Saturday, January 29, 2011

küstüm, almıyorum

Yaşadığınız dünyada olan bitenden ne ölçüde haberdarsınız? Tunus ve son olarak Mısır'daki ayaklanmalar, uzak yerlerdeki doğal afetler, Turkiye'de alkol kullanımı düzenlemesi ve yaş sınırı tartışmaları, genel seçim öncesi etkisi katlanmış siyasal manevralar 2011 takviminin başlangıç taşlarını döşerken, aslında yakın geçmişte, yazın ve konuşma aleminde insanlık tarihinin en hayati hatalarından birinden dönüldü. Son on yıl içinde "girişimde bulunmak", "başlatmak", "teşebbüste bulunmak" gibi kalıplar kavramı tam anlamıyla, ya da sarsıcı bir etkiyle ifade edemediği için hayatımıza giren "insiyatif" kelimesi buyuk bir ıstıraptan kurtularak, aslına, yani "inisiyatif"e döndü. Kim bilir, bu kurtarma operasyonunun basarisi ve telafinin sagladigi rahatlama, bazılarımızın basini yastiga huzurla koymasina vesile olmustur.

Bunu ilk kim fark etti, ya da zaten farkındaydı da nihayet sesini duyurup genel farkındalığı etkiledi, çok merak etmiyorum. Ancak fark edilmemesi imkansız olan, sözcüğün yeni formunu ne kadar çok ve abartılı kullanırsak, bu tarihi hatadan o ölçüde sıyrılmış, hatta belki geçmişi bile bütünüyle temize çıkarırmışız gibi, ortalıkta bir "inisiyatif" bombardımanı olduğu. Herhangi bir konuda bu doyumsuz telafi hissini beyhude biçimde doyurabilmek için kavramı yoktan var eden fırsat avcılarına bile rastlamak mümkün. Peki sözcüğün -öyle sanıyorum- Fransızca aslına mot’a mot dönmek çok mu gerekliydi? Düşünün, yazımdaki aslına bağlı kalacağız diye bir anda sondaki “t“ harfini damağın dibine kadar bastırırcasına “restorant” demeye başladığımızı... Ne kadar can sıkıcı. Yıllarca "cavs" dediğimiz köpekbalığına bir anda "coows" demek zorunda olmak kadar da sinire dokunucu.

Ganimete veya çalıntıya saygıyı anlarım ama, devşirilmiş, özlük hissini daha baştan yitirmiş bir sözcüğün sonradan, kalıcı misafir olarak yerleştiği bu yeni dildeki yapıya, ortalama diksiyona uygun biçimde evrilmesi çok mu anormal? Tabii sözcükleri apartıp kendi keyfimize göre modifiye edelim, doğrusunu [bu durumda doğru kelimesi de biraz ironik kalıyor ya] söyleme zahmetine katlanmayalım demiyorum. Ama söylenişini kolaylaştırmanın nesi kötü? Örneğin zaman içinde kendini mecburen kabul ettirmiş, dilin doğruları arasına girmiş “septik” demenin pratikliğinin yanında, “skeptik”te ısrar etmenin ne gibi bir faydası olabilir, bilemiyorum. Özel bir şey yapmaya gerek yok, zaman içinde kamuya yayılan yanlış belki de dilin doğrusudur. Evet üzülerek söylüyorum, belki de “şarj” kelimesinin Türkçe dilindeki, damağındaki, armonisindeki yeri “şarz”dır. Sebebi tembellik değilse, bu kadar insan yanılıyor olamaz. Aman “sweetshirt” demeyelim, cunku hem daha kolay filan değil, hem de burada absurt bir anlam kayması da var. Bir turist şarz kelimesini duyunca en kötü ihtimal hiç anlamayabilir, ama “sweetshirt”ü duyunca krize girebilir. Neyse bu bambaşka bir konu. “In[i]siyatif” meselesine dönersek, oynamıyorum arkadaş! Eski halini kullansam, cahilliğe, ya da yeniliğe kapalılığa yorulacak. Yeni haline hallensem, özentimden çıldıracağım. Kısaca “inisiyatif”i kullanma insiyatifini almıyor ve sözcüğü haznemden defediyorum. Hatta kavramı da çıkarıyorum, her ne haltsa, onu almıyorum. Bundan böyle kimse benden herhangi bir konuda girişimcilik, elimi taşın altına koymacılık [ama bunların hiçbiri olmuyor ki ya :((], beklemesin :S

Monday, January 17, 2011

plastic beach

petrokimyevi bir urun olan plastige karsiyiz, degil mi? yani oyle olmasi gerekiyor. ben de sadece oyle olmasi gerektigi icin karsiyim. kanserojen madde, gereksiz petrol tuketimi vs. ama, az once ufak bir seyahat icin hazirlanirken dusundum ve farkina vardim ki, bir plastik urune fena halde zaafim var. kullanim amacim hicbir zaman isminin hukmettigi sekilde olmasa da, buzdolabi poseti. bilmiyorum ama son 20 yilin en iyi buluslarindan biri gibi geliyor bana. ozellikle akiskan maddeleri muhafaza eden sise ya da tupleri korumaya almak icin kendi kucuk, faydasi buyuk bir bulus. birkac tane de yedek alirim hep. kirli corap, kullanilmis ic camasir, yani tecrite mahkum her turlu parca icin na-gecirgen ideallikte bir zar. hic karizmatik degil, degil mi? zip-lock filan cok daha havali tabii ama batidan aldigimiz ahlaksizliklar listesine henuz giremedi.

gaia'ya ozurlerimle. azaltma sozu veriyorum ama katiyen birakmak... asla. gerekirse kafama gecirir giderim.

Sunday, January 16, 2011

the flaubert effect

aynı anda birkaç kitap okumak, nasıl geliştiğini bilmeden edindiğim hoş bir adettir. Kimi zaman beni zorlasa, ve okuma ağırlığımı bir kitaba yöneltmem sonucunda diğerleri ile bağımı zayıflatsa da, bu alışkanlığımı sürdürüyor olmaktan memnunum. "teen" yıllarımı okumasız, yalnızca izleyerek geçirmiş olmamın intikamı ve açlığı da olabilir nedeni, bilmiyorum...lakin bu davranışın beni şaşırtan, zihin açıcı müspet sonuçları ile karşılaşmak da doğru bir iş yaptığımı ispatlıyor aslında.

yazma eylemiyle ilişkimin, kişisel tarihimde en kritik dönemece girmesi okuma süratim ve şevkimi de kamçıladı. bu sürpriz, önemli bir mutluluk benim adıma. şu aralar orhan pamuk - manzaradan parçalar, chesterton - apollon'un gözü, james wood - kurmaca nasıl işler ve art-sit'in situasyonist enternasyonel nüshalarını okuyorum. nick hornby how to be good, kolay ve eğlenceli diliyle aradan sıyrılıp finiş çizgisini ilk gören kitap oldu. kendisini tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz. ondan boşalan yeri, reşad ekrem koçu'nun forsa halil romanı aldı.

konuyu çok dağıtmayayım. yazının amacı, paralel okumalarımda yakaladığım hoş bir tesadüfü, anlatım biçimlerine dair kıyak bir tüyoyu alterednative'ın amansız müptelaları ile paylaşmak. olmadığını ve muhtemelen asla oluşmayacağını bildiğimiz değerli tiryakiler... blogumuzun okur ilgisinden yoksun kalması hüzün verici olsa da, yıllara yayılmış aksak devamlılığında bu ilgisizliğin ve dolayısıyla "bize özgülüğün" de bir katkısı bulunduğunu pekala biliyorum. her neyse... alterednative iptiladır, müptelalara selam!



