Wednesday, March 19, 2008

Go Papale! (aka Kahrol Santiago)

Futbol filmleri içerisinde pek azi izlerken gerceklik hissi uyandirmayi başarır. Özellikle oyun sahneleri, elinizde Tsubasa`ya can veren animasyon olanaklari yoksa, inandırıcılıktan alabildiğine uzaktır. Yakın tarihli Goal I-II iyi miydi yani? Hadi canım, adamın çalımını dahi doğru düzgün göremiyoruz. Zafere Kaçış dışında sağlam maç anı görüntüleri olan futbol filmi bilmem ben. Tabii dogası gereği daha kamera friendly olan sporlar da yok değil. Mesela, Kuzey Amerika kökenli olanlar bu is için biçilmis kaftan. Zaten sürekli duran, hatta oyun süresinin action'dan ziyade teknik - taktik ve daha ziyade ticari amaçlı duraksamalarla geçtiği beyzbol ve Amerikan futbolu konulu filmlerin bu kadar bol olmasının bir sebebi de, saha içi mücadelenin kolaylıkla filme yansıtılabiliyor olması değil mi? Imho, bal gibi de öyle. Belki kriket ve polo da en az baseball kadar zengin konular sunuyordur fakat, kahrolası halivud bu madeni görmezden geliyordur. Kim bilir?

Üstelik modern anlamda Ingilizlerin bulup dunyanın hizmetine sundugu futbol, bireysel yeteneklerine ve bireysel hikayelerine rağmen son derece kollektif bir zanaat. Kisişel trajediler ve kaderin dikenlerle dolu yollarından geçip binbir zorlugu alt ederek ulaşılan başarılar, futbol izleyicisin ilgisini pek çekmiyor. Örneğin Lionel Messi'nin heüuz şimdikinden bile daha tıfıl olduğu bir yaşta, hastalıktan kurtulmak için geldigi Iber yarımadasında tahmin edilmedik bir şekilde, dünya çapında bir futbol yıldızına dönüşmesi, maç içerisinde temponun düştüğü anlarda anlatacak konu sıkıntısı çeken spikerler için bir can simidi olmanın ötesinde neredeyse kimsenin ilgisini çekmedi, çekmiyor. Oysa Amerikalılar bu tip hikayeleri pek seviyor ve yakaladıkları yerde etinden ve sütünden faydalanmayi iyi biliyorlar. Pazar günü izlediğim The Invinsible (2006) tam da böylesi bir azim, tutku ve başarı hikayesi. Gerçek bir Sunday afternoon eğlencesi.

30 yasina gelmis ve hayatta tutunacak dal bulamamis Vince, gunduzleri, seneler once mezun oldugu lisede yari zamanli öğretmenlik, geceleri ise bütün işçi dostlarının takıldığı Max'ın mekanında barmenlik yaparak yaşamını sürdüren, bir garip filedelfiyalı'dır. Bir gün, tutkuyla taraftarı olduğu Philadelphia Eagles'ın profesyonel kadrosuna dahil etmek üzere veteran oyuncular alacağı haberi yayılır. Hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış, gündüzleri fabrikada tükenip akşamları tonlarca bira yardımıyla hayatta kalmayı başaran proleter arkadaşları, Vince'in içerisindeki cevheri bildiklerinden onu seçmeler'e katılmaya ikna ederler. En azından Vince'in paçasını bu bataktan sıyırmasını isterler. Sonrası bir hollywood klasiği (aslında buraya kadar da öyleydi); challenge...challenge...challenge...

Takım arkadaşları onu istemez, yaşının geçkin olması sıkıntı yaratır, bütün gözler kuşkuyla onun üzerine dikilmiştir filan. Kimse onun kalıcı olacağına inanmaz. Fakat Papale inatçıdır, azimlidir. Ve bu özellikleri taşıyan her Amerikalı için bütün kariyer yolları pek tabii açıktır. Zor geçen haftaların ardından Papale nihayet kendisini kabul ettirir. Filmi seyreden bütün loser cemaati mesajı almıştır; sen istediğin sürece, başarı ve zafer orada bir yerlerde seni bekliyor. Pek çok defa tekrar edilen motto, aslında herşeyi özetliyor; No Guts, No Glory. Tanıdık geldi mi? Yes, tıpkı NBA oyuncularının ağ'zından düşmeyen No Pain, No Gain gibi...

Yalnız yalan yok, bu azmin zaferi yapımlarındaki final sahneleri, hani bütün düşmanca boo! ların yerini dizginsiz bir yeaahh! e bıraktığı o duygusal patlamalar gözüme bir parça toz kaçmasına sebep oluyor. O yüzden bu tip filmleri izlerken televizyonun karşısında hep siyah camlı güneş gözlükleri ile otururum (haha... tabii ki yapmıyorum böyle birşey). Hayatta ele avuca gelir bir iz bırak(a)mamış, basit bir adam ile nihayet hak ettiği noktaya ulaştığı anda kurduğunuz empati haliyle coşturucu etki taşıyor . Zaten spor filmlerinin esprisi de tam burada. Can sıkıcı Goal ve yoksul hispanik karakteri Santiago bile izleyici buradan yakalamaya çalışmıyor muydu? Kahramanımız, ayak topuna soccer denilen USA'da keşfedilmiyor ve modern futbolda olmayacak şekilde sırtına pat diye New Castle formasını geçirmek yerine, ne bileyim bir Preston North End, bir Exeter City'ye transfer olsa, bu film dahi izlenebilir hale gelebilirdi.

Papale hikayesine dönecek olursak, bu adam hakikaten 30 yaşındayken ve 18inden sonra bir takımda yer almamışken NFL'e adım atmayı ve Kartalların formasını 3 sezon boyunca giymeyi başarmış enteresan bir şahsiyet. Kaslı Külkedisi'nin hikayesi 1976-1978 arasında sürmüş ve 1979'da omuzunda yaşadığı bir sakatlık onu malülen emekli etmiş. Bu üç sezon boyunca, Vince bir zamanlar sıradan bir taraftarken her maça beraber gittiği komşuları fabrikada çalışmaya, grev yapmaya ve hemen her akşam Max'ın yerine takılmaya devam ettiler. Tabii artık 'içeriden' haber alabilecekleri, sahadaki performansı ile övünecebilecekleri ve en mühimi maç günleri çevredekilere '83 numara bana abi der' sözleriyle hava atabilecekleri bir dostları olmuştur...Vay anasını.

No comments: