dunya gundeminde ara sira iyi seyler de oluyor. Fransa halki yerel secimlerde Sarkozy’e dersini verirken, Ispanya’da 9 martta yapilan genel secimlerin onumuzdeki 4 yil ulkeyi yonetecek galibi; iktidardaki basbakan ve Sosyalist Isci Partisi (PSOE) lideri Jose Luis Rodriguez Zapatero... 4 yil once goreve henuz gelmisken Irak’tan tez Ispanyol askerlerin cekilmesi emrini veren Zapatero dis politikada gonulleri fethederken, ici siyasette de, ozellikle azinlik sorunlarindaki bariscil, siyasi cozum ve diyalog merkezli hakkaniyetli politikalariyla muhafazakarlari zivanadan cikariyor. Katalanya’nin artirilan ozerkligi mi dersiniz, ETA ile diyalog girisimi mi dersiniz, iktidara gelince rot-balansi sasip saga ceken sollari yalanlayan bir suru icraat var. Uzun suredir general franco yadigari politikalari surdurebilmek icin butun haclarini kusanarak Zapatero’ya savas acan, otorite ve kontrolunu kaybettikce beyhude cirpinan, muhtira uzerine muhtira yayinlayan katolik kilisesinin sag yanagina solun bu bes parmak tokadi, ilerki yumruklarin habercisi olsun. Gectigimiz iktidar suresince kilise kanunlarinin taban tabana zitti olan, koru korune kabullenilmis dogmalari sarsan reform girisimleriyle katolik kilisesinin ve ulusalci muhafazakarlarin korkulu ruyasi olan Zapatero umariz yeni reformlarla bu istismarci guc odaklari icin bitmeyen bir kabusa donusur. Ama yapilacak daha cok is var. Eh kolay mi, ideoloji sol olunca, ne zafer ne iktidar yetmiyor. Dokuz canli ve bol bolum sonu canavarli guce/otoriteye muhalefet odevi de bitmek bilmiyor.

Thursday, March 6, 2008

test card F

Test Card, 50’lerden beri televizyonlarda, yayinda herhangi bir program olmadigi zamanlarda gosterilmek uzere kullanilan, aslinda kamera pozisyonunu, renk, kontrast, parlaklik gibi ince ayarlari, kisaca goruntunun net ve dogrulugunu test etmeye yarayan test sinyali... Keyfe keder tasarlandigi sanrisina karsin, cumbusun her bir deseninin de bu anlamda bir test fonksiyonu var. Bir zamanlar gercekten fiziksel bir kart olan ve kameranin ona sabitlenmesiyle izleyicilere ulasan bu sinyal sonradan dijitalize edilmis. TRT’nin kurulusuna kadar geriye giden bir/birkac versiyonuna zaten biz de oldukca asinayiz. Bugun test card modasi gecmis durumda, zira TV kanallari 7/24 yayin yapiyor. Fakat halen basvurulan bir test teknigi olmali ki, ekseriyetle canli yayinlarda “link hatlarinda” olusan ariza durumlarinda birkac saniyeligine de olsa dikkatli izleyicilerimizin gozunden kacmiyor.

Bu icadin mucidi, TV aleminin piri BBC... Ilk modelin adi Test Card A. Zamanla teknolojik ilerlemeye ve test fonksiyonlarinin degisimine paralel olarak gelistirilen kartlar B, C seklinde devam eden alfabetik bicimde isimlendirilmis. Turkiye’de en cok kullanilani ise, renk cumbusu dairesiyle asina oldugumuz Test Card G. Bu olgu cenahinda devrim niteligindeki gelisme, kuskusuz, o kulak tirmalayici sinyalden muzige gecis... Muzigin devamliligini saglamaya vesile kaset teknolojisinin kesfiyle, artik bu donuk goruntu degisen arkaplan muzigiyle 1955 yilinda hareketlenmis. Fakat bu muzik, Britanya’da Muzisyenler Birligi’nce denetlenmeye alinmis. Denetleme talebi MB’nin, eger BBC istedigi her sanatciyi/albumu yayinlama luksune sahip olursa, muzisyenleri ise alma ihtiyacini azaltacagi ve kurumdaki kadrolu muzisyenleri budayacagi yonundeki endisesinden dogmus. Eh, BBC de fazla direnc gostermemistir, cunku bu hareket BBC’nin radyolarina da bir kasit olurdu.

Gelelim Birlesik Kralligin en populer test kartina, resimdeki Test Card F’e... 1967 yilinda BBC’nin renkli hayata gecisinin hemen ardindan yayina giren ve kirk yila yakin bir sure tedavulde kalan bu kart, beyaz perdeye ilk insan gonderen kart olmasi ozelligiyle taniniyor. Karti yapan muhendis George Hersee, renk ve canlilik katmak amaciyla orta yerine kirmizi, mavi ve yesil renklerin de test edilebildigi, kizinin (Carole Hersee) ve onun oyuncak palyacosunun (Bubbles The Clown) yer aldigi bir resim yerlestirmis. Bu sekilde Hersee, onlari televizyon tarihinin 70 bin kusur saatle –cansiz da olsalar- en uzun gozuken karakterleri/ikonik figurleri yaparken, yillar boyu turlu komedi programi ve parodiye, halk arasinda da espriye malzeme vermis. Bu rekor dekor, daha once deginmis oldugumuz palyaco fenomenine de ucundan dokunuyor. Resimdeki palyaco Bubbles, Britanya’nin en populer palyacosu. Oyle ki koulrofobi icin cocuklar uzerinde yapilan, palyacolarin cocuklarda kaydadeger oranda korku yarattigi bulgusuna ulasilan arastirmalarin bir cogu Bubbles uzerinden gerceklesmis. Bence cocuklar palyacodan degil Carole’dan korkmustur, ama soyleyememistir. Su bakisa bakin hele. Tez bir exorcist cagirin!

Monday, March 3, 2008

holy clown!

Henuz bilgi ve deneyim donanmamis naïf halleriyle cocuklari disarda tutarsak, palyacoyu ontolojik olarak bir eglence figuru saymak, bir kacisi ve gizlenmeyi simgeledigini dusunmek ve urkmekten daha zor. Dunyaya kendisini koca bir burun, beyaz bir boya katmani, renk cumbusu, abartili kiyafetler ve koca ayaklarla baska nasil bir halet-i ruhiye siper etmeye ugrasir ki? Zaten tarihin ilk tescilli palyacosu Joseph Grimaldi (1778-1837) de derin bir travmayi, -dogumda kaybettigi karisinin acisini-, meslegi araciligiyla kostumunun icine gommeye ugrasan acili bir kacis adamdiydi. Kimseye kayda gecmis bir kotulugu olmadi, ama her palyaconun kacisi/ortunmesi bu kadar zararsiz olmayacakti.

Nitekim zaman icinde palyaco olgusunun edindigi konum, bu tip mesru huzunlerin zirhi olma masumiyetini yitirmis olacak ki sayisiz suc hikayesine onemli bir esin kaynagi ve kahraman olmus. Stephen King’in “It” romani (Evil Clown Pennywise) kulliyatin kilometre tasi. Komedi unsuru bir figuru bozup canavarlastirma ve insan algisini alasagi etme kiskirticiligi sadece palyacolar icin degil, kuklalar, oyuncak bebekler, soytarilar, hatta noel babalar icin de gecerli. Nitekim palyaco fobisi olarak bilinen ve erken yaslarda edinilmis tatsiz kisisel tecrubelerin damitimi olan “koulrofobi” esasen zihinde ayni klasore konan diger maskeli, boyali, abartili ve ifadesiz –ya da kisinin ruh haline gore ifadesi degisen- figurleri de kapsiyor. Kisisel tecrubeler izlenmis bir film, okunmus bir kitap, ya da gercek hayattan yasanmis bir kesit olabilir. Bu bakimdan koultrofobi, ornegin kukla Chuckie’ye veya Batman’in ezeli dusmani palyacomsu Joker’e de cok sey borclu (Laf arasinda, son Joker ve yakin zamanda cihandan terk-i diyar eyleyen resimdeki Heath Ledger’in da topragi bol olsun)…

Bu gelisimi ve yarattigi izlenimi, palyacolugun esgal gizleyici bir unsur olusturarak kotuluge elverisli bir zemin hazirlayisina indirgemek kolaycilik olur. Kuskusuz anarsik palyaco tipi “auguste” veya palyaco canavar “Siats” gibi kurgusal figurler bu surece destekcidir. Lakin hersey kurgudan ibaret degil . Tarihin en onemli palyacolarindan Jown Wayne Gacy Jr.’i surece etkili faktorlerden biri olarak atlamamak gerekir. 1942 dogumlu ve 11 yasinda oyun esnasinda kafasina aldigi bir darbeyle omrunun geri kalanini ara ara karartmalar yasayak geciren Gacy’nin hayati tam bir klinik vak’a. Ailenin fertlerine siddet uygulayan psikotik bir babayla baslayan bu calkantili hayat yolculugu, evin civarina gomulu ve nehre atilmis, igfal ve istismar edilmis 33 adet genc cocuk cesedine kadar gidiyor. Seri katil icin yolun sonu: 1994 yilinda siringa ile idam…