Monday, December 31, 2007

3...2...1...

eglenmek zorunda birakildigimiz - [ed] alarmi - bir geceye daha ha-zi-riz. favori eglence bicimi evde genis aile surasi ile tombala. tombala olmasa dahi hindi ve televizyonda dansoz esliginde geri sayim. trt1'deki programa karsi facebook grubu onerisi: 'yilbasi gecesi tarkan'in killi suratini degil belly dancer'in ince belini gormek istiyen 1.000.000 kisiyi gozum kapali sayarim'. seray sever'in sunacagi, babazula'nin kendine has psychedelic anadolu kanirtmasi ile konuk olacagi program garip, ancak bir o kadar da cekici bir secenek.
steril[ed]lesmeye calisan istanbul'da taksim - kadikoy apachi hatti belediye emriyle kesik. "ille de sokakta azit'cam" diyenler icin legal adres; nisantasi. damsiz almiyorlarmis yalniz. cukkasi saglam olanlar icin otel alternatiflerimiz mevcut. angola'nin surdurulebilir kalkinma projesini finanse edebilecek paralar odeyip sibel can'in canli kanli performansina sahit olmak pek'ala mumkun. kim yeni yila "ah cakmak cakmak o gozlerin" esliginde girmek istemez, tiz capital punishment.

ikinci dogum sancisi ve In Utero

Sansasyonel bir “newcomer”in ayni basariyi yakalayip yakalayamayacagi merakla, heyecanla, eger taraftarlik durumu hukum suruyorsa bir de eller yurekte beklenen ikinci albumu hem tanidik, hem de cetrefilli bir mevzu... Rolling Stone dergisi The Strokes’un ikinci albumu “Room on Fire” icin “Nirvana’nin In Utero’sundan bu yana hicbir album bu kadar merakla beklenmemisti.” demis [Roll 104]. The Strokes’un rock dunyasinda yarattigi sarsintiyi, garage-rock’un kullerinden dogusuna onculuk ederek acmis oldugu yolda ve akimda takipcilerine verdigi ilhami goz onunde bulundurursak hic de iddiali bir yorum degil. The Strokes bu albumde cuvallamisti. Tamam, bu baskiyi kucumsemek insafsizlik olur. Madchester’imizin medar-i iftihari Stone Roses’in “Second Coming”i icin bile –bizim fanatizm ve at gozlugumuzun anlamaya musade etmedigi- aci gerceklerle harmanli yorumlar yapilmamis miydi? Insafsizlik degil. Hesap da sormuyorum. Beni son uc senedir ikinci albumleriyle sukut-u hayale ugratan The Streets, Interpol, Zutons, Kasabian, Babyshambles gibi arkadaslara sitem ediyorum. Ama onlara sitem ettiysem, sitem sevgiden dogar.

Hem In Utero, hem de Roll demisken; evde ortaligi karistirirken hala nasil gozumden kacmis oldugunu anlamadigim Roll 2004 Mayis sayisi gozume carpti. 1993 tarihinde In Utero’nun cikisina muteakip Curt Cobain’le yapilmis bir roportaji on dort yil sonunda okumus oldum, ne zamanlama ama… Benim icin tum zamanlarin en iyi ikinci albumu In Utero’dur. Tamam ukalaligin luzumu yok, biliyoruz Nirvana’nin ilk albumunun Bleach oldugunu. Ama hangimiz Nevermind’dan once herhangi bir albumunu dinlemistik ki Rolling Stone dergisi dahi bu taklaya geliyor? Trajik bir durum tabii bir grubun 2. albumunun baslangic noktasi ve yeni bir cikis sayilmasi. Ama 5. albumu "Different Class" ile newcomer muamelesi goren Pulp kadar da trajik degil. Neyse, isi bir adim daha ileri goturup hep In Utero’yu Nirvana’nin en iyi albumu olarak addettim (ugly serdy). Hatta Nevermind’a fark attigini iddia ettim. Cogu kez bunun Nirvana’nin ozune ve temeline bir hakaret olarak algilandigini, uzerime gelindigini ve tabu yikmiscasina kinandigimi gordum. Buyuk ayiplar yapildi tarafima, tarz bu olmamaliydi. Neyse ki roportaji okuyunca icime sular seller serpildi. Hemen alintilayalim:


“…Satislari artirmak icin degil, daha once hicbir albumden bu kadar gurur duymamistim. Basindan beri kafamin icinde olan sound’u nihayet yakaladik.

'Nevermind'da bu sound yok muydu?

Kesinlikle yoktu. O cok temiz, puruzsuz. Evde hic o tur albumler dinlemem. O albumu de dinleyemiyorum. Parcalarin cogunu begeniyorum, calmak hosuma gidiyor. Ticari acidan cok iyi oldugunu dusunuyorum, ama biraz Cheap Trick’vari. Benim dinleyici olarak zevkime gore fazla puruzsuz…”



Meger onca yildir ikina ikina bir turlu ifade edemedigim seyleri gaipten Cobain en direkti ve temiziyle seslendirmis, tasdik etmis. Sagolsun, iyi ki bir varmis, bir yokmus. Referans copluguyle veda ederken minneten bol bol goz kirpalim...


if you ever need anything
please don’t hesitate to ask
someone else first
i’m too busy acting like i’m not (altered) native
i’m very (dolphinished) ape, and very nice.

demirkubuz'a isim onerisi: sefalet

guvenilir kaynaklardan kulaga fisildananlar, sozune kiymet verilen elestirmenlerin uzerine yazdiklarina ragmen uzun sure inatla ihmal ettigim demirkubuz sinemasina turkmax'in degerli katkilari ile, ancak son aylarda dalabildim. anlatilan, bicimde ve ozunde benzer hikayeler. Imkansiz bir askin pesine dusmus kaybolmaya/dusmeye megilli erkek karakterler ve aldatan guvenilmez/ulasilmaz kadinlar. simdiye kadar cok yazarin, sinemacinin ekmek yedigi bir alan. demirkubuz ortaya yeni bir hikaye atabilmek adina kirk takla atmak yerine olabildigince sade bir anlatim tutturuyor. aslinda hepimizin cevresinde donen -ya da en azindan donebilecek- aci hikayeleri ve mutsuz sonlari, yesilcam'in alisilageldik destansi dili ile degil de, gundelik hayatin gercek estetigi ile sunuyor.

fakat zeki "kapalinin cocugu" demirkubuz'un ayirt edici yani -in my humble opinion- filmler arasindaki sureklilik, gorunmez bag... kronolojik bir sirayi takip etmeksizin, ardi ardina izlenecek iki demirkubuz filmi, sanki ayni buyuk hikayenin birer kesitiymis hissi yaratiyor. masumiyet - kader ikilisi zaten ayni oykunun farkli safhalari, ipucu aramaya ne hacet? ayrica zaman ve mekan icerisinde gezindigi icin yonetmenin en rahat hareket ettigi ve belki de bu yuzden en basarili, yurek daglayici/ic parcalayici isleri (a masterpiece. two thumbs up!) . isin entersan tarafi, demirkubuz, filmlerini ayni trajedinin etrafinda ormekle yetinmeyip, kimi zaman neredeyse birebir ayni sahneleri kullanmaktan cekinmiyor.


ornegin kader ve itiraf'in final sahneleri...
erkek karakterlerin toplumsal referanslari oldukca farkli. harun (itiraf/ taner birsel) gecmisi itibariyle sorunlu bir evlilik yapmis basarili bir muhendis, bekir'se (kader/ ufuk bayraktar) bir baltaya sap olamamis mahalle cocugu. kadinlari ayirmanin ya da bitistirmenin anlami yok. ugur (kader / vildan atasever) ve nilgun (itiraf / basak koklukaya) arasindaki sinifsal farkların bir onemi yok. ne de olsa guclu, gunahkar ve aci cektiren, aslinda haraketlerini anlamaya calisirken dahi gizemini koruyan femme fatale karakterler. fakat her iki film de ayni sona dogru, ve hatta ayni mekana dogru suruklenip nihayete eriyor.


