Tuesday, March 25, 2008

ses veriyorum; korkmaaa....



Müzik eğitiminin ilkokul'dan itibaren zorunlu kılınması bir yönüyle faydalı, fakat başka ve çoğumuz için kalıcı etkilere sahip öte yanıyla da olumsuz bir tecrübe. Şahsen eğitim - öğretim hayatımı kabaca 'eğlenceli' ve 'ziyan' diye iki kategoride tasnif etmeye yeltendiğimde müzik dersi, biyoloji ve mantık'la beraber kara listede. Kendisinin post ecukeyşınıl dönemdeki karşılığı, askerlik olabilir pek'ala. Örneğin matematik ne kadar kafanız basmıyor olsa da belli bir seviyeye kadar öğrenmenin elzem olduğu ve sokakta yürüyebilen her bireyin ucundan da olsa başarabileceği bir alan. Özü itibariyle belki müzik de öyledir. Bu işin cevher'i ses olduğuna göre, aslında hepimiz bu madenle bir şekilde ilişkiliyiz. Eski bir pop hitini mırıldanmak, okul sırasına vurarark rhytm tutmak ya da bir tezahürata eşlik etmek sizi bir şekilde icraatın içerisine sokar. Oysa bir enstrüman çalmak, ustalık anlamına gelir. Yine matematik ile karşılaştıracak olursak, aslında iyi flüt çalmak ve integral'in ustası (şahsımın math'te gördüğü en uç konu buydu, sene 98) olmak arasında pek fark yok. Üstelik matematik kulağı diye birşey de yok.


Benim gibi bir yetenek fukarasını dahi 8 uzun sene boyunca solfej okumaya, kitle içerisinde şarkı söylemeye ve enstrüman çalmaya teşvik etmek, her babayiğidin tahammül edebileceği bir çile değildi. Nitekim orta son'daki müzik hocası buna katlanmak yerine kolay yolu seçip benden nefret etti. Ben de olsam öyle yapardım belki, ama ben öğretmen olmadığıma göre öğretmek gibi bir sorumluluğum da yoktu. Neyse, bu teyze jest ve mimikleri ile sergilediği içten duygularını delikanlıca iki kişi arasında tutmak yerine sahip olduğu iktidarı kullandı ve karneme 3'ü yapıştırıverdi. Ben kendimi, tevhidi tedrisat'tan bu yana müzik dersinden 3 alan ilk öğrenci sanırken, bizim sınıftan başka bir vatandaş 1, bildiğiniz zayıf ile ödüllendirildi. Evet, bu küçük çaplı toplama kampında ortaokul çağındaki masum veletler, yetenek noksanlığından ötürü zalimce cezalandırılıyor ve mahallede alay konusuna çevriliyorlardı. Haliyle, zaten yeteneksiz olduğum bir konuda notlanmak ve mecburiyet baskısı, blok flütten nefret etmeme sebep oldu. Tıpkı bir önceki kuşak öğrenci ordusunun (başka kim güne rahat! haz'r'ol! ile başlar ki?) silahi/tüfeği mandolin gibi blok flüt de sadece müzik derslerinde kullanılan ve dersliklerin dışında rastlamanın mümkün olmadığı garip bir çalgı. Yapım aşamasında işçilik bulunmaması, hammaddesinin ucuzluğu ve ebatları itibariyle blok flüt; kitle eğitim için ideal bir tercih. Fakat o koku yok mu? Hala burnumda... Ağızla temas eden (düdük?) parça'nın, flütün gövdesine sokulan bir çubuk ya da kalem vasıtası ile çıkarılması sonucu ortalığa yayılan o keskin koku... Her gece Helvacıoğlu marka -ki seneler içerisinde bu markanın her rengini kullanmışımdır herhalde- flütümün içerisine bir bizon leş'i yerleştirip sabaha karşı kimselere görünmeden ortadan kaybolan o anti-music cinlerini bir bulursam, hepsini bağlayıp saatlerce aynı şarkıyı çalacağım; siiii Ayşe'nin kedisiiii, laaa tralalaylaylaaa.


Tıpkı spor dallarında olduğu gibi, bir çalgıda başarılı olan, diğerlerinde de esiyordu. Mesela iyi futbol oynayan herkes, aynı zamanda iyi de basketbol oynar. Belki de beyinde spordan sorumlu bir merkez var ve o iyi çalışıyorsa branş her ne olursa olsun fırtına gibi oynayabilirsiniz. İşte müzikte de böyle. Ben sözlüden kaytarmak için, tenefüse kalan zaman bölü kişi başına düşen süre çarpı yoklama listesinde bana gelene kadar sıradaki kişi sayısı hesapları yaparken, öyle yüce kişiler vardı ki gözlerini kırpmadan yerlerinden kalkar, elleri gram titremeden hatasız performans sergilerdi. Şüphe yok ki bu kişiler orada durmadılar. Yeteneklerini okul dışı aktivitelerle de beslediler. Kurslara gidip gitar çaldılar, sahilde ateş yakıp çevresinde Akdeniz Akşamları'nı söylediler filan. Ama sonunda ne oldu? Her iyi top oynayan futbolcu olamadığı gibi her gitar çalan da müzisyen olamadı. Peki ben buna üzüldüm mü? Tabii ki hayır. Eğer herkes yeteneği olan alanda çalışarak sevdiği işi yapıyor olsaydı, o zaman dünya üzerinde her gün sabahın köründe uyanıp boynuna kravat dolayan, bütün gün excel tabloları ile uğraşan yegane kişi ben olurdum ve bu hiç de adil olmazdı.

(aslında niyetim bir zamanların org furyasından bahsetmekti. ancak bir türlü konuyu oraya getirmeyi beceremedim. damn. Neyse, ben size bir uzun hava okuyayim en iyisi... )

1 comment:

Anonymous said...

süper bir yazı aynı duyguları ben de yaşamıştım...