Friday, February 27, 2009

09/autumn ~ ben de ozledim ben de

80ler anlamasi guc bir donem hakikaten. Hakim kultur apolitizmi simgelese de, “taslasmis” cicek cocuklarin ataletinde uyusup giden karsi-durusun ardindan yeralti dunyasinin, punk’in, ofkenin ve anarsinin dogusu icin ideal bir zemin. Ana akim tamamen stil, ambalaj, boya ve makyaj uzerine kurulu, lakin onca ugrasiya karsin bir o kadar da kiç... Erkekler icin vaziyet cok feminen. Diger tarafta ise seksapeli ve disiligi on planda kadinlar. Zaten o tarafla bu taraf arasinda giderek daralan bir mesafede, kanimca kadinlar acik ara daha kârli: Ikinci feminist dalganin artci kuvvetiyle de birlikte, guclu ve yirtici figurlerin yukselis donemi.

Bu da Nars Cosmetics’in kurucusu, sahibi ve yaratici direktoru François Nars’in Mark Jacobs 2009 sonbahar koleksiyonu icin yaptigi makyaj... 80lerin kadin glam grubu, ayni zamanda donemin fettan-tilki kadinini simgeleyen Vixen etkileri tasiyan koleksiyon kendi ifadesiyle “Blondie” Debbie Harry’i ve donemi suratini boyamakla gecirmis tum kadinlari esin kaynagi almis. O yillarin sivri, renkli ve abartili makyaj stilinin reankarnasyonu ve donem kadinlarina iade-i itibar niteliginde...

09/spring ~ pembe gonlum sende



















soldaki calvin klein sagdaki givenchy.
dogrusu ck'i epey tuttum.
I-D nin subat sayisinda kapakta (ve tabii ic sayfalarda) var ayni takim.
givenchy olani da sevgili dostum s.k. icin dusunuyorum.

Wednesday, February 25, 2009

o kutularda ben...

yikamasini, asmasini, kurumasini, utusunu gectim, ust basi kimi zaman katlayip dolaba yerlestirmek bile zulum. yerinden oynamayan rayli kapak, neyi nasil koyacagimi bilemedigim genis raf, hangisine ic camasiri, hangisine corap yerlestirecegimi kestiremedigim, ve icerisine koyduklarim asla duzenli ve utulu kalmayan orantisiz (basik ve genis, dar ve yuksek) cekmeceler... yalnizca benimki mi boyledir, yoksa herkes ayni dertten muzdariptir de sakliyor mudur bilemedim ama, dolap isi, esyalarin istiflenmesi gercekten yorucu ve bir o kadar da ciddiye alinmasi gereken bir konu. tabii bir hiphop yildizi olsaydim ve mtv ziyaretime geldiginde "welcome to my kingdom" dedikten sonra gosterecek dolap-odalarim olsaydi, bu sorunu hic yasamazdim. uzulurek soyluyorum, suc ortagim d.m.b.'de de bu pariltiyi gorebilmis degilim. elinden tutan olursa belki bir noktaya gelir ama takim elbiseleri icin ayirdigi ve standard bir evin salonu buyuklugundeki ozel odalari olacagini sanmiyorum.

galiba ikea bosuna ikea olmamis. farkli ebat ve desenlerde, ahsap, metal ya da plastik onlarca kutuyu 'saklama unitesi' , 'raf duzenleyici' gibi isimlerle piyasaya surmeden once binlerce isvecli ailenin dolap duzensizligi nedeni ile parcalandigini tespit etmis olmalilar ( yoksa bu varsil iskandinav ulkesindeki yuksek intihar oraninin musebbibi kullanisli olmayan dolaplar mi?). gerci ben su ana kadar bu kutulardan edinip fayda saglayabilmis degilim. zaten ikea'daki 'yaratici olun ve kendinize fayda saglayacak bicimde kullanin' urunlerinin hicbirini almadim. ne ise yaradiklarini cozemedigim bir suru kolaylastirici satiyorlar ve bunlari nasil kullanacagimi dusunmek benim basimi agritiyor. aslinda butun o alternatif saklama sistemlerinin atasini hepimiz cok yakindan taniyoruz; eski ve sadik dostumuz ayakkabi kutusu!

ayakkabilar degerlidir. tshirt fetis'i diye bir sey duydunuz mu? dost basa dusman ayaga bakar diye kim soylediyse halt etmis. soyle designer isi chic bir cift trainer'i ayagina geciren adam yalnizca 'dusmanlarim catlasin' diye mi dusunuyor? peki kadinlar o upuzun, siyah deri ve yuksek topuklu cizmeleri...neyse. sozun ozu, ayakkabilar degerlidir ve tanidigim hemen herkes ayakkabi alisverisinden keyif alir. yalan yok, yeni aldigim bir ayakkabayi disarida kirletmeden once, eve gelir gelmez kutusundan cikarir ve onunla bir salon turu yaparim. hatta cok sevdigim ve aramda duygusal bag olusan kimi ciftler ile bu ev macerasi iki gun de surmustur. onunla tv izlemek, onunla yemek hazirlamak, onunla dus yapmak gibi :S


fakat iste, her guzel seyin bir sonu var. eskiyen ayakkabilardan geriye, dayanikli ve cok amacli kullanilabilecek kutular kaliyor. ornegin babam, bu kutularda ayakkabi boya/cila/firca/bez vs gibi bakim malzemelerini, 80lerin basinda cektirdigine inandigim tonla 'hafif bati muzigi' kasedini, bazi video kasetleri (betamax!)filan sakliyor. aynisini yapmaya calisiyorum ancak anladagim kadari ile henuz fazla miktarda nostaljik/ani nesnesi biriktirememis durumdayim ve coraplari kutulamak yerine cekmecelerde saklamak -ikea nin butun oyunlarina ragmen- daha mantikli. olsun, yine de atamiyorum o kutulari. hacim olarak hemen hemen ayni olsalar da, uzerlerindeki amblemleri, renkleri, delikleri ve bazen de malzemeleri ile aslinda hepsi birbirinden farkli ve her biri ayri/baska ruh halini cagristiriyor. misal su siyah ve soguk jil sander kutusunu sadece birkac defa ve yalnizca gercekten ona ihtiyac duydugumu hissettigim anlarda actim. birbirimize karsi mesefali ve saygili bir durusumuz var. mavi (bazen siyah)adidas kutulari cocuklugumdan beri hep oradalar. turuncu nike'larla da benzer bir yakinliktayiz. kirmizi kapakli camper'lar ise son on senedir her gorustugumuzde bana kendimi iyi hissettirmeyi basariyorlar; "walk, dont run". henuz bir yer bulamadigim sarimsi fred perry ile de iyi anlasacagiz gibi duruyor. sanirim yalnizca converse kutulari ile samimiyet kuramamisim. yerde tozdan perisan bir cift goruyorum ama, ortalarda onlari koyabilecegim bir converse kutusu yok. is ayakkabilari ise her daim duzenli, ve renksiz muhafazalari ile alt gozlerde dizili. bu istif sirasi da gosteriyor ki, gercekten haftasonu icin yasiyoruz ve isin kotusu, her haftasonu da birbirine benzemeye basladi. belki de her hafta yeni bir ayakkabi alip haftasonunu onunla evde gecirecek kadar para kazandiran bir is bulmak lazim.

hastayim (malum grip mevsimi) ve kadim dostlarim ayakkabi kutularinin benimle konustugunu duyuyorum. oysa genelde pek konuskan degildirler. doktora mi gitsem acaba?

Tuesday, February 24, 2009

slumdog questionnaire

Kirmizi haliya ve bunca ihtisama bu fenomen nereden peydahlandi? Nasil en iyi film dalinda aday oldu? Yeryuzunde kameraya cekilip makaraya sarilmis herhangi bir film aday olabiliyor mu? O vakit neden “en iyi yabanci film” diye bir dal var? Bu film cogunlukla Ingilizce oldugu icin mi aday oluyor? Bu durumda Yeni Zelanda yapimi Ingilizce bir film de aday olabilir mi? Peki Slumdog Millionaire hint yapimi mi, yoksa anglo-saxon bir ulke uretimi mi? Batiya acilan bir Hint filmi mi, yoksa Hint menseili western bir yapit mi? Yapimci sirketler Celador Films, Film4 ve Pathé Pictures icinden Hintli olan var mi? Peki bir filmin ulusu finanse edildigi (doydugu) yer mi yoksa gectigi (dogdugu) yer midir? Sanatin milliyeti olmaz, olmaz da, Akademi’nin de mi yok? Bu kadar mi uluslararasi ve hakkaniyetli? Yonetmenin uyrugu konuyla alakali olabilir mi? Iki yonetmenden biri Hintli (Loveleen Tandan) oldugu icin olabilir mesela? Peki Danny Boyle olmasa degil en iyi filmi almak, en iyi yabanci filmde dahi aday gosterilir miydi? Mehmet Barlas dun aksam yorumun farkini belleyip “Bollywood’un Hollywood’a zaferi” diye mest olurken, kimi kime galip getirdiginin farkinda miydi? Hollywood kendini maglup etmesi biraz tuhaf degil mi? Belki avans vermistir (8 avans, 10’da biter). Kalabalik Hindistan yeni pazar mi? Bu film “Bollywood” kriterlerini –birkac klise disinda- ne denli karsiliyor? Oscar’i elestirme klisesine imza atmak istemem ancak gariban/kenar mahalle iti/sade vatandas sorularini soruyorum cunku cidden kafam basmiyor. Ya da bir seyler hakikaten carpik. Belki gerekli bilgiye sahip degilim. Oscar’i ciddiye alanin oscar kadar akli yoktur demisler. Hepsi yalan, kirmizi hali gercek. Fidanlar, ceylanlar, filintalar... Ve melankoli :S













Film guzel mi? Danny Boyle bu yahu, hic kotu olur mu? Olursa da caktirmam, benden cikmaz oyle bir soz. Mumbai’deki insanlik draminin, yoksullugun, carpikligin ve kokusmuslugun net bir resmi. Sosyo-politik kadrajin disinda kalan “Bollywood” kismi beni pek ilgilendirmiyor. Benim icin Boyle halen enine boyuna nesterlenen “arkadaslik” kavraminin, toplumsal gerilimin, beseri iliski yollari iltihabinin, batinin ve modernin, dejenerasyonun ve distopyanin, issizin ve uzayin “batili” yonetmenidir. Ancak bu oryantal ekspres yolculugu da cok anlamli ve basarili bir cesit olarak kendi potansiyeline iddiali bir meydan okuma ve kabuk degisikligi [kariyerde Micheal Winterbottom - The Road to Guantanamo gibi kiskirtici bir cesit, ya da Quentin Tarantino - Kill Bill gibi ulke/ekol sinemasi cesidi gibi]... Hic heveslenmeyin, kapanisa klise sokusturmak kuruyasica huyum olabilir, ancak bu kez Boyle olmayacak :S.

Monday, February 23, 2009

tatli ~ sert



















soyle bakinca -saclara atilan boya disinda- bildiginiz mickey rouke. hafif western havasi, boyun bagi yok, salas ama bir yandan da chic gibi sanki. krem takim laubali fakat ote yandan da kiyak dogrusu. yelegin onunden sarkan zincirler cepte bir kostekli saat bulundugunun gostergesi olabilir. L.A. express iki saat sonra soyulacak (telefonun alarmini kur mickey). sol el kemerin uzerinde, guvenli bir durus... sert adam vesselam. simdi bir de yakindan dikiz. boyun bolgesine zoom:













e!entertainment kanalinca soylersek; koccaman bir Ooops!. olen kopegi loki'nin resmi var boynunda. yakadaki ise loki'nin halefi veya selefi olabilir. guardian'in bu kolyeli rozetli goruntu icin yorumu; "raporlu deli".

Friday, February 20, 2009

cimlere basma Tom

Tom Sheehan adli zat'a bir baska platformda, Uncut dergisinde kaleme aldigi Stereophonics’i oveyim derken grubun memleketlisi ve Galler’in medari iftihari, bizim de can damarimiz Manic Street Preachers’a bel alti vurdugu icin girismis, evveliyatina duz gitmistim. Herseyden once belli bir kistas veri alinarak (ayni janr, ulke, era, ekol vb.) kiyas yoluyla bir baska ismi asagi cekmek suretiyle yapilan her turlu ovguyu aslinda diger isme beslenen kin ya da dusmanligin korsan kanali olarak okurum. Bu agir elestirilerime kendisinden herhangi bir geri donus olmadi :S. Okuduguna eminim, cunku ortaokulda yabanci dili Turkce’ymis. Velhasil polemige girmeyip geri durunca, ben de aradan bu kadar zaman gecmis artik burada kredisini vereyim diye dusundum. Cogu duvar kagitlik cok basarili fotograflar cekmis. Bakiyorum da aralarinda Manics yok. Hic roportaj koparamadi mi acaba? Simdi anlasiliyor bu garezin nerden geldigi. Her neyse, yerini bilmis, kendini muzik elestirmeni olarak degil de fotografci olarak konumlandirmis, iyi de yapmis. "I allways wanted to work in music, but I never wanted to be in a band. I wanted to be the guy that took their picture ".