itiraf, ankara'nin yoksul ege mahallesinde nilgun'un yerlestigi gecekondu'da son buluyor. dekor; somya / basit masa/ ve yemek yiyen hamile, terk edilmis ve yoksullasmis kadin.
kader'in finali icin secilen sehir turkiye'nin oteki ucunda; kars (bati-centric kafaya gore kars hep oteki uctur. bu anlamda oldukca bereketli bir kent. ). fukara bir evin isinmayan salonu. yine somya / yine masa/ ve yakin zamanda cocuk dogurmus, dipteki ugur. kirik dokuk esyalar ve yoksul mekanlar, belli ki demirkubuz'u fazlasiyla etkilemis (cocuklugundan bugune kadinlarla iliskisinin okunmasini freud'culara birakalim) . belki kisisel gecmisinin bir parcasi oldugu, belki de buyudugu kosullara yabanci oldugu icin. hangi nedenle olursa olsun, zeki demirkubuz istedigini gostermekte ve hissettirmekte sorun yasamiyor. bu yetenegin kendisi, bir yonetmeni basarili addetmek icin yeter de artar bile (yani zd'ye bir miktar vasat'ta gezinti kredisi taniyoruz). artaniyla da kendime cikolata aliyorum.




haftanin ugly betty'si: addetmek.

Sunday, December 30, 2007

un-like dylan in the movies [pt:1]

İşler sandığından da ters gitmişti. Tepetaklak denebilirdi pekala. Dylan eğer isteseydi daha iyisini yapmış ve tüm olan bitenin kaderini değiştirmiş olabileceğini düşündü. Kendine, onu her alanda alıkoyan tembelliğinin ancak izin verdiği kadar -bu durumda cılız- bir kızgınlık duyuyordu. Başarısızlıktan hakkıyla bozguna uğramaktansa, isteksizliğini sorumlu tutarak aslında kendisini defalarca kez kaptırmış olduğu miyopik megolomaniyi bir kez daha afyon yapıvermişti bile. Tabi ki malum üçüncü tekil şahıs onun çabasına layık olamamış, tabi ki yeterli bir motivasyon unsuru oluşturamamıştı. Bu düşünceler işten eve kadarki yolculuğu olduğundan daha kısa hissettirmeye yetti.

Eve geldiğinde kapının önünde henüz kazanmadığı paraların harcandığı kalemleri detaylı döken kredi kartı ekstresiyle karşılaştı. Hiç açmadan küçücük parçalara yırtarak birkaç gündür içine çöp torbası koymaya üşendiği çöp kutusuna boca etti. Son torbadan bu yana çöp kutusuna halen akıcı ve bulaşık bir atık yollamamış olduğu fikri tembelliğin yarattığı vicdan azabını rahatlatsa da bu zahmetli işi yaptırmaya yetmedi. Ne de olsa sıra o tip atıklara geldiğinde de koca bir çöp torbası çıkarıp yerleştirmek yerine, atıklar daha pratik ve ele yakın ulaşılırlıktaki küçük torbalar halinde bu çıplak çöp kutusunu boylayacaktı. Üşengeçliğinin pratik zekasında yarattığı kıvılcımların artık onu hiç mutlu edemediğini farketti. Çünkü bu kaçışlardaki kıvrak zeka artık bir işi halletmiş olma hissini ondan esirgiyor, yerine hamlamışlık hissi veriyordu. Sıra ısrarla çalmaya başlayan ev telefonuna gelmişti. Az öncesindeki muhakemelerin tesirinde gündemine oturmuş üşengeçliğe bir karşı darbe girişimine hazırlanmış salona doğru yönelmek üzereydi ki, neden sonra, içinden pekala şu an evde olmayabilir ve bu telefonu doğallığıyla kaçırabilirdim diye geçirdi. Kimseyle konuşmaya gönlü yoktu. Ancak onu bu isteksizlikten dahi alıkoyacak bir rahatsızlığı vardı, ki o da halden anlamayarak kulak tırmalayan, her seferinde ya çalma süresinin uzadığını ya da aralığının kısaldığını hissettiren illet telefon ziliydi. Dede evinden miras çevirmeli telefonu tekrar kullanıma sokmaktaki nostaljicilik oyunu ya da stilizasyon da neyin nesiydi? Biraz daha umursamaz olabilse zil sesini kesmek için telefonun almacını kaldırmasıyla geri koyması bir olabilirdi. Fakat bu kayıtsızlığın, ya da sosyopatinin hala dış dünyadan olabildiğince gizli kalması gerektiğini düşündü.

