Sunday, December 30, 2007

un-like dylan in the movies [pt:1]

İşler sandığından da ters gitmişti. Tepetaklak denebilirdi pekala. Dylan eğer isteseydi daha iyisini yapmış ve tüm olan bitenin kaderini değiştirmiş olabileceğini düşündü. Kendine, onu her alanda alıkoyan tembelliğinin ancak izin verdiği kadar -bu durumda cılız- bir kızgınlık duyuyordu. Başarısızlıktan hakkıyla bozguna uğramaktansa, isteksizliğini sorumlu tutarak aslında kendisini defalarca kez kaptırmış olduğu miyopik megolomaniyi bir kez daha afyon yapıvermişti bile. Tabi ki malum üçüncü tekil şahıs onun çabasına layık olamamış, tabi ki yeterli bir motivasyon unsuru oluşturamamıştı. Bu düşünceler işten eve kadarki yolculuğu olduğundan daha kısa hissettirmeye yetti.

Eve geldiğinde kapının önünde henüz kazanmadığı paraların harcandığı kalemleri detaylı döken kredi kartı ekstresiyle karşılaştı. Hiç açmadan küçücük parçalara yırtarak birkaç gündür içine çöp torbası koymaya üşendiği çöp kutusuna boca etti. Son torbadan bu yana çöp kutusuna halen akıcı ve bulaşık bir atık yollamamış olduğu fikri tembelliğin yarattığı vicdan azabını rahatlatsa da bu zahmetli işi yaptırmaya yetmedi. Ne de olsa sıra o tip atıklara geldiğinde de koca bir çöp torbası çıkarıp yerleştirmek yerine, atıklar daha pratik ve ele yakın ulaşılırlıktaki küçük torbalar halinde bu çıplak çöp kutusunu boylayacaktı. Üşengeçliğinin pratik zekasında yarattığı kıvılcımların artık onu hiç mutlu edemediğini farketti. Çünkü bu kaçışlardaki kıvrak zeka artık bir işi halletmiş olma hissini ondan esirgiyor, yerine hamlamışlık hissi veriyordu. Sıra ısrarla çalmaya başlayan ev telefonuna gelmişti. Az öncesindeki muhakemelerin tesirinde gündemine oturmuş üşengeçliğe bir karşı darbe girişimine hazırlanmış salona doğru yönelmek üzereydi ki, neden sonra, içinden pekala şu an evde olmayabilir ve bu telefonu doğallığıyla kaçırabilirdim diye geçirdi. Kimseyle konuşmaya gönlü yoktu. Ancak onu bu isteksizlikten dahi alıkoyacak bir rahatsızlığı vardı, ki o da halden anlamayarak kulak tırmalayan, her seferinde ya çalma süresinin uzadığını ya da aralığının kısaldığını hissettiren illet telefon ziliydi. Dede evinden miras çevirmeli telefonu tekrar kullanıma sokmaktaki nostaljicilik oyunu ya da stilizasyon da neyin nesiydi? Biraz daha umursamaz olabilse zil sesini kesmek için telefonun almacını kaldırmasıyla geri koyması bir olabilirdi. Fakat bu kayıtsızlığın, ya da sosyopatinin hala dış dünyadan olabildiğince gizli kalması gerektiğini düşündü.

Igor yapmış olduğu bir çevirinin redaksiyonu için arıyordu. Dylan için bununla hiç uğraşamayacağını gerçek zamanlı bir etkileşimle Igor’un kulağına söylemek, üstün görü gözden geçirip yalandan bir iki düzeltmeyle uğraştığı intibasını yaratarak yazıyı geri göndermekten daha zordu. Akşama kadar bunu yapacağını söyledikten hemen sonra havadan sudan konuşurken kendini neden var olmayan bir soğuk algınlığından bahsederken bulduğunu anlayamadı. Muhtemelen işin yarım yamalaklığına peşinen hazırlanmış içgüdüsel bir kılıftı. Igor zahmet etmemesini, kendisine iyi bakmasının daha mühim olduğunu söyledi. Bu masumane paylaşımdan böyle bir hisse çıkarmasını kınarcasına takındığı sitemkar tavırla “Sana da hiçbir şey söylenmiyor, Igor” dediği anda midesine kendi riyakarlığından duyduğu bulantı saplandı. Bu kısa bulantıyla başedebilirdi ama daha kötüsü, Dylan yine kendi oyununa gelmişti. Ondan talep edilen işlerde bahanelerle beklentiyi en dibe çekip akabinde karşı tarafı şaşırtmak, sevindirmek, belki de utandırmak amaçlı karşı koyamadığı üstün bir performans çıkarma arzusu... Sonuç açısından bakıldığında iyi bir iş çıkarmanın hiçbir ziyanı yoktu. Fakat Dylan gerçekten bir hastalık psikolojisine girmiş ve hastalığa rağmen, ki bu aslında onun isteksizliğiydi, iyi bir iş çıkarmanın yükünü, baskısını ve fedakarlık duygusunu yaşamıştı. En başında kibarca reddetse belki de hiç incinmeyecek olan Igor’dan kendi eliyle yarattığı şu haliyle adeta nefret ediyordu. İçinden Igor’un resmiyle döşeli bir darta ok fırlatmanın ona ne kadar iyi geleceği geçti.

No comments: