Monday, January 28, 2008

LEGO 50 yasinda. Ya alter[ed] egolar?

Danimarka'li Ole Kirk Christian'in yetmis kusur yil once fitilini atesledigi, oglu Godtfred'in katilimiyla patlayan ve "generic brand" haline gelen lego dinamiti bugun yarim asirlik dev bir maket. Ellinci dogum gununu kutlayan Lego, Danca'da LEg ve GOdt kelimelerinin birlesiminden (“play well””) turetilmis. Lakin bu ismin masumiyetine inancim zayif. Yetiskinler icin -ekseriyetle dizayn aleminde- kult bir fetis objesi haline gelmis bu fenomeni, cocuklar namina hic de iyi niyetli, hayal gucunu besleyici ve zeka gelistirici bir oyun olarak goremiyorum. Ebeveynlerin sahsi l/egolarini tatmin icin cocuklarina alip onlarin zekasini teste tabi tuttugunu dusundugum; kanimca hirs, rekabet ve yapmadan cok bozmayi asilayici baski unsuru bir oyun... Bu baskidandir ki cocukluk hayatim boyu legolardan anlamli bir figur cikaramadim. Evdekilerin "cocuk beceremiyo galiba" turunden fisiltilarini sineye cektim, "eksik bu lögolar!" diye kazan kaldirip onlari ucuza kacmak ve cakma lego satin almakla sucladim. Yetmedi komsu cocuklarin basarili/sonlanmis eserlerine hallendim, parcalarini arakladim, benimle dalga gecen ablamin yalin ayak yurume yoluna lego parcasi koydum (misketten daha cok acitiyor). Lego cocuklara oyun parcalari mi, yoksa pediyatrik psikiyatriye birlestirmek uzere arizali ruh parcalari mi uretiyor? Kiririm ben oyle legoyu!

cilala - parlat



Ne uzun kahvaltılar, ne radikal 2 okumak, ne de never ending tuvalet/banyo seansları... pazar günü eylemsizlikleri içerisinde en güzeli ayakkabı boyamak. Geçen haftadan kalan eski, önemsiz gazete kağıdı üzerine dizilen önce cilalanmış, sonra boyanmış (final aşamasında ise bir bez ya da fırça maharetiyle parlatılmış) ayakkabı çiftlerinin minnettar görüntüsü, insanın içini huzurla dolduruyor. Iyi ki varsın Sitil Boya :S

Friday, January 25, 2008

800'e anlasalim

2004 yilinda Hint Okyanusu'nda meydana gelen depremin yarattigi tsunami felaketinde yitirilen 250 bine yakin hayat, dunyanin unuttugu bir ulkedeki secim sonuclari siradanliginda yayinlaniyordu. Kesin fakat resmi olmayan sonuclara gore Endonezya 150 bin, Sri Lanka 35 bin seklinde uzayip giderken, listedeki rakamlar da giderek donuklasiyor ve hissiyat yaratmaktan uzaklasiyordu.

Stalin'in meshur lafindan esinle, olu sayisinin artik bir dram ya da trajedi olmaktan cikip sadece istatistik oldugu, dunya eksenine kambur bir baska kitanin ulkesi Kenya'da iktidar lideri Kibaki ve muhalefet lideri Odinga'dan olusan iki rakibin el sikismasi icin 800'e yakin yasam, 250 bine yakin insanin da evinden olmasi gerekti. Bu fotografin, yillar icinde edindigi silik, basiretsiz ve etkisiz imajini toparlamak icin yetiskin nesillerden umudunu kesen ve Spider Man'le anlasarak yeni jenerasyonlarin kahramani olmaya ugrasan BM'nin, insanlik suclarinin sadik seyircisi eski genel sekreteri Kofi Annan'in girisimi sonucu olmasi, tablonun kaliciligina olan guveni sarsmaya yetiyor. 800'un katlarinda bulusuruz...

Thursday, January 24, 2008

geliyor macho man, dagdan done done

hani bazen de kaba saba olmak, masqulin -kelimenin metafizik değil de sosyal anlamıyla-"yaradılış"ın keyfini doya doya hissetmek istendiği anlarda, belki scotch niyetine;



#3
girl you'll be a woman soon
#2
it's a man's world
#1
a man without love

Wednesday, January 23, 2008

Mp3'e şerh / alayına go

Yakında emektar kategorisine katılacak ipod shuffle'ımın teknik handikapları (en basitinden, ekranı yok yahu!) nihayetinde canıma tak etti. Ne mi yaptım? Tuttum, ışıl ışıl yanıp sönen, tombul, sevimli ve iktisatlı bir Creative Zen ediniverdim. Teknosa'nın kişiyi alışverişe iten turuncu tuzağına düştüm. Üzerine, yaşadığım akıl tutulmasını "değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene" alıntısıyla meşrulaştırdım. Geliniz ve görünüz ki yeni ekipmana hiç ısınamadım. Heyhat! Şimdi Can Yücel çevirisi Shakespeare ünlemlerini kılıf edinip türlü lakırdılar üretmek yerine, kotam elverdiğince şarkı indiriyor olmalıydım. Bu garabeti bertaraf etmek niyetindeyim. O halde ihtiyacım olan, genel bir vicdan ve rasyonalite muhasebesi.

~

Ses'in kaydedilmesi / saklanması / dağıtılması geç 19. asırdan daha eskiye uzanmıyor. Özellikle 1950lerden itibaren giderek yayılan longplay'lerden cd'lerin dahi demode bulunduğu bugüne, müzik endüstrisinin amiral gemisi ve turnusol kağıdı albüm satışları oldu. Pazarlama hamleleri, konser turları ve her tür yan faaliyetin* merkezinde kayıtlar yer aldı. Napster bombası ile başlayıp şimdilerde kökü dünyanın çekirdeğine uzanan mp3 indirme alışkanlığı, endüstrinin temellerini sarsacak ve onu yeniden yapılanmaya itecek kadar ciddi bir durum. Her ne kadar yapımcılar tarafından hala ve inatla korsan olarak adlandırılıyor (ki bu ifade bence olumlu anlamlar taşıyor) ve illegal'liği vurgulanıyor ise de, beleş download & mp3, günün egemen formu. Tartışma daha çok bu ticari minvalde dönedursun, benim derdim başka tarafta.


Kronolojik sıra ile; plak / ara format kartuş / kaset / cd, müziğin bilinen hardcopy kopyalama biçimleri. Şahsen gönlüm plak'tan yana, ancak tamamına saygım sonsuz. Değişim değerini ödeyerek bir albümü aldığımda tattığım hazzı, orta 2. sınıfta Nike Air Jordan çiftini ayağıma geçirdiğimde yaşamadım. Tabii bu kerameti kendindem menkul bir mutluluk değil (belki de öyle). Herşeyden evvel albüm dediğiniz şey bütünlüklü bir işçilik. Kapak tasarımı (hatta kapağın üretildiği madde) **, kartoneti ve belli bir tercih sonucu dizilmiş şarkıları ile birbiriyle ilintili doku, görüntü ve seslerin toplamı; onların toplumsal alanda artistic ifadesi, yayımı... Şahsen üzerinde şarkı sözleri yazılı örnekleri tercih ederim fakat, kartoneti müzikal içeriğini aşan albümler gördü bu gözler. Duyulara ilişkin son not, ses kalitesi üzerine... Mp3'ün Ipod kulaklıklarını aşıp kendisinden önceki formatlarla rekabete tutuşmasının mümkün olmadığını tespit edebilmek için ses mühendisiliği diplomasına gerek yok. Hatta böyle bir meslek var mı, onu da bilmiyorum.


Mp3 nitelik zaafiyetini nicel bolluğuyla ve kolay erişilebilirliği ile örtüyor -ki esasında bu başlı başına bir sorun. Sınırsız kayıtlı materyali hard disk'e indirmek keşif açısından pek hayırlı bir icraat. Mamafih sınırsız paylaşımının dinleyicide obeziteye sebebiyet verdiği, müziğin görece değersizleşmesine neden olduğu gözlemlenebilir bir vak'a. Kendimden biliyorum. (On)binlerce şarkıya gelişigüzel (shuffle mode: on) kulak kabartırken veya ortalama 10-12 şarkıdan mürekkep albümleri dinlerken aynı konsantrasyon seviyesini tutturmak -en iyimser tabirle- hayli güç. Eşya ve download arasındaki, bir nev'i fast food vs. annemizin mutfağı rekabeti. Bir music store'a yönelip cd ya plak almak, fazlasıyla romantik ancak kesinlikle daha sağlıklı. Şahsen, bütçem elveriyorsa ve içeriğe dair kuşkular taşımıyorsam, mülkiyetçi dürtülerime teslim oluyor ve satın alıyorum. Yok eğer macera peşindeysem, soulseek'e yöneliyorum. İçimden tok bir ses "idare-i maslahtçilar esaslı devrim yapamazlar" diyor ama kulak asmıyorum. Oportünizmin keyfini sürüyorum. Sefam olsun.

-o-

*98 senesinden bir anı. Rolling Stones Bridges to Babylon turnesi çerçevesinde Istanbul'un kapılarına dayanıyor. Sponsorlardan N1 Tv'den kazandığım biletle Ali Sami Yen yollarına düşüyorum. Tribünde, uzak kale arkasında yer aldığımız için üzerinde Stones'un dilleyen logosu basılmış official dürbün'lerinden satın alıyorum. Sonra bizi saha içine alıyorlar fakat bu sefer de 2 metrelik adamlar hemen önümde baraj kuruyorlar. Ben ne yapıyorum? Gidip üzerinde 32 diş sırıtan bir Jagger resmi bulunan Stones Periskoplarından ediniyorum. Sonra konser başlıyor ve... ortalık toz duman. Kabul, bende biraz saflık var. Fakat başarılı pazarlama da böyle birşey olsa gerek.

**Kendi çektiğim kasetlere az mı kapak hazırladım. Keziah Jones'a yaptığım mavili tasarımlar, hiç de fena değildi.

Monday, January 21, 2008

zil calmaca, cam kirmaca, lastik patlatmaca

Halen nicin ve nasil olduguna anlam veremedigim bicimde, erenkoy istasyonu cevresindeki cocukluk-ilkokul yillarim vandallikla gecti (vandalism begins at home). Hayatla alip veremedigimiz bir seyler oldugu ve varolussal bazi problemler yasadigimiz acikti. Belki mulkiyetcilikle bir sorunumuz vardi. Buna ragmen safi zarar-ziyan uzerine kurulu, reaksiyoner olmaktan uzak bir aksiyon olarak sergiledigimiz nedensiz siddeti (a.k.a. teror) bugun sosyolojik sebeplere dayandirmakta zorlaniyorum. Zararsiz insanlarin mulkiyetine verdigimiz zararlarla en kemiksiz haliyle; kendimizi ifade ediyorduk. Yok bu fazla manali oldu. Kasiniyorduk... Hayatimin geri kalaninda iyi bir insan olmak icin yirtinmamin da sebepsiz kirdigim onca cevizin odedigim bir diyeti oldugunu dusunuyorum.

Icraatlar lastiklari indirilen -subaplari zorluk cikardiysa lastikleri yarilan-, cizilen, anteni kirilan, caminda bir parmak aciklik varsa ic hacmi cakil taslariyla doldurulan, farlari kirilan otomobillerden tutun da apartmanin (hem de kendi apartmanimizin) butun bahcesini sulamaya yarayan metrelerce uzunluktaki kalin hortumun kuyunun icine ebediyen atilmasina kadar hayal gucunu zorlayacak sayisiz itlik-pisligi iceriyordu. Mahallede bir Sosyal Guvenlik Reformu’na ihtiyac oldugu kesindi. Civardaki orta sinifin yasadigi huzursuzluk da Haneke’ye pekala malzeme olabilirdi. Ama bizi durdurmak imkansizdi. Mallarina zarar verdigimiz kisilerin cogunu taniyor, hatta seviyorduk da... Misal her kis bimbir zahmetle Caddebostan’dan arabasina bagladigi kizakla cektirdigi ve bahcede tahta konstruksuyonlara zorlukla oturttugu sandallarini karada devirip alabora ettigimiz Ayhan amcayi cok seviyorduk. Uc insan gucu gerektiren tekrar tahta kaziklara oturtma isinde yardimci oldugumuz bile olmustur (cunku ilkinde bizim yaptigimizi cakmamis, yardimimizi seve seve kabul etmisti). Rahmetli oldugunda benim kadar uzulen bir cocuk oldugunu da sanmam. Uc saat ugrasip yaptigi isi bir saniyede yerle yeksan ettigimiz icin bizim derdimizden agladigini bildigim, bilincli bes sut denemesinden sonra camini cercevesini indirdigimiz kapicimiz Satilmis amcayi da cok seviyorduk. Ocagina incir agaci diktigimiz hicbir sahsiyetin olayi kisisel almasini istemem.

Mahalleli beni sorumlu tutmuyordu. Aslinda isin icinde oldugumu elbet biliyorlardi fakat masa oldugumu dusunuyorlardi. Eh yalan da degildi. Butun arkadaslarim benden en az dort yas buyuktu (o cagda bu yas farki jenerasyon farkina tekabul eder) ve yonlendirildigim dogruydu. Kimse kusura bakmasin yemisim mahalle baskisini. Ceteye karsi gelip mahalle takiminin kadrosundan cikarilmaya da hic mi hic niyetim yoktu. Futbolun meyvesi goldur ve benim hep sahada olmam, goller atmam gerekiyordu. Takimdan ayri duz kosu, sag acik top toplayiciligi gibi mevkiler kaldirabilecegim seyler degildi.

Mahalleyi 11 yasinda terkedince icraatlar da kendi namima kesilmis oldu. Acikcasi ortaokula henuz baslamistim ki farkli arkadas gruplari, yeni ozentiler ve heveslerle birlikte kesilmesi gerektigini de dusunuyordum. Durumdan yirtmaya ve kendine bir hayat edinmeye calisan arkadaslarin basina gelenleri gordukce vaziyetin vehametini daha iyi anliyordum. Tasinmamiza az bir zaman kala bu egilimdeki arkadaslarimizdan Eren, ust sokaktaki flortunu mahalleye getirmisti (lanetim uzerine olsun diye ant verdigim universite bolum baskanim buna eminim “yanlis hata” derdi). Ergenlige atilim doneminde Eren’in ustelik bunu bir de uygulamaya dokebilmesini icine sindiremeyen elebasimiz Levent’in yine akillara durgunluk veren bir sabotaj girisiminde bulunmasi uzun surmeyecekti. Beni gezdirme vaadiyle Satilmis amcanin komur tasidigi el arabasina atip, uzun bir mesafede azami surate ciktiktan sonra aci bir frenle cicegi burnunda ciftin onune firlativerdigi ve Eren’in karizmasini yerle bir ettigi gun anlamistim ki, iyi ki tasiniyorduk...

Bir dahaki bolumde Rezzan teyzeye gec kalinmis bir ozur...

Saturday, January 19, 2008

sssshhhhhh. it's oh so quiet!


.

Thursday, January 17, 2008

...Şimdi Blur olacaktı ki!

Brit müzik sahnesi 90ların ikinci yarısında -en azından benim yakalayabildiğim kadarıyla- epey bereketli bir çekişme / çelişki'ye evsahipliği yaptı(ders: Diyalektik yaşamın gıdasıdır). Gallagher biraderlerin Oasis'i ve Albarn-Coxon ikilisinin başını çektigi Blur çetesi rekabet halindeydiler. Ezeli rekabet öyle kör edici seviyelere vardı ki, Blur'un parklife'i Liam'ın ağzında -keşke sakız olsaydı ama- mutasyon geçirip shitlife'a dönüştü (Brit Awards - '96). Safımı baştan belirteyim; bulanık olan beni hep çekmiştir.


Fazla umursamaz, başına buyruk, dünya işlerini boşlamış - ve bu haliyle aslında daha geleneksel rock ikonu pozisyonundaki - Gallagher'lar gibi; daha arayışçı ( Girls & Boys'dan Tender'a düz bir çizgi çekmek hayli zor), eğlenceli, politik Albarn'nın da gözü en yukarıdaydı; 1 numara' da. Gökkubbenin altındaki herkesin ve herşeyin üzerinde, Madonna'nın bile :S

Doğruyu söylemek gerekirse, aralarında hedefi tutturabilen çıkmadı. Ve söylemesi daha güç bir hakikat; Oasis'in Wonderwall'i, gelmiş geçmiş en büyük hitlerinden biri sıfatına hak kazandı. Hatta belki de tepesinde R.E.M. / Losing My Religion'in bulunduğu, "tüm zamanların en çok çalınan ve kabak tadı veren 10 şarkısı" listesine 8 numaradan girmeyi başardı. Bizde yalan yok; şöhret kantarında Liam ve Noel ağır bastılar.

2000 barajı aşıldığında Blur, fan'larını tatmin eden işlerle yoluna devam ediyordu. Uzun süredir birarada oynayan takımın oturmuş kimyasına efsanevi William Orbit'ın simyası eklendi, ve ortaya her telin en güzelinden çalan 13 çıktı (başka isim mi bulamadınız?) . Bana öyle geliyor ki, o dönem Albarn - Coxon edebiyat'i , Gallagher Best-Seller'ini sollamayı başardı. Blur'un çeşitleme yeteneği ve üstün üretkenliği, onları arzuladıkları gibi global ölçekte en tepeye çıkarmasa da (galiba o tarihte tahtta Eminem oturuyordu) bayağı saygın ve sağlam bir yer edinmelerini sağladı. Albarn Gorillaz işini patlattı, Irak'ın işgaline karşı düzenlenen mitinglerin çağırıcılığını yaptı vs... Derken Marakeş günleri ve içime, ne yaptıysam sinmeyen Think Tank geldi. Bilmiyorum, belki ayrılık kokularını aldım (ah o benim ruhani kudretim), belki de etnik dozaj biraz aşırıya kaçmıştı ve ben, enerjik + havai The Great Escape günlerinin döneceği hülyası ile pek kıymetli zamanımı çarçur ediyordum. Velhasıl beklenen / korkulan vücuda geldi; Coxon gemiyi terk etti. Kazanan takım bozuldu. Dahi ve naive 2 numara, 2 numara rolünden sıkıldı. Her büyük (belki küçüklerin de) topluluğun başına gelmesi beklenebilir bir mevzu... Grup büyür, egolar şişer, insanlar birbirine kıl olur ("lan bu damon sümüğünü mü yiyo?") ve müzik ölür. Kanser gibi sanki, bir gün geleceğini biliyorsunuz, ancak yine de mangalda kömür kıvamına ulaşmış etleri mideye indiriyorsunuz.

Pekiyi, bu arada Oasis ne yaptı? Cocaine takıldı, kavga etti, tutuklandı ve galiba birkaç da albüm çıkardı. Özünde, Ne yapıp edip hayatta kaldı. Belki de bu "her an aşırı dozdan veya serserilikten ölebilir" durumu, standard rock star için hayatta kalmanın en güvenli biçimidir (buraya yazıyorum Keith Richards'tan önce Cat Stevens ölecek). Tabii hayatta kalmak her zaman en hayırlısı değildir. Blur ha birleşti ha birleşecek derken, Oasis yoluna devam etti, canlı kayıtlar, best of'lar yayınlayarak yan paslarla top çevirdi. Ne yazık, zoraki / ticari stop the clocks'a "saatleri ayarlama enstitüsü" kontrası yapacak birileri hiç olmayacak.

Tuesday, January 15, 2008

patagonya’ya gocerdim de… orasi daha zor be abi!

Merak perisi, Manic Street Preachers’in Manchester’in su sorununun cozulmesi icin sular altinda kalan ve bogulmadan once kendine kacacak yer arayan bir Galler kasabasini hicvettigi “Ready For Drowning” sarkisindaki su dizeyle durttu:
“I’d go to Patagonia, but it’s harder there”…

Bu topraklarda envayi cesit geri kalmislik, usulsuzluk ve carpiklik meselelerine referans olarak dile pelesenk edilen “oteki-dunya” bolgesi Patagonya’nin, kullanim pratiginin yarattigi yaygin sanrinin disina cikip Afrika’da olmadigini ogrenmek icin ya usenmeyip cografya atlasini acmak, ya da bilgiye baska sekilde ulasmak gerekiyor. Bu durumu icerlemis olacagim ki kafamdan hayali bir eylem plani bile geciyordu. Mucadeleleri ve kazanilmis haklariyla yerkure uzerindeki denklerine kiyasla bir azinlik utopyasi gibi duran yuce Katalan halkinin, kimlik kartlarini PVC kaplatircasina buyuk organizasyonlarda actiklari “Catalonia is not Spain” pankartindan esinlenerek: “Patagoina is not Africa” dovizli bir pankart... Eylem mekani olarak Inonu Stadi’ni secmem ayri bir absurdluk gibi tinlayabilir. Lakin her zora dustugunde Patagonya'yi kufur mahiyetinde sarfeden kultur atesesi futbol yorumculari, lekenin ve dezenformasyonun kalbine islemek icin iyi bir baslangic olabilirdi.

Sahi neydi malum sarkidaki Patagonya meseli? Kutuphanelerden aldigi gucle dunya dertlerinin sozcusu (Hasankeyf icin de bir sarki siparis edilebilir), oryantalizmle de kavgali bu derin murekkep muzik grubu Patagonya’yi “öcü” kabilinden bir noktalama kelimesi olarak kullanamazdi. Biraz kurcalayinca ortaya Eduardo Galeano’nun Tersine Dunya Okulu’nun mufredatina girmeye muktedir bir sey cikti: Medeniyetin ve refahin besigi [birilerine mezar olmus, ayri] Avrupa’dan dunyanin isirgan otu dolu arka bahcelerinden birine, ekonomik ve kulturel acidan bir anlamda “tersine goc” soz konusuydu.

Manics’in anavatani Galler ile Patagonya arasinda yaklasik 150 yila yaslanan bir bag var. 1850’lerde ekonomik zorluklar Galler halkini goce zorlayinca, ilk deneme olarak pek cok farkli goc akimina varis noktasi olmus "ozgurlukler ulkesi" Birlesik Devletler’in kapisi caliniyor. Amerika’nin kuzeyine konuslanan fakat dil, kimlik, gelenek ve kulturlerini kaybetme tehlikesiyle karsi karsiya kalan kucuk bir koloni, elcileri profesor Micheal D. Jones’un da girisimleriyle muhtemel asilimasyona karsi yeni bir yerlesim alani arayisina giriyor. Iste bu noktada, Arjantin hukumetiyle yapilan anlasma ile Guney Amerika’nin bile en guneyindeki ince dar burnu kaplayan, adini mistik dev insan irki Patagon’lardan alan, Ant daglarinin ortadan ikiye Arjantin ve Sili olarak ayirdigi bu bolgenin dogu kesimi (Arjantin Patagonyasi) devreye giriyor. Ekseriyetle yasadigi agir ekonomik bunalimdan dolayi Galler'in guneyindeki maden iscilerinin katilimiyla goc artarak devam ediyor. Lakin vaadedilen cennet toprak fantezisi, cetin cografik yapi ve tabiat kosullariyla gerceklikteki karsiligini bulmakta gec kalmiyor. Fiziki zorluklara siyasi ve beseri calkantilar ekleniyor. Goc kanalina disardan kaynak yapan farkli irklarin misafir nufusu iyice kalabaliklastirmasi, bolgede otoriter baskinin artmasi, Galli kimligi yasatma konusundaki siyasi anlasmazliklar (holy anadilde egitim sorunu!) ve 1870’de Arjantin hukumetiyle ayyuka cikan husumet eklenince (Falkland Savaslari’nin nuveleri bu tansiyona kadar gider), vaziyet yuz yillik, hatta cercevesi kesin bir mutabakata baglanamadigi dusunulurse gunumuze kadar suregelen bir burokratik krize donusuyor. Manics de bosuna "orasi daha zor" demiyor. Tum bunlara ragmen bolgede bugune korunarak gelmis somut bir Galler kimliginden ve sayisi binlerle telaffuz edilen Galce konusan bir topluluktan bahsetmek mumkun. Deyip duralim.

Ama bunu saymiyor, bir gun Patagonya’ya ocean spray icmeye de bekliyoruz...

Sunday, January 13, 2008

modernizmi özledim, bana mazlum'u getirin


Situasyonistlerin kaptan-ı deryası Guy Debord 1957 tarihli durum tahlilinde modern kültürün iki merkezi bulunduğunu, bunların da Paris ve Moskova olduğunu belirtiyordu. Soğuk savaş ve 2 kutuplu dünya düzeni üzerine yapılmış pek çok farklı analizden biri. Debord, Paris'te filizlenen ve pek de Fransız olmayan tarz(lar)ın Avrupa, Amerika ve Japonya gibi -sonra "1. dünya", daha sonra "kuzey" adlandırması yapılacak - kapitalizmin zengin ükelerini etkilediğini, Moskova'da devlet eliyle empoze edilen tarzın ise, sosyalist bloğu kapsadığını ve kısmen de olsa Paris'e (ve dolayısıyla orada yeşerene) kadar uzandığını iddia ediyordu.

Yirmi birinci asrın bahtsız dünyasında işler biraz daha farklı.
Güncel Kültürün merkezini tespit edebilmek için mağaza vitrinlerini takip etmek yeterli: London - Paris - New York - Milano - (etc. now in Istanbul, soon in Ankara...) Moda her zaman tarz'ı belirledi ya da onun takipçisi oldu. Fakat bana öyle geliyor ki, tarzını kaybetmiş insanoğlunun elinde gününü kaydetmek adına kalan tek vasat, moda (burada ve buradan sonrasında moda'dan kasıt "giyim & kuşam" işidir).


20. yüzyılın özellikle 2. yarısı mainstream açısından bile hayli bereketli geçti (ben gördüm, or'dan biliyorum) . Misal; Wallerstein'in pek haklı olarak 1848den sonra 2. dünya devrimi kabul ettiği '68 hareketi, siyasi yönelimi, cinsel özgürleşme pratiği, müziği, kendi dili, yaygın uyuşturucu kullanımı, Vietnam gündemi ve nihayet modası ile dönemine has bir tarzı ifade ediyordu. Tabii onu önceleyen Rock'n Roll kuşağı ve Bobstil "asi gençlik" furyası da, kendine özgü nitelikler taşıdı. Deri ceketler, blue jean'in yaygınlaşması, kadınların pantolonu keşfi, motorsiklet çılgınlığı, chicken run'lar ve tabii biryantinli parlak saçlar (sıkı örnek: american graffiti, dandik müzikal fırtına: grease ) ... Yaş grubumuzun çoktan vitaminini emip posasını çıkardığı 80lere temas etmesek daha iyi (komple 80s ve erken 90s nostaljisi dahi çabucak tüketilen talihsiz zamanlar)

Velhasıl, doksanlardan bugüne süren kısa 21. yüzyıl içerisinde - alüminyum folyoya sarılmış füturistik / mizahi insan modeli dışında - belirginleşmiş, öne çıkmış ve toplumsal sınıfların tamamına yayılmış herhangi bir akımdan bahsedemiyoruz. Üstelik, bugün "trend" dediğimiz, geçmişin kötü kopyası olmaktan öteye geçmiyor. Rem Koolhaas'ın 21. yuzyıl'ın hemen başındaki Junkspace (hurda/çöp uzam) tanımı, güncelin geçmişle ilişkisini ve geçmişin mirası / birikimi / geleneği ile hesaplaşma biçimini ele alırken kayda değer bir referans. Koolhaas'a göre, modernizm'in, bilimin nimetlerini evrensele yaymak gibi rasyonel bir programı vardı. Junkspace ise onun ilahlaştırılması ya da eritilmesi. Çok değil, bir önceki kuşağın yazarları, sinemacıları 2001 senesinden neler bekliyordu? Uzayda fink atan kadın ve erkekler, yok olmuş sınırlar, özgürlükçü ya da en azından bir distopya'yı besleyecek kadar büyük ölçekli totaliter toplumsal değişimler filan... Oysa gerçekte olan biten, dikkate değmeyecek kadar ufak. Aslında, kameralı cep telefonu da fena sayılmaz. ~ google ads: Bonus Kart'a 12 taksit imkanıyla~

oyun-set-mac: tenissever

Yilin dort grand slam tenis turnuvasindan ilki olan Avustralya Acik, 14 Ocak Pazartesi gunu basliyor. Merlbourne kentinde gerceklesen iki hafta surecek organizasyonda bayanlar ve erkeklerde toplam 64 tenisci raket sallayacak. Ilk kez 1905'te duzenlenen bu gozde tenis turnuvasini tarihte en cok kazanan isimler tek erkeklerde Roy Emerson [6 kez] ve tek bayanlarda Margaret Smith Court [kirilmasi imkansiz gozuken bir rekorla 11 kez] Avustralyali olmalarina karsin yirmi yili askin bir suredir ev sahibi ulke halki her iki dalda da vatandaslari bir sampiyon gormeye hasret. (Erkeklerde en son 1976 – Mark Edmondson, Bayanlarda 1978 – Christine O'Neil). Bu hasrete son on yilda umut kaynagi olarak ne sakatligi sebebiyle tenise erken veda eden Patrick Rafter, ne de su an 19 numarali seribasi Lleyton Hewitt son vermeye yetmedi.

Erkeklerde 1 numarali seri basi gectigimiz yilin ve toplamda turnuvanin uc kez sampiyonu Isvicreli Roger Federer. Henuz 26 yasinda kariyerinde tenisin tum zamanlar rekorlarini kirma donemecine giren, bu yil Sampras'in 14 grand slam rekorunu muhtemelen kirmis olacak Federer'i Avustralya Acik'in, oyuncunun form grafigi ve turnuvadaki gecmis performansi da hasaba katildiginda, bu hedefinden saptirmasi beklenmiyor. Bayanlarda 1 numarali seribasi ise gecen yil sakatligi sebebiyle katilamayan ancak katildigi diger uc Grand Slam'in ikisini kazanan, birinde final oynayan oldukca formda bir isim; Belcikali Justine Henin. Gecen yilin seri basi olmadan katilan sampiyonu Serena Williams'in bu turnuvayla ozel bir bagi oldugunu unutmamak gerekiyor. Toplamda 3 sampiyonluk ile faal tenisciler arasinda birinci durumdaki Serena turnuvanin bir baska favorisi. Bir de son yillarda her turnuvada son 8'i domine eden fakat sonunu getiremeyen Rus tenisciler var. Bu kez iclerinden ipi gogusleyen cikacak mi merak konusu...

Tenissever biri icin bir oyuncu adina fanlik muessesesinin devreye girmesi durumunda –hele bu oyuncu performans bakimindan da istikrar sahibiyse- seyir zevki tadindan yenmez bir lezzet hali alir. Bu erkeklerde Stefan Edberg, kadinlarda da Steffi Graf’dan bu yana musdarip oldugum bir dert. Micheal Stich, Arazi, Carlos Moya, Goran Ivanisevic, Marat Safin saman alevinden orta hallice basarilarla gunubirlik yuzumu guldurduyseler de hegemonya sinyallerini aldigimdan beri motivasyon gucum herhangi bir tenis oyuncusundan ziyade Anti-Federer idi. Bugun halen rakibi kimse onu tutuyorum, ancak kupume zarar turunden asabiyetle izlemek ve husrana ugramaktansa, buyuklugunu kabul ettigim bu "tum-zamanlar" adaminin sundugu ziyafetin tadina variyorum. Graf sonrasi bayanlarda ise Barbara Schett ve Dominique Van Rooost hayal kirikliklarinin ardindan –uzun bir aradan sonra- favorim Ana Ivanovic. Henuz uc yildir grand slam’lere katilan ve inisli cikisli bir grafik cizen, fakat gectigimiz yil gelisim kaydeden taze Sirp guzelin devler liginde ne yapacagini merakla bekliyorum. Bu denli maskulen tenis figurlerinin arasinda isi elbette zor. Guzel olmasa tutar miydim? Yazik ki hayir...

Thursday, January 10, 2008

RRIICCEE'in tadina bakamamak...