Igor yapmış olduğu bir çevirinin redaksiyonu için arıyordu. Dylan için bununla hiç uğraşamayacağını gerçek zamanlı bir etkileşimle Igor’un kulağına söylemek, üstün görü gözden geçirip yalandan bir iki düzeltmeyle uğraştığı intibasını yaratarak yazıyı geri göndermekten daha zordu. Akşama kadar bunu yapacağını söyledikten hemen sonra havadan sudan konuşurken kendini neden var olmayan bir soğuk algınlığından bahsederken bulduğunu anlayamadı. Muhtemelen işin yarım yamalaklığına peşinen hazırlanmış içgüdüsel bir kılıftı. Igor zahmet etmemesini, kendisine iyi bakmasının daha mühim olduğunu söyledi. Bu masumane paylaşımdan böyle bir hisse çıkarmasını kınarcasına takındığı sitemkar tavırla “Sana da hiçbir şey söylenmiyor, Igor” dediği anda midesine kendi riyakarlığından duyduğu bulantı saplandı. Bu kısa bulantıyla başedebilirdi ama daha kötüsü, Dylan yine kendi oyununa gelmişti. Ondan talep edilen işlerde bahanelerle beklentiyi en dibe çekip akabinde karşı tarafı şaşırtmak, sevindirmek, belki de utandırmak amaçlı karşı koyamadığı üstün bir performans çıkarma arzusu... Sonuç açısından bakıldığında iyi bir iş çıkarmanın hiçbir ziyanı yoktu. Fakat Dylan gerçekten bir hastalık psikolojisine girmiş ve hastalığa rağmen, ki bu aslında onun isteksizliğiydi, iyi bir iş çıkarmanın yükünü, baskısını ve fedakarlık duygusunu yaşamıştı. En başında kibarca reddetse belki de hiç incinmeyecek olan Igor’dan kendi eliyle yarattığı şu haliyle adeta nefret ediyordu. İçinden Igor’un resmiyle döşeli bir darta ok fırlatmanın ona ne kadar iyi geleceği geçti.

filip holosko besiktas'ta

2.5 sezondur manisa formasi giyen holosko en nihayetinde, telaffuz etmeye niyetlenenlerin girtlagini dugumleyen bir meblag karsili besiktas'ta. demiroren onca borc harc arasinda 5 milyon avro + burak yilmaz ve koray avci'nin bonservislerini baby face golcu karsiliginda manisa'ya saydi. ustelik ihtiyacin stoper ve savaskan(bana kalirsa iki) onlibero olduguna dair yaygin ve hakli kaygi henuz giderilebilmis degil.

holosko'nun cliché deyimle 'iyi kumas' olduguna sahitlik ettik. mamafih mevzu bahis bedelin yetenekleri -gulben ergen'e gore- 'sade ve sadece' slovak ligi ve manisa'da sinanmis bir oyuncu icin epey yuksek oldugunu belirtmekte yarar var. alanlarin bir bildigi oldugunu umut etmek disinda yapilacak birsey yok. tabii bir suredir eksiye donen yakisik ibremizin de bu transferle yeniden yukselise gectigi asikar.