Hakikaten guzel fotograflar. Birkac favorimi buraya ekleyeyim dedim ama ne klavyem ne de alanim yetmedi. Iyisimi vakit ayirip kendiniz ziyaret edin. Ancak bu zeytin dali maksadini asmasin, seni halen tam olarak affetmis degilim Tom...

http://www.tomsheehan.co.uk/

80s - skins










son kareye ozellikle dikiz
adamin adi mark ve o tarihte wycombe skins lideri. iste o gun davayi satiyor. kafa hala skin ancak asagisi punk'a donmus. lokal bir punk konserine, uzerinde pistols tshirt'i ile gidiyor. punks:1 skins:0

fotografci: gavin watson

Thursday, February 19, 2009

spoDEEoDEE

2 mart pazartesi,
dee dee bridgewater izmir'de olacak.



















konser icin temennim, daha az red earth daha fazla early years olsun.
bu tip buyuk isimler / agir toplar / masters of the universe izmir'e pek gelip gecmiyor. ture merakli olmayanlar icin bile iyi bir sans. hani, evladiyelik anilar birakacak cinsten bir deneyim... olmazsa da paranizi iade garantisi veriyorum. fakat parasini iade ettiklerimi, gunun birinde torun tombalaga "hey gidinin... zamaninda bir dee dee bridgewater konserine gitmistik de hala unutamam!" diye hikayeler anlatirken yakalarsam, o zaman iste herseylerini alirim onlarin.

alin size, some music to drink.

Wednesday, February 18, 2009

blureclipse
















tam da gozu donmus muzik medyasinin bos polemikleriyle zaman ve itibar kaybedecek diye endiselenmisken, nasil da bu sarmaldan cabucak siyrilip dunyaya acilan, muzik aleminin kanimca en cesur, denemeci/deneyimlemeci ve yerini kaybetme korkusu olmayan adami damon albarn projelerden nihayet kafayi kaldirdi ve kaleye bakti; Blur’e topuk pasi yapti. The Clash fenomeninin yasayan efsanesi Paul Simonon’la kurdugu The Good, The Bad and The Queen ile yeri geldiginde anavatani ihmal etmemis de olsa, zihni sinir projelerle amerika-avrupa hatta dunyayi (Gorillaz), Afrika'yi (Mali Project), Cin’i (bu sonuncu proje hakikaten bi fena- Monkey:Journey to the West) arsinladiktan sonra bu tam anlamiyla bir eve donus olabilir. Bir sonraki projeye kadar, tabii ki... Evet, Blur 2009 yilinda birkac konser icin bir araya geliyor. Bereketli sayilabilecek canli performans/ konser yasamimda tipki Radiohead, Pixies gibi icimdeki uktesi kok salmis birkac gruptan biri, Blur. Zaten muziksever icin herhalde en trajik hadiselerden biri de gonul verdigi ve izleme hayali kurdugu grubun beklenmedik bicimde dagilmasidir. Oncesinde jean baptiste de Blur'un ayriligindan dogan magduriyeti eselemisti. Biz de ne de olsa kendi donemimiz, kacmiyor ya, gun olur elbet Blur’u izleriz diye gul gibi gecinip gidiyorduk ki Think Tank albumu sonrasi olan oldu. Lakin uzak adada da olsa, halen bir sans var. Pekala yilin olayi, basli basina bir tatil ve izin plani olabilir. Ama biletler icin parmaklara ve cuzdanlara simdiden davranmak gerek. Temmuz basi Londra-Hyde Park’taki iki konserden birinin biletleri bitmis durumda. Manchester Morning News Arena’da ise ayakta yer yok, koltuklar da epey sinirli sayida. Fiyatlar £50 civarinda. Eger simdiden alinmazsa karaborsa fiyati ucak biletinden pahaliya geliyor. Eh koskoca Blur konseri, bir nevi gunes tutulmasi gibi... goz kamasinca goruntu de bulanik olur. Bir daha ne zaman olur, olursa da omur vefa eder mi? Imkani olan affetmesin, affedenler de affetmeyenleri affetsin.

Tuesday, February 17, 2009

africa uber alles



soul u zaten seviyorum da, boyle icine reggae ler folk lar karisinca daha mi tadindan yenmez oluyor, yoksa bana mi oyle geliyor? ona da kamuoyu karar versin... Ayo 80 dogumlu, su siralar hayli populer bir afro-germen. bu guzel yuzlu, guzel sesli kadin, ismini cismini bildigim ikinci afro-germen. ilki su an schalke04 formasi giyen asamoah idi, ki ben bu ikisi arasinda, yeni tanidigimi izlemeyi / dinlemeyi tercih ederim. haliyle...normal olarak... you know... gerci hakkini yemeyelim, asamoah almanya formasini giyen ilk afrikali (kara adam) olarak hitler'e mezarinda, kanli canli neo nazilere ise oturduklari/gezindikleri yerde on takla attirmisti. Almanya'dan iyi muzik cikar, cikmaz diyenin karsisina kilicdaroglu durusuyla ve shock belgelerle cikarim. basbakan cevap versin, krautrock'i taniyor mu?

aci vatan almanya, sahnesi surdugu topluluklar acisindan hic de yoksul degil. galiba hic bir acidan yoksul degil... misal 'can' gercekten de candir, kraftwerk uzaylidir, einstürzende neubauten ise herhalde avantgarde filandir... fakat bu fazlasiyla sarisin, otomatik ve endustriyel memleketten bu tip karayipler/kuzey amerika/afrika karmasi muzik cikmasina alisik degiliz. oyle miyiz? bence degiliz. almanya'dan cikan farkli isler/turler/kisiler (buna klinsmann ve guzeller guzeli alman kurt kopegi da dahil)genelde, meshur can sikici alman yasam tarzi ile tezat olusturduklari icin ayirt edilirler. oysa ayo, baska bir boyutta sanki.

neyse, down on my kness i'm begging you

Monday, February 16, 2009

okunamayan tarih dergisi #1

SABAHÇI KAHVELERİ
16 Şubat 1909
İKDAM

Istanbul, Beyoğlu, Üsküdar cihetlerinde miktarı mühim bir yekün teşkil eden sabahçı kahvelerine nısf-ul-leylden (gece yarısından) sonra bir takım serseri ve mazenne-i sû eshabı (kötü kişiler) toplanmakta olduğundan bunların dahi diğer kahvehaneler misillü evkat-ı mahsusasında (kapanma vaktinde) kapattırılması hakkında Zaptiye Nezareti'nden memurin-i zabıtaya emir verilmiştir.













ESRARKEŞLER
16 Şubat 1909
İKDAM

Dersaadet'te mevcut esrar kahveleri hemen ekseriyetle şüpheli ve sabıkalı eşhasa melce' (sığınacak yer) olduğundan bunlarda esrar istimal ettirilmemesi hususunun bu kabil kahvehane eshâbına tebliğiyle tenbihat-ı vâkıaya muhalefet olunduğu surette dükkanların sed ve bendi Zaptiye Nezareti'nden taminen iş'ar kılınmıştır.



Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bugün
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 182

Saturday, February 14, 2009

at the chelsea hotel

Owing to its long list of famous guests and residents, the hotel has an ornate history, both as a birth place of creative modern art and home of bad behavior. Bob Dylan composed songs while staying at the Chelsea, and poets Allen Ginsberg and Gregory Corso chose it as a place for philosophical and intellectual exchange. It is also known as the place where the writer Dylan Thomas died of alcohol poisoning on in 1953, and where Sid Vicious of the Sex Pistols may have stabbed his girlfriend, Nancy Spungen, to death on October 12, 1978.

Visitors and residents of the Chelsea Hotel include Eugene O’Neil, Thomas Wolfe, and Arthur C. Clarke (who wrote 2001: A Space Oddyssey while in residence). Janis Joplin, Leonard Cohen, Bob Dylan, Jimi Hendrix, and the Grateful Dead passed through the hotels doors in the 1960s.