Politik dunya gorusleri ile eserleri arasinda sanatseverleri suruncemede birakan, genel kaniyla bu koyu cumhuriyetci ve yabanci dusmani cizgisi basitce ruh hastaligina ve “muhalefete muhalefet” takintisina verilip kendi haline birakilan Vincent Gallo, 2007’de Hole’un eski gitaristi Eric Erlandson’la RRIICCEE adinda bir grup kurdu. Fakat kurulma haberini suratle turne tarihleri anonsu takip edince ortada bir gariplik oldugu anlasildi. Aralik ayini ABD’nin muhtelif yerlerinde konserlerle geciren grubun yayinlanmis herhangi bir materyali ya da yaptigi muzige dair elimizde bir done olmayisi bu ruzgar gibi gecisi acikliyor.

RRIICCEE muzik endustrisine yabanci ve yaratici bir proje. Grup sarki yazmiyor, beste yapmiyor, studyoya girmiyor, kayit yapmiyor. Sadece konser veriyor, hazirlanmis parcalari calmak yerine sahnede canli canli dogaclama yapiyor. Haliyle ne basi sonu, ne janri, ne de yapisi belli sarkilar calinmiyor. Gallo nasil ayan-beyan otobiyografik ogeler tasiyan filmlerine dair “otobiyografi” kelimesini duydugunda zivanadan cikiyorsa, bu projede sigortasini attiran anahtar kelime de “dogaclama”. Dogaclamanin bu projeyi tanimlamak icin iyi ve yeterli bir kelime olmadigini belirten Gallo, projenin daha ziyade sahnede es zamanli olarak hem muzik uretme, hem de performans sergileme uzerine kurulu oldugunu, ve bu sekilde kaliplarin disina cikmis olduklarini mustuluyor. Gecmiste Pork, Gray, Bohack, The Plastics ve Bunny gibi gruplarda, kimisinde ressam Jean Michel Basquiat, kimisinde gitar profesoru John Frusciante (Red Hot Chili Peppers) ile birlikte yer alan ve cektigi filmlerin muziklerini de yapan Gallo, kanimca ozellikle 2001 tarihli Warp Records’dan kendi adiyla cikmis olan “When” albumuyle sinemanin yani sira muzikte de sakasi olmadigini kanitlamisti. Bakalim bu girisim nasil bir gelisim ve sonuc getirecek...

Evrensel kumenin konser izleyicileri disinda kalan kismina pek bir sey ifade etmedigi ve oldukca kapali bir olusum olarak kaldigindan, bu siradisiligin fonksiyonelligi elbette tartismaya acik. Belki kitlelere ulasma konusunda bir takim duzenlemelerle [profesyonelce kotarilmis performans kayitlarinin yayimlanmasi, farkli cografyalarda turne girisimleri gibi] proje daha fazla anlam kazanabilir. Kapatmadan iskillenme hakkimi da kullanmis olayim: Acaba grubun isminde Gallo’nun hararetle alkis tuttugu Bush hukumetinin vazgecilmez oyuncusu Condoleezza’ya bir atif mi var?

Wednesday, January 9, 2008

hayırsever eküri: bill ve bono

Bill Gates, Geçen haftasonu casinolar şehri viva Las Vegas'ta düzenlenen Computer Electronics Show için matrak bir video hazırladı. Şöyle bir sahne var, Mr. "dünyanın en zengini" Guitar Hero rolünü oynuyor ve yakın dostu / hayır işleri ortağı Bono'yu arıyor. Bono'ysa elem içerisinde gruptaki pozisyonların dolu olduğu haberini veriyor. Yani Microsoft'un sahibi bir rock grubu içerisinde çalabilmek için iş dileniyor. Hiciv dolu. Velhasıl, Temmuz ayında Microsoft'taki tahtından inecek olan Gates'in emeklilik planları bununla kalmıyor. Gördüğümüz kadarıyla daha çok muzik endüstrisine yönelmek niyetinde. Hatta şimdiden hiphop kralı Jay-Z ile stüdyo'ya girip bir iki rhym kaydetmiş. Öncelikli amacıysa bu işleri Demokrat Parti'nin atbaşı giden başkan adayları Barack Obama ve Hillary Clinton'ın hizmetine sunmak. (ünlüler geçidi video'yu izlemek için başlığa tıklamanız kafi)


Anlaşılan Gates ve mecburen dünya üzerindeki diğer herkes için yeni bir dönem başlıyor. Şüphesiz en dipten arşınlayacak hali yoktu. Hiphop kralı, Def Jam Record'un patronu Jay - Z ve rock alemlerinin Afrika'dan sorumlu devlet bakanı Bono, ortaklık kurulacak doğru isimler. Bundan sonra yardım konserlerinde veya Dünya Ekonomik Forumu'nda yoksulları düşünmeyen politikacıları eleştirirken onu görebiliriz. Get steady.


Bono demişken... Bir süre önce Afrika AIDS derneği Bono ve Bon Geldof kişilerinin önayak olduğu Band Aid, Live Aid, Live8 ve türevi kampanyalara, aslında kıtanın problemlerini daha da derinleştirdiği gerekçesi ile karşı olduklarını açıkladı. African Aid Action (AAA) ihtiyar heyeti başkanı Jobs Selasie de bu fikre katılıyor ve yardım organizasyonlarının kıtada yolsuzluğu (dağıtım meselesi olsa gerek) ve bağımlılığı artırdığının altını çiziyor. Selasie'ye bakılırsa Batı Medyasının politik doğruculuk takıntısı Afrika'da hüküm süren yoksulluğunun asıl sebeplerini hasır altı ediyor. AAA verilerine göre, Band Aid'den bugüne, kıta üzerinde yardımla yaşayanların oranı yüzde 500 arttı. Aynı zaman dilimi içerisinde 20% si denizaşırı yardımlardan oluşan ülke bütçelerinde bu oran 70% e tırmandı. Selasie "Organizatörler, dernekler ve hukumetlerin doğru planı yoktu. Afrikalı girişimcileri, sıradan insanları, yerel organizasyonları dışladılar ve sonunda yardım işi başarısız oldu" diyor ve ekliyor "değişimi dışarıdan empoze edemezsiniz, içeriden başlamalı. Afrikalılar yozlaşmaya karşı savaşmalı ve çok çalışmalı" (sessizlik)



kele okereke , bbc news, luanda.

Tuesday, January 8, 2008

playboy mansion'da ilahi komedya

80lik Hugh Hefner ve demode deyimle 'bimbo' playmatelerin mutluluk şatosu -renklerden pembe, kumaşlardan saten ağırlıklı- The Playboy Mansion, bir süredir magazin kumkuması E! Entertainment Channel'in katkılarıyla kanlı canlı "the girlS next door" show ile ekranlarda. Güngörmüş ve muteber Hugh Hefner'da, Nuri Alço'dan sonra hayatımıza giren 2. robe de chambre'lı zat olması dışında bir orijinallik yok. Yalniz bu ikisi arasinda cok derin bir fark göze çarpıyor. Hef, hayatı boyunca hiçbir kadının içkisine ilaç atmak zorunda kalmadı.



1953 senesinde cover'a Marilyn Monroe'yu yerleştirerek (yani M.M. tarihin ilk playmate'i) çıkış yapan Playboy, zaman içerisinde bir imparatorluğa evrilirken Hef -meslektaşı Hustler'in patronu Larry Flynt'in çalkantılı kariyerinin aksine- zirveye doğru soluksuz tırmanışını sürdürdü. Öyle ki Hef'in kendisi yayıncılık dünyasında bir ikon'a dönüşürken düzenlediği Playboy Mansion partilerine davetli olmak - bu efsanevi event'lere şahitlik etmek - katılımcıların kendilerini exclusive hissetmeleri için yetti de arttı.

OynakOğlan Malikanesi'nde şenlik partilerle sınırlı değil. Orası basbayağı bir harem. Prototip playboy kızının başarılı 3 duplika'sı 24 saat nöbetteler. Hef'in bir numarası , Hurrem Sultan Rolünü üstlenen Holly, diğer ayrıcalıklı sarışınlar Bridget ve Kendra aynı evi ve arzu edildiği takdirde aynı geniş yatağı paylaşıyor. Haremin öteki bunny'leri ise ayrı bir binada Hef'in ilgisini bekliyor. Güncel olarak Doğu toplumlarında varlığını sürdürdüğü kabul edilen ataerkil poligami, tam da medeniyetin göbek deliğinde, modern bir dekandans olarak varlığını sürdürüyor. Tavşan Şatosundaki varsıl yaşam o kadar çekici ki, hispanik / siyah / blonde pekçok Amerikalı teenager birgün bu haremin üyesi olabilmenin hayalini kuruyor. Bunların erkek versiyonları ise ancak üzerine playboy tavşanı basılmış zippo çakmak taşıyabilir ve / veya ihtiyar kurt'un yerini almanın nasıl bir tecrübe olacağını -"being Hugh Hefner"- hayal edebilir.

İki yüzlü Yeni Dünya, altın klozete* sıçan savruk Arap Şeyhlerini bir yandan hevesle buyur ederken (zamanında Brunei Sultanı check in işlemlerinden sıkıldığı için midir bilinmez, 200küsür milyon doları basıp The Palace Hotel New York'u satın almıştı) öte yandan peşlerine taktıkları haremler nedeniyle aşağılanıp ilkellikle itham ediyor (Oryantalist Arabian Nights fantezileri geçmişte kaldı). Şeyhlerin değil de, Playboy Mansion'ın meşru kabul edilmesinin yegane sebebiyse ikincisinin daha 'classy' olması. Playboy Mansion çıplak elleriyle pilav yiyen bedevilerin değil, urban legend mertebesine yükselmiş jet set partilerinin mabedi. Neil Hannon zamanında


generation sex respects the rights of girls
who want to take their clothes off


lirikleriyle konu meşruiyetin sınırlarını çizmişti. Bu 2 kuple meselenin özünü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. İsteğe bağlı olarak üzerine kremşanti ve çilek eklenebilir. bon apetit.


- fin de siecle -


*sıçmak edimi ve tuvalet adabı medeniyetler kakışmasında hayli merkezi bir yerde. Aşina olduğumuz milliyetçi retorik Avrupa'nın tuvaleti bizden öğrendiği ile övünürken; Batı, Doğu'nun zeminde bir delikten ibaret basit düzeneğini barbarca buldu. Muhtemelen vulgar ortadoğu'lunun çarpık uygarlaşmasına çarpıcı bir örnek teşkil etmesi nedeniyle 'altın tuvalet' haberi bayağı ilgi uyandırmıştı. Oysa Leonardo di Caprio'nun uzaktan kumandalı ve sifondaki suyu ekolojik normlara cevap veren birkaç bin dolarlık 'fonksiyonel' tuvaleti alkışlarla karşılandı.

degisik bir psikoloji, bir felsefe Scientology

Hafta gecmiyor ki scientology ajanslar uzerinden algi menzilimize yeni bir haber postalamasin. “Yeni Cag”in nur toplarindan biri bu akimin tum dunyada yukselise gectigini, elestiri mekanizmasini namlu edinmis yapimlara hedef tahtasi olusundan da anlayabiliyoruz. Kendi uslubu ve ince mizahiyla giydirmekten geri durmayan Southpark… Troy/McNamara Ltd. Sti.’nin erkek mensuplarini ip gibi siraya dizen ailemizin porno yildizi Kimber’i bu tarikata bulastiran ve ogretilerini Micheal Jackson’in tersten evrim teorisi Matt’e zimbalatan Nip/Tuck... Tarikatin ileri gelen mensuplari sohretler karmasi olunca hem akimin kendisinin, hem de kontrasinin bu kadar populer olmasina sasmamali. Fakat bu konuda en cok haber olan sohret, suphesiz, Scientology’nin diyanet isleri bakani Tom Cruise… Son olarak Ingiliz yazar Andrew Morton “Tom Cruise, Izinsiz kaleme Alinmis Bir Biografi” kitabinda Cruise’un tarikatin ikinci adami oldugundan Katie Holmes ile evliliginin meyvesi kizlarinin aslen tarikatin ruhani lideri Ron Hubbard’in kutsal tohumu olduguna, Beckham’lari bir de bu “galaksi”ye transfer calismalarindan tum kariyer adimlarini orgutun hedefleri dogrultusunda attigina kadar bir dizi iddiada bulundu.

Scientology, 1950’li yillarda fantastik bilim-kurgu yazari Ron Hubard’in gelistirdigi, insanligin anca dunya zilyonlarca yil once zehirlenmis ruhlardan arindirildiginda hidayete erecegini savunan, sonradan dini akima evrilen bir felsefe akimi (!). Tum tek tanrili dinlerle uyumlu “plug and pray” bu inanclar butunu yukseltilebilir ozellikleriyle de dikkat cekiyor. Oyle ki basta monoteistik dinlere kuma olmayi mesele etmeyen bu inanc seti eger mumin isterse suncacik zaman diliminde insa ettigi teolojisiyle inanc dunyasini tek basina doldurma vaadini de verebiliyor. Kutsal hacsa kutsal hac, kiliseyse kilise. Ana akima benzer pratiklerle (hristiyanlik) propagandayi caktirmadan araya sikistirmanin ve zengin batiyi kendi safina cekmenin kestirme yolu olarak tabii. Ayrica Hamburg ve Los Angeles gibi dunya sehirlerinde yogun faaliyet gosterebilen, Ispanya’dan Avustralya’ya pek cok muhasir medeniyet tarafindan yasal olarak taninmis bir din. Vecibeler de alabildigine zahmetsiz. E bunlarin birkac bin papellik mutevazi bir bedeli olacak elbet. Endise etmeyin, ilk sevap tarikata giris ucretine dahil. Kulahinizda yer varsa bu dinin orijini, detayi, ogretileri ve “moneyfesto”suna dair bilgiler nice/gani… Ne var ki bu bilgiler zaten arka plani siyah olan ve okudukca fontun renginin de koyulastigi hissini verecek bu blog’u basar.

Simdi sahsima bir iyi bir de kotu haberim var. Her zaman oldugu gibi iyi olanla basliyorum: Cakma teoljisiyle Hristiyanligin bir uzantisi, hatta bir mezhebi gibi olan bu patolojinin bu topraklardan uzak olma ihtimalinin yakinligi. Zira ortaya reiki-fengshui-kabala karisik has Anadolu evladi budist Berrak Su kizimizin kalkip bir Scientolgy-Islam sentezi olmaya kalkisacagini, bu ikonlarla zaten misyoner faaliyet suphesiyle her an galeyana gelmeye tesne ulusal mahalle baskisini test etmeyi deneyecegini sanmam. Ki bu da katkidir yakin cevrimici akil sagligimiza. Kotu haber ise su iki maddenin kesistigi yerde cikiyor: 1) Orgut medyadaki gozu kulagi Ajans Press’le calisiyormus ve haberleri ya da yorumlariyla haklarinda ileri geri sallayan herkese catir cutur dava aciyormus. Panter Emel gibi bir nevi, ihlal nerde bunlar orda. 2) Yakin tarihli bir habere gore Turkler yeni murid hedefiymis. Tirsiyorum, ya burayi da okurlarsa? :(. Zengin kulup sonucta. Su yukardaki haci Kont Dracula’ya tutsalar benzi atar iflahi kesilir. Neyse ki blog’un adresi kayinbiraderin ustune gecirdik, kralini tanimam…

Monday, January 7, 2008

meraklısına breaking news

Sex Pistols'ın resmi belgeselcisi, efsanevi 'The Great Rock & Roll Swindle' ve 'The Filth & The Fury' nin rejisör'ü Julien Temple son bombasını patlattı. Temple, 2008 yılı içerisinde John Lyndon'la beraber 'The Great Rock & Roll Swindle' ın pantomim (evet kelimenin doğru yazılışı "t" ile) version'ını sahneleyeceklerini müjdeledi. Malcolm McClaren da her an oyuncu kadrosuna dahil olabilir. Yeni yılda karşımıza çıkacak Pistols 'ürünleri' bu kadarla sınırlı değil; Temple, grubun geçen kasımdaki 5 günlük re-union macerası, Brixton Academy / London üzerine hazırladığı DVD'nin bittiğini açıkladı.

30 yıllık madenle ilgili haber gani. Haziran ortasında duzenlecek Isle of Wight Festivalin'de yeniden toplanan başka bir grup, Police'le beraber sahne alacaklar. Garip, ama gerçek. Festival Zamanda Yolculuk meraklıları için biçilmiş kaftan. 1999'da düzenlenen çakma Woodstock DVD'sini yanında getirmeyenler ve Muazzez Ersoy Nostalgia serisini tersten okuyamayanlar festival alanına adebayor.

foto: Richard E. Aaron.

NME'den aktaran: haunted naïve

Saturday, January 5, 2008

hadid'i beklerken

Aşağıda, hafta içerisinde Guardian'da yayınlanmış kısa bir makaleden keyfe keder alıntılayarak, daha da kısaltarak elde edilen bir tutam çeviri mevcut. konu; 21. asrin ilk on yıllık diliminde mimari yönelimler.


Mimari anlamda 2000li yıllar, Ispanya Kralı Juan Carlos'un 18 Ekim 1997 tarihli, had safhada mühim "Guggenheim Muzesinin açılışını yapıyorum" sözleri ile başladı. Bundan 10 yıl kadar önce Frank Gehry'nin Bilbao'daki gözalıcı tasarımı ile başlayan ikonik binalar dalgası artık çelikmeye başlamış gibi...

Cüretkar, utanmaz ve genelde kafadan kontak büyük yapı projeleri - ki bunlar a) inşa edilmek b) eleştirmenlerin övgülerini toplamak adına üretilmiş olabilir - 2000lere damgasını vurdu. Norman Foster, Daniel Libeskind, Zaha Hadid, Rem Koolhaas, ve Gehry'nin bizzat kendisi gibi super-modernistlerin ellerinden çıkma extravagant kentsel yapıları incelemek keyifli olacaktır.... Yine de, 2000lerde form'un işlevin önüne geçmesi ve ikonik binaların şehir silüeti içerisinde ilgi toplamak adına attıkları düşüncesiz çığlıklar, sonunda bu dalganın takatini kesti.

Gehry'nin Jimi Hendrix ruhuna ithaf ettiği ve erimiş bir Fender Stratocaster görünümü verdiği Seattle'daki Experience Music Project 2000 yılında açıldığında New York Times'dan Herbert Muschamp yapıtı "denizden dışarı sürünmüş, dürülmüş ve ölmüş bir şey"e benzetti. Ikonik mi? Or what? ("or what?" Bu bayağı 2000ler...)



Esasen söz konusu dalganın zayıfladığını, giderek Doğu'ya yayılmasından da anlıyoruz. Yukarıda ismi geçenlerden Norman Foster'ın 2 milyar pound'Luk Crystal Island (Moskova) namlı projesi, 2014 yılında tamamlandığında 2.5 milyon metrekarelik taban alanı ile yerküre üzerinde inşa edilmiş en büyük kapalı alan olacak. Crystal Island, Moskova'nın (ya da bu dünya üzerindeki herhangi kentin) silüetiyle uyuşmaz tuhaf görüntüsü ile ciddi tartışmalara sebep oldu. Kuvvetli muhalefete rağmen, Foster projesini "o, çok yönlü kullanımı ve yenilikçi enerji stratejileri ile sürdürülebilir şehir planlamacılığı için kompakt bir paradigma" sözleriyle savunuyor. Hakikaten de yapının dev çelik gövdesi aşırı soğuğa karşı "akıllı kabuk" işlevi görecek. Binanın mimarisi gün ışığından maksimum faydayı sağlıyor. Bi' nevi future already happened vak'ası...hayriyesi...



Bir diğer "supermodern" Zaha Hadid'in Istanbul/Kartal kentsel dönüşümüne şekil vereceği bir süredir biliniyor. Tabii bugüne kadar kentsel dönüşüm pratikleri olarak, konum itibarıyle rant sağlayacak gecekonduların yıkılması ve mahalle sakinlerinin kentin olabildiğince dışında izole alanlara hapsine şahitlik etmiş bizler için şüphesiz umut verici bir gelişme. Yine de konunun doğrudan muhatabı olan Istanbullar'a daha fazla açılması/açıklanması elzem.

Friday, January 4, 2008

radiohead vs. carbon footprint

Radiohead gectigimiz ay turnelerinde atmosfere birakilan karbon ayak izini azaltma amaciyla bir suredir “Best Foot Forward” [DJ Shadow’a selam] adli sirketle yuruttugu bilimsel calismalarin bulgularini resmi sitesinde yayinladi. Isin kendileri icin en tutkulu yani konserler oldugu ve bunu en sorumlu yoldan yapmak istedikleri icin grup kollari turnelerden sivamaya basliyor. Haliyle arastirmaya, en basta konserlere ulasmak icin katettikleri yol olmak uzere, emisyonun en buyuk kismini olusturan izleyici aktivitelerinden girisiyor. Sehir-disi festival alanlarinda verilen buyuk konserlerle sehir-ici kucuk konserler bu parametreler dahilinde karsilastiriliyor, eldeler paylasiliyor. Izleyiciler icin kibarca karbondioksit salinimini kaydadeger bicimde azaltan bir dizi de oneride bulunuluyor. Bir sonraki arastirma grubun kendi basina atmosfere biraktigi karbon ayak izi... Ilk nuveler ekipmanlarin deniz yoluyla nakliyatini cazip kiliyor. Yeni yilda Radio 4’e yaptigi aciklamada Thom Yorke, tabiatiyla kemiklesmis turne rutinlerini degistirmenin ve ayni zamanda talepleri karsilamanin zor bir is olacagini, lakin en azindan emisyonu ciddiyetle azaltmaya muktedir epeyi sayida degisikligin bulundugunu ifade ediyor.



Velhasili kelam, pek cok sirketin hala bir standart olarak yerlestirmekten kacindigi, bir urun ya da servisin yasam suresince cevreye verdigi zararin analizini (LCA/Life Cycle Assessment) yurutme ve analiz isiginda dogayla en dost alternatifi uretme sorumlulugu bir rock grubuna kaldi. Midnight Oil grubu solisti cevreci aktivist Peter Garrett’in Avustralya Cevre Bakani olarak atandigi haberi sonrasinda Radiohead’in bu calismasi da rock dunyasi-cevre sagligi hattinda yuz agartici bir gelisme... Rock endustrisi hep dunya meselelerine kafa patlatan oyunculariyla var olmustur, fakat teorisyenligin yanina pratisyenligi de ekleyen bu tip “ampirik” calismalar ve uygulamalar duyarlilik citasini daha da yuksege cekiyor. Thom Yorke bos bir zamanda Kenya’da en populer sanatin dograma, en populer dograma enstrumaninin da pala oldugu, tarihi Ruanda Katliamini andiran ic katliama da el atsa?.. Eminim cikarlari ugruna ulkeyi mezbaaya ceviren, Nairobi’nin kendilerine spor-safari disinda bir mana ifade etmedigi ic x dis odakli buyuk biraderlere kiyasla acik ara dise dokunur neticeler aliriz...

Thursday, January 3, 2008

blow 'n smoke

sigara karsiti -ve kimi zaman fasizan bicimler alabilen- kampanyalar nihayet asia minor uzerinde de ciddi yasal karsiligini buldu. binlerce cileli adamin yigildigi tribunler; ickinin su gibi aktigi pub, meyhane, disco dancing mekanlar dahil pek cok acik/kapali alanda sigara kullanimi yasaklandi. yeri geldiginde, poseur takilmak icap ettiginde, -butce ve tarz'a gore -bir elde sigara/cigarillo/puro tutuyor olmak hak'katen ise yarar. sinema tarihindeki sonsuz basarili ornekten (all time favorite: godard'in masculin/feminin & gomlek cebindeki sigarayi alttan vurusla agiza firlatma numarasi) ve kisitlamalardan sonra zavalli red kit'in basina gelenlerden soz etmek baska zamana kalsin ama, pek cok figur elindeki sigara/pipo ile akillarda yer etti. yeni yasaya gore bu goruntuler sansurlenecek. sartre'in eline su tabancasi, james dean'in dudaklarinin arasina da pipet yerlestirsinler artik...sizlayan kemiklerin gunahi sansurcunun boynuna.


buralarda, erkek adamin sigara icmiyor olmasi hala ice sindirilebilen bir durum degil. ufak bir ihtimal de olsa (hesapta su an 18 yas altina sigara satisi yasak), yasanin yogun denetimle uygulamasi memleket gencligi uzerinde ciddi bir sarsintiya sebep olacak. tutun tuketimi cok uzun zamandir buyuyor, cocukluktan cikiyor olmayi cumle aleme duyuran bir oral ifade bicimi. sigara reklamlarinda basta marlboro man olmak uzere agirlikli olarak maco figurler kullanilmasinin temel sebebi de suphesiz bu. mamafih sigara kullanimi ve erkeklik arasindaki baglantinin ekli reklamda oldugu kadar curetkar kullanimina rast gelmemistim. hic sulandirma / seyreltme yok, alabildigine konsantre bir soylem. ozellikle blow fiilinin cift yonlu kullanim imkani, dumanin istikameti ve kadinin pozisyonu ile yaratilan kompozisyon...oh yes. bugun olsa feministlerce (son derece hakli olarak) dakikasinda engellenirdi.



bu arada, tipalet de fena degilmis, agizlik filan...5 tanesi 25 kurus.