Yukaridaki karede dostum filip yeni takimiyla ilk antremanda saskin saskin cevreyi izliyor.

umumi projeksiyon

ahoy there sailor!
this is my first time ever (vira bismillah).

biraz heyecan var, henuz kontrol panellerini de kurcalayamadim. bu tool bar'lar, mool bar'lar bende 'pilot bayginlik gecirmis de bir boing 747 yi tek basima idare etmek zorunda kalmisin' - gerilimi yaratiyor (cakarim kulelere!). sanki ucak veya uzay gemisi kullaniyoruz. ekleyip cikaragim iki resim, bir hyperlink. onu da yapamiyorum (hay bin kunduz!). ustelik, akranlarim ve hatta benden 15 yas kucuk veletler teknolojiyle boyle barisik kene, bundan 20 yil sonrasinin - bugunden bakilinca - futuristik teknigi ile nasil basa cikacagimi dusunmekten, tedirginlik duymaktan kendimi alamiyorum. bugun explorer'i acip internette iki surf (bu deyimi duymayali da epey olmustu) sefasi icin benden yardim isteyen babamin cok daha gerisinde bir yerlerde olacagim sanirim. o en azindan sokak'ta benden daha iyi. ben belki de evden disari bile cikamayacagim. dunya bana oyle yabanci olacak.

tamam, belki fazla karamsar (hımmm... 'pesimist' mi desek dostlar? ) bir kurgu yukaridaki. pek'ala...o zaman bir de su tahayyule goz atalim;

hafiften yasi basi aliyoruz. beyaz yakali hayatinda cok da fena olmayan kariyer noktalarina ulasmisiz. bireysel emeklilik, bankada bir miktar johnny 'green' ca$h, borsada uc bes kagit, iki bono, bir tahvil mesela...iste bu tip yuppie basarilarini elde etmis, oglani fiyakali bir ise yerlestirmis, kizi da mba yaptigi chicago'da bill isimli sevimli bir protestan cocuga vermisiz. doga'ya donusun zamanidir. zaten organik beslendigimizden mutevellit, topraga yabanci sayilmayiz. metropol'u terk ediyoruz.

imagine

bodrum gumusluk'te, yesillikler icerisinde bir tas ev. maviye boyalı trassiz dogramalari gözlere, duvar diplerine dizilmis menekselerin, manolyalarin ve turlu ciceklerin saldigi kokularsa cigerlere bayram yasatiyor. imbatin dalgalandirdigi uzun kavaklar ile evin eski, saglam ve cila isteyen guzel kapisinin arasindaki golgelikte ahsap bir masa, uzerinde el oyasi bembeyaz ortu... evin icerisi ,disarinin aksine serin; tas yapilarin kendine has guvenilir serinligi bu. kocaman bir yatak, ann'ane isi dosek, pirinc basli. genis ve rahat sedirler hemen camlarin dibinde. sade fakat kullanisli mutfak, ocakta cay demleniyor. banyo hafif lukse kacmis; ayakli, fransiz isi irice bir kuvet dahi var. buyuk kentlerdeki apartman dairelerinin gurultusu, aceleciligi yok burada. bodrum tembel, bodrum huzurlu. dalgalar aylak yuruyus mesafesi ile 15 dakika uzakliktaki altin kumsali dovmekle mesgul...gunes, aksama hazirlanircasina kizillasiyor.

bu senaryonun sakatlikları var. ornegin, boyle bir koy evini almak icin kabaca yarim milyon dolara ihtiyaciniz var ( -dir herhalde). sade bir yasam icin kendi capinda richie rich olmaniyi sart kosan bir dunyada yasiyoruz. ustelik, bundan 20 sene sonra bu tip sayfiye duraklarinin, sahil kasabalarinin hemen hepsi istila edilmis ve tuketilmis olacak. bir de, +55 yasina kadar calismis ve yuppie'likten yonetici seviyelere uzanan modern 'the office' batakliliginin sonsuz cukuruna batmis bir bunye, hakikaten bu aylak utopyasina hayat verebilir mi? kent yasamindan, kapitalizmin kendisine sundugu nimetlerden ve damarlarini dolduran para kazanma hirsindan vazzz gecebilir mi?