Virgil Thompson, Larry Rivers, William Burroughs, Willem de Kooning, Jasper Johns, Patti Smith, Arthur Miller, Dylan Thomas, and many, many others stayed here too.


ayrica,

Room 100 at New York's Chelsea Hotel is the infamous site of the violent death of Nancy Spungen, allegedly at the hands of her boyfriend Sid Vicious. Dexter Dalwood paints this scene with clinical detachment: the chaotic room is devoid of salacious detail, dehumanised in its simplicity. Dalwood portrays an unglamorous fantasy of seedy realism as sanitised through media. The composition is riddled with pairs: lamps, cupboard doors and bed frames act as coupled shapes, insinuating an eternal togetherness. The broken bed is symbolic of tragic breakdown. At the foot of the bed is an upturned TV, its image frozen on two black-clad figures: one large and one small, reflective of fragility and ego. On the floor, Dalwood paints a pool of melting candles, suggestive of drug culture but also the adage thatthose who shine brightest burn quickest.

iceriden - disaridan
eski - yeni

sid, patti, andy

chelsea hotel manzaralari:








Wednesday, February 11, 2009

sali gecesi atesi

su aralar bulasiciligi yuksek, havada asili duran grip virusunden ben de nasibimi aldim. dun aksam karga tulumba vardigim acil serviste serum yerken, bizi sadece ince bir perdenin ayirdigi sag ve sol tarafimda yukselen diyaloglar umarim bendeki yuksek atesin verdigi sanrilardi. Ah kedicik vah kedicik, aklimda sen vardin hemsire kedicik. Sukunetimi sayende korudum. Sag tarafimdaki kadincagiz evdeyken bir nobet gecirmis, dusmus ve kafasini carpmisti. Mutelemelen birkac saattir musahede altindaydi. Tum tetkikler, tomografiler sonucunda Ebru Gundes vak’asina benzer bir baloncuga rastlanmis. Ben damar yolumdan sozumona faydali kimyasallari vakumlarken, doktor gelip hemen yanibasimda aileye gercekleri acikladi: Acil cerrahi mudahele gerekiyormus. On dakika icinde el sıkışıldı ve beyin ameliyati icin gun alindi. Evet, bu hayati karar yanibasimda alindi. Hersey cok normaldi. Sol tarafimdaki bolmede ise 9 yasindaki bir kiz cocugu, kalp atislari cok hizlandigi icin getirilmis. Sanki ara ara tekrarlayan olagan bir durummus gibi, kiza kronik bir kalp hastasi muamelesi yapiliyordu. EKG, kalp elektrotu filan cekildi. Hepsinin temiz oldugu haberi geldi. Kiz, “bence panik atak bu” gibi bir sey duyduguma eminim. 9 yasinda? Toparlanirlarken, kucuk prenses ender gelisen atak sonrasi talebini dile getirdi: “Donuste Hagen-Daas aliriz di mi?”. Eh, haketmisti dogrusu.

Niyetim suc ortagima soyle bir giris yaptirmakti: “Yazarimiz d.m.b. rahatsizligina bagli olarak raporlu oldugu icin bugunku, veya bu aralarki, ne bileyim bu ayki yazisini gonderememistir”. Iste yuksek ates insana boyle iki beden buyuk atesten gomlek giydirebiliyor. Nobetci eczanede serum bulunur mu acep? Isler daha fazla absurdlesmeden, iyisimi damar yolumu actirip geleyim...

haklarin en kutsali: tembellik

tarz dediginiz sey, farkli statuler ve farkli donemlerde yasayan insanlarin, varliklarini bulunduklari donem ve statuye gore sekillendirme bicimi degil midir? bir sene oncesine kadar, ogrencilerin yogun olarak yasadiklari bir mahallede* oturuyordum. hatta simdiden bakinca inanmasi zor ama, soyle bes alti sene oncesine kadar kendim de ogrenciydim. neyse, her gun isten cikip bu mahalleye dondugumde, bir zamanlar, arasindan gectigim o ogrenci kalabaliginin renkli ozensiz ve rahat goruntusunun bir parcasi oldugumu dusunuyordum. once upon a time, ben de kendimi onlarla benzer bicimde ifade ediyordum. simdi gelin gorun ki, onlar hala onlar, bense baska bir benim... (cumle biraz anlamsiz gibi ama gozlerinizi sabitlerseniz bir sure sonra fonda baska bir resmin belirdigini fark edeceksiniz)



universitenin sona ermesi, aslinda hayatinizdaki butun donemecler, virajlar ve sirkeler icerisinde en keskin olani. alisilan esnek gundelik duzenin tamamen yikilip yerini disiplinin aldigi; yakasi cekistirilmekten bollasmis tshirtlerin yerini gomlek kravat kombinasyonunun; belirsiz uyku saatlerinin ve kendiliginden uyanislarin yerini her sabah calan nokia alarminin (dit...diridit... gibi bi'sey) aldigi acili ve sonsuz bir cagin baslangici. ustelik, bu yasam bicimi tuhaf ve akil almaz bicimde kutsaniyor. gundelik dil icerisinde eli ekmek tutmak / calisma hakki / emeginin karsiligi / miras degil alinteri / evine ekmek getirmek gibi pek cok soz obeginin tamami olumlu anlamlar tasiyor, bu yonde mesajlar iletiyor. Oysaaa, calisma, uretim gibi kavramlarin ve bunlarin yaninda bir de lider/millet aidiyetinin fazlaca vurgulandigi rejimlere fasizm demiyor muyduk? bana kalirsa, ucretli calisma ve onun beraberinde getirdigi degisimlerin hicbiri gezegenin en (belki de tek**) zeki turune yakismiyor. insanin tarzi bu olmamali :s


*bugun yasadigim semt ise travesti ve alkoliklerle dolu ve onlarin arasindan yine kravatla gecip gidiyorum.
** yalan yok, maymun sulalesinden tirsiyorum. biraz zaman ayirip (utu yaparken mesela) national geographic (girls gone) wild izlerseniz gorursunuz. o sirin, tuylu, kahverengi goruntunun ardinda kocaman bir akil ve hayli sinsi bir dunyayi ele gecirme plani yatiyor.

Tuesday, February 10, 2009

on the road


geoff maccormack 1973-76 arasi bowie'ye eslik ettigi ziggy stardust ve aladdin sane turlarindaki anilarini, fotograflari, iviri ziviri derleyip toparlayip kitap haline getirmis. kredi kartim olsa idi siparis verebilirdim.

Monday, February 9, 2009

yurt genelinde saganak yagis bekleniyor

-pismanliklariniz var midir?
-hayatta hic bir seyden pisman degilim.

paparazzi ve televizyon figuru arasinda gecen standard bir diyalog. soyle bakinca cok siradan ve hemen herkesin asina oldugu bir soru "pismanliklarin var mi?" . aslinda bu siradanlik, tamamen televizyonun sebep oldugu bir yanilsama. gercek yasamda yalnizca, hic istemeyeceginiz bir pozisyonda, sanik sandalyesinde iseniz, hakim tarafindan size yoneltilir bu soru. isin tuhafi, boyle oldugunu da televizyondan biliyorum. yani eger simdi birisi cikip "yok o yesilcam uydurmasi!" derse itiraz edemem. ama pisman olabilirim :s zaten gundelik hayatta varligini surduren hickimsenin bu suale yukaridaki gibi negatif yanit verecek kadar yuksek bir ozguveni ve kendisine bu denli sinirsiz bir sevgisi olamaz. varsa da, aslinda kendine son derece guvensiz ve sevgisizdir de, bu durumu ortbas etmek icin gercekleri bilincinin en derinlerinlerinde sakliyordur. kendisinin bile unuttugu karanlik koselerde...

cocukken salondaki sehpanin uzerinde duran kesme vazoyu kirdigimda annem bana "pisman misin?" diye sormadi. sormus olsa idi, eminim simdi cok daha olgun bir insandim. ne bileyim, belki psikiyatrist ve hatta 'kisisel gelisim uzmani' daha da ileri gidip 'life coach' filan bile olabilirdim. lise 2 de matematikten ikmale kaldigimda hocam -severdim de kendisini- "pisman misin?" diye sormadi. biraz dusunceli davranip bana ikinci bir sans verseydi, belki de turkiye ikinci cahit arf'ina da kavusmus olurdu. dogruyu soylemek gerekirse 10liralik banknotlarin uzerinde soyle yakisiklisindan bir pozumu gormek isterdim. hatta o banknotu uzattigim an kasiyerin yuzundeki saskinligi yatistirmak icin kullanacagim "evet o benim. ama sakin ol lutfen, bak ben de siradan bir insanim" bakisim dahi hazir. hali sahada mac yaparken fazla gaza gelip sol elimin serce parmagini kirdigimda (tellere takilmisti) , yine bir halisaha macerasinda sol dizimin menuskusunu yirttigimda pisman olup olmadigimi dusunmedim. universite yasantimi biraz fazla uzattigimda ya da istemedigim bir ise girip senelerdir cikamadigimda da bir allahin kulu bana "e peki pisman misin?" diye yaklasmadi.