Wednesday, January 2, 2008

two days in Paris

Elestirmenleri elestirme klisesini tuslama niyetinde degilim. Haddime de degil. Lakin hakkaten merak ediyorum yeni bir filmin ardindan nasil da tum elestirmenler sozlesmiscesine ayni tornadan cikmisa benzer ve fakat benim mix astigmat gozlerimin bir turlu yakalayamadigi ortak zihn-i sinir saptamalarla karsimiza cikiyor. Su film vizyona girdiginden beri okudugum elestirilerde Julie Delpy’den cok Woody Allen ve Richard Linklater isimlerini duydum. Yuksek bir entelektuel duzeyde, seri ve kivrak zeka urunu diyaloglarla yogrulan bir film nasil aninda bu kadar yaygin ve ortak bir kaniyla Woody Allen’in kadin temsilciligini verirken, bir tren yolculugu Linklater’i nasil boyle yuksek link dozuna boguyor anlamak icin aklima goz doktoruna gorunmekten baska bir cozum yolu gelmiyor.

Iyisimi ben meslegim olmayan diger isime doneyim. Amerikali Jack (Adam Goldberg) ve Fransiz Marion (Julie Delpy) ciftinin aslen New York memleketli olan iliskisinin Paris deplasmaninda iki gunluk imtihanini anlatiyor bu sempatik film. Marion’un hem ev sahibi hem de deplasman oyuncusu olmasi bu iki gunde yasadigi arada kalmisligi vurgulamak icin iyi bir belirtec olacaktir. Jack muhafazakar bir ortabati Amerikan kasabasi degil, New York’lu liberal bir entelektuel olmasina ragmen once Marion’un ailesinin onun boyunu dahi fersah fersah asan liberalligi karsisinda kisa devre yapiyor. Sonra gecmisi ve kokleriyle bulustugunda ona bir yaratik kadar yabancilasan Marion karsisinda felc geciriyor. Ne ki yabanci bir metropolde/deplasmanda, olcusu ayarlanmadiginda ideal sartlardaki bir iliskiyi dahi zorlastiran sarkazm ve sinisizm baharatlari Jack’in tek beslenme kaynagi olunca, e biraz tad versin diye zaten zor bir karakter olarak Jack’in hastalik hastaligi, guvenlik paranoyasi ve yabancilik sendromu da sos yapilinca, sinav uyanmasi imkansiz bir kabusa donusuyor. Devaminda kahkahalar esliginde seyreyliyoruz gumburtuyu.

Julie Delpy’e hakkini teslim etmektir gunceye bu filmi isleten... Pek guzel yazmis, yonetmis, produktorler arasinda yerini almis, hatta muzik yapmis. Hem Avrupa-Amerika kultur catismasini, hem de her bir kulturun kendi icinde yasadigi zenofobi ve irkcilik, sosyal patlamalar ve sivil guvensizlik gibi acmazlari comakla bir guzel eselemis. Bastan sona kor goze parmak misali sakalardan veya abartili linguistik farkliliklardan siyrilip durum komedisiyle kahkaha degirmeninin suyunu donduren zeka ve ofke dolu bir mizah anlayisi mevcut. [Iyi ama bu yorumlarin cok benzerini Woody Allen icin de yapmistim? Yoksa, yoksa… Doktor bey, goruyorum!]. Nihayet yuksek elestiri surasi ortak bildirisinin terbiyesizce disina cikarak filmin hicbir elestirisinde gormedigim su negatif saplamayi yapiyorum: Tek sorun filmin bir noktadan sonra klise bir romantik-komediye donusmesinin an meselesi olusu… Ha yuzsuzlugu ele almisken bir de Adam Goldberg'in kendini oynuyormuscasina role girdigi ve pek hakikatli bir performans cikardigini, hatta filmin en onemli basari elementlerinden birini teskil ettigini belirtiyorum.

[Doktor, bu gozlukler fazla gelmis olmasin?]

Tuesday, January 1, 2008

hayat fena halde baseball'a benzer

baseball oyunu, usa, japonya ve cuba için zevk ve hey'can anlamına gelirken, bizim mütevazi evrenimizde oldukça tuhaf bir fenomen. new york yankees, bebek ruth, birinci kale, tütün çiğnemek ve "biraz biberleyelim joe" başta olmak üzeri zihnime kazınmış birçok isim / terim / davranış, kayıtlı oldukları yerde muhtemelen asla doğru tanımlarını bulamayacaklar. üzerine bina edilmiş tonla filmi izledim ancak kuralları hala bilmiyorum. maalesef hollywood'un baseball hususunda bıraktığı izler, tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi renkli karelerden ve uçucu fikirlerden ibaret.

bu durumu kabullenmek kimi zaman pek de kolay olmuyor, bazense most welcomed. nick hornby'nin arsenal taraftarlığını konu edinen otobiyografik fever pitch'i, özündeki obsession'ı koruyan başarılı bir adaptasyon ile boston red sox tutkusuna dönüşebiliyor. ya da sinemanın winner'i tom hanks ve daimi altın ahududu adayı madonna (+ geena davis katkısı) formülasyonu ile uyur uyanık takip edilebilen a league of their own ile hayalkırıklığı yaratabiyor. Bütün hikaye iki örnekle sınırlı değil tabii. mesela, bu spora çok yakışan ray liotta'lı fields of dreams (kevin costner zamanında oyuncuymuş) ve "bir zamanlar hepimiz mutlu çocuklardık ve o yaz..." mottosu taşıyan sandlot hoş seyirliklikler.

aslında tek sorun, onca yüklemeden sonra hala ve inatla oyunu öğrenememiş olmamız (filmlerden kuralları çözen dikkatli izleyiciler varsa, kendilerini tebrik ediyorum). cehaletimizin nedeni belkide baseball'da en önemsiz şeyin oyunun kendisi olmasıdır. sahadaki oyunun sürekli/sürükleyici olmaması, güvenli ve ezelden all-seater tribün düzeni, hot dog yemeye / coke tüketmeye / çevreyle lak lak yapmaya ve yeniden hot dog yemeye müsaade eden yapısı ile baseball, belki de dünya üzerindeki en amerikalı şey. anlayabildiğimiz kadarıyla baseball izleyicisi için en kıymetli sohbet konusu, geçmiş güzel günler. sadece babe ruth veya yogi berra gibi her baseballsever'in aşina olduğu isimleri değil, kendi mahalli kahramanlarını da anlatmaktan / anmaktan zevk alıyorlar (gibi geldi bana). aslında bu had safhada sosyal tribün yapası ve klüp aidiyetleri ile, yeni dünyanın en muhafazakar sporu.




ciddi bir istisna dışında...
new york, daha doğrusu brooklyn yazarı paul auster'in blue in the face filminden öğrendiğimiz kadarıyla brooklyn bir zamanlar dodgers adında bir takıma sahipmiş. fakat finansal gerekçelerle bu takım "hood"u ve hatta big apple'ı terk edip sıcak diyarlara göçmüş. home of the dodgers - ebbets field (bkz foto) yıkılıp yerine yüksek binalar dikilmiş. mahalleli için oldukça travmatik bir durum olsa gerek...