Orhan Pamuk / Manzaradan parçalar (İletişim Yayınları, 2010)

Bay Flaubert Benim! başlığı altında, sayfa 241

Flaubert kahramanlarının düşüncelerine ve onların ruhsal dünyalarına, romandaki anlatıcı sesin çok yaklaşabilmesi için özel bir teknik geliştirmiştir. Önce Fransa'da, daha sonra bütün dünyada taklit edilen, yayılan ve okurlarından çok Flaubert uzmanlarının takdir ettiği bu sese, bu anlatım tekniğine "dolayımlı serbest üslup" denir. Flaubert'in keşfetmekten çok geliştirdiği bu anlatı üslubu, kahramanların düşünceleriyle, tanık oldukları çevre ve olaylar arasında bir fark gözetmez. Anlatanın dili, zaman zaman kahramanın ruhuna, dertlerine, o kişinin özel sözlerini, argosunu kullanarak yaklaşır, ama anlatıcı ses bizi "diye düşündü" , "diye aklından geçirdi" diye uyarmaz. Manzara ve çevre tasvirleri de, bir romanda olması gerektiği gibi, kahramanın ruh durumunu hem ayrıntılarıyla hem de seçilen kelimelerle temsil eder. Böylece biz okurlar, dünyayı, tasvir edilen olayları ve manzarayı kahramanların gözüyle ve onları duygu, dert ve kelimelerinin içinden yakın bir şekilde görürüz.




James Wood / Kurmaca Nasıl İşler (Ayrıntı Yayınları)

"Anlatım" bölümü altında, sayfa 19

5

Diğer taraftan, her şeye hakim anlatım nadiren göründüğü kadar her şeye hakimdir. Öncelikle, yarazın üslubu, bir şekilde, üçüncü şahıs hakimiyetini taraflı ve etki altında gösterir. Yazarın üslubu, ilgimizi yazara, yazarın inşasının ustalığına ve dolayısıyla da yazarın kendi eserine çekme eğilimindedir. Bı nedenle, Flaubert'in, yazarın "kişisel olmaması", Tanrı gibi ve mesafeli olması yönündeki ünlü arzusuna karşılık, kendi üslubunun oldukça kişisel olması, her bir sayfadaki sanki Tanrı'nın kaleminden çıkmış şatafatlı bir imzaya benzeyen o mükemmel cümleleri ve detayları, onun neredeyse komik denilebilecek ikilemini ortaya koyar.Dolayısıyla, kişisel olmayan yazar buraya kadardır.


(wood yazısının devamında örnek bir cümlenin farklı biçimlerle aktarılması üzerinden, serbest dolaylı anlatımın üstünlüğünü ortaya koyuyor. bense alıntıları burada kesip, size her iki kitabı da edinmenizi tavsiye etmekle yetiniyorum. daha fazlasını paylaşıp okuma şevkinizi kırmak istemem.)

Thursday, January 13, 2011

kır kalemi kes koçanı, otoparksız neyleyim?

belediyeye ait alanlarda çalışan üniformalı otopark görevlilerinin meziyeti karşısında hayrete düşüyorum. arabanın ancak sığacağı bir boşluğa, bazen tek bir manevrada park etmelerinde büyüleyici bir yan buluyorum. hayli düşük bir ücret karşılığında icra edilen, sıradan görünümlü mesleğin kazandırdığı yetenek ve tecrübeye özeniyorum. Genellikle kadın bir sürücünün ya da acelesi olan herhangi bir müşterinin bıraktığı çalışır vaziyetteki otomobili alıp, tereddüt dahi etmeden zınk diye boşluğa yerleştirmeleri, işlem bittikten sonra çekilen el freninin keskin ve kademeli sesi fena halde hoşuma gidiyor. Otomatik veya manuel şanzıman, kamyonet veya iki kişilik bir spor araba fark etmiyor. Usta eller ne yapması gerektiğini ezbere biliyor. Hayatta hepimizin sıkıntı çektiği, özellikle sahada çalışan insanlar için kimi zaman bir eziyete dönüşen park eyleminde ihtisas sahibi olmalarını saygıyla karşılıyorum. İşini gizli bir gururla, büyük şehirdeki park sorunun bilincinde olduklarından belki biraz da övünerek ve soğuk hava şartları ya da düşük ücret nedeniyle şikayet dahi etmeden yapan bu adamları takdir ediyorum.