com' on!

garanti bankasi'ni 'sahlandiran' x-ceo, emeklilik gunlerini ucsuz bucaksiz uzum baglarinda kaliteli sarap ureterek geciriyor (c'est la vie aq) . bilmemnere'nin eski ve emekli patronu, turistik amcalarla gittigi uzakdogu'dan egzotik mobilyalar ithal edip kar ediyor. "ben bu isi biraktim" diyen butun para babalari -super mega yatlari ile- kisa bir dunya turunun ardindan yeniden dolarlari cebe indirmenin pesine dusuyorlar. taze fikirler, emeklilikte de rahat vermiyor. bu hastaligin tedavisi olmasa gerek. kendi varligina tapinmanin sapkin bir disavurumuna ise 'american psycho sendromu" diyoruz, ki bu asamaya ulasmis kisilerin goruldukleri yerde -sibirya'da surgune gonderilmek uzere- paket edilmesi gerekir.

gunun paradoksu budur. uzerine daha fazlaca yazilmaya, hukme baglanip mumkunse igdis edilmeye muhtac. ancak su an benden bu kadar.

yarin:
a) gitmek mi zor kalmak mi (saka saka...bu kadar da hassas degilim)
b) ahmet kaya is alive and well and living in paris. peki ya jaques brel'e ne oldu?

(applause)

cassandra's dream

“Sanat zamanla guzellesen cirkin seyler yaratir. Moda ise zamanla cirkinlesen guzel seyler yaratir” demis Jean Cocteau. Inaniyorum ki Cassandra’s Dream zamanla guzellestikce, son donem Woody Allen sinemasina verip veristirme modasi da cirkinlesmeye ve demode olmaya yuz tutacaktir.

Woody Allen’in Londra serisinin uc bagimsiz bolumu belli acilardan buyuk farkliliklar gosterse de [gelecek endisesiyle kararan gozler ve hayatin aldatici gozuken kirilma noktalarini merkeze alarak kani donduran trajedisiyle Match Point, tersine komediyle kotarilmis Scoop], one cikan bir ortak ozellik Allen'in cok zeki ve sivri karakterler kullanmayisi. Bu onu essiz kilan zekasini diyaloglara yansitma kulfetinden biraz kurtarirken hayranlarini da uzuyor gibi gozukuyor. Kim bilir belki de Britanya insaninin onda yarattigi sapsal mizacin etkisidir zekasini oyunculardan esirgeyen. Bir baska ortak payda da suc sinemasi ogeleri etrafinda orulen hikayeler. Yonetmenin ilgi alanina esasen suc ogeleri olarak; gecmiste sabikasi olmayan siradan kisilerce -kuyruklarina basildiginda buyuk bir sogukkanlilik ve kararlilikla- gerceklestirildigi icin cozulmeden kalan, bu siradan hayatlari rayindan cikaran cinayetler giriyor. Bu da belki Londra ve atmosferinin onda yarattigi bir etki ile aciklanabilir, kim bilir?

Cassandra’s Dream ise siradanlik soyle dursun, ikisine tahsis edilmis ortalama bir zekayi aralarinda paylasmayi dahi beceremeyen iki fiyasko kardesin kucuk bir tekne satin alarak basladiklari ve alabora olma yolunda ilerleyen hayatlarini konu ediyor. Genc kadinlarin sevgilisi iki oyuncudan (Ewan McGregor ve Colin Farell) yarattigi bu gulunc karakterler ve aile icindeki durum komedileri izleyiciye her an bir gulme krizine gark olacakmis hissi veriyor. Acaba suc edebiyati bir siyah film mi, ic burkucu bir drama mi, yoksa bir anda gercegin disina cikmaya hazir Bertrand Blier vari absurd bir komedi mi hasil olacak diye diye film (ve yazi) bitiyor.