fakat en kritik pismanliklar, galiba kendi cesaret edemediklerimizinden sonra olusanlar. sik tekrar eden tecrube ile sabittir; bu gibi durumlarda sucu baskasina atamazsiniz ve is isten gectikten sonra elinizde, "acaba baska turlu davransaydim ne olurdu?" sarmalindan baska birsey kalmaz. simdi onumde paris projesi var. belki dokuz numarali koprunun uzerinde, belki opera meydaninda veya bastille'de yasli sokak lambalarinin los isigi altinda, alelade bir sokakta... iyi ama, ya cesaret edemezsem? lanet olsun!


get some balls man...


gunun birinde, umarim cok uzak gunun birinde, mortingen straße'nin aydinlatilmamis kaldirimlarinda yururken, cogunlugun sahne ismi ile azrail olarak tanidigi ve gercek adini burada veremeyecegim (ozellikle gizli tutmami istedi)kisi/kurum ya da kurulus ile karsilastigimda, o bana soracaktir. cevabim hazir, ve seneler icinde degismesi icin gecerli bir neden de yok: "evet aq. cok pismanim!". bu neyi degistirir bilmiyorum ama, ona tesekkur edecegim kesin.

Friday, February 6, 2009

what the f**k?!













“Overrating consensus” uzerine kurulu Amerikan toplumunun yine abartili bicimde kullanarak anlamini, etkisini, ozetle muhteviyatini bosalttigi bu kalip John Malkovich’le tekrar hayata dondu (Burn After Reading). Bu kadar mi icten, yerinde ve gercek soylenir? Her bir hecesini, harfini iliklerine kadar hissederek... Tabii Coen kardeslerin kara mizahindan nasibini alinca, beyin ucuklatici tuhaf olaylar silsilesinin kurbani olunca kendi basina bir hayret ekolu yaratmak da zor degil hani... Filmi izledigimden beri yasadigim her saskinlikta bu kalibi, vaziyete zerkediyorum. Tekrarla birlikte kalibi hissetme ve yansitma kabiliyetim de gelisti. “Being John Malkovich” boyle bir sey olsa gerek.

...
..
.

Ustumuzden bombardiman ucaklari geciyormus gecsin, aklima ilkokul donemi bir tuketim aliskanligimiz geldi. Leblebi tozu; hem de pipetle hupletmek suretiyle... What the fuck? WHAT–THE-FUCK! Iki kez nefes borumun tikandigini ve bogulma tehlikesi gecirdigimi hatirladigim gibi, “line” yapip burnundan ceken icimizdeki genc psikopatlar da bir cizgi film seridi gibi gozumun onunden gecti. Her iki durumda da, on iki yasina kadar tabelaya gunah yazilmadigi konusunda kandirilmadiysak, cennete aktarmasiz ucus icin birebir...

enjoy.

Thursday, February 5, 2009

maykil dogru soyle, bugun ne ictin soyle

Suc ortagim evvel zaman icinde, katilimcisi oldugu bir toplantida gunduz duslerine dalip vurgun yedigi “gifted” kavramini ifsa etmisti. Benim de kafamin icinde farkli vektorlere kopek baligi gibi yuzen dusuncelerimden biri bunun istatistiki yonunden her daim nasibini almistir. Mesela en nadir ozelligim, ya da varsa yetenegim, kac milyonda birdir? Tamam gectim milyonu, kac binde birdir? Peki peki, kac yuzde bir? Deliksiz 14 saat uyuyabilirim mesela. Bir gunde uc litre kola tuketebilirim? Klavyeyi cok hizli kullanirim. I-ih, pek tatmin edici degil. Birkac yuzde bir bile olamazken, misal Micheal Phelps gibi alti milyarda bir olmak nasil bir duygudur acaba? Alti milyarin onunde diyerek isin yarismaci/rekabetci dogasina temas etmek ve konudan sogumak istemedigim icin, alti milyarda bir demeyi yegliyorum. Cok rica ederim “tesis yok”, “peki ya iskartaya cikan gec yetenekler?”, “Antiller’deki filika yontmacisi Jose’ye imkan taninsa Michael’in hali nic’olurdu?” turunden mavralari aklimizdan dahi gecirmeyelim, Cengiz Ustun’un anti-klise timi aportta bekliyor.

Hatirlarsiniz Phelps’in gundelik yasam menusu, balatayi siyirmis birer ruh hastasi olduklarini dusundugum e-posta oteleyicilerinin siber sofrasina meze olmustu. Fakat gelisine voleci bu “forward manyaklari” derslerini iyi calismamis olacak ki, sampiyonun kahvaltisina bunu eklemeyi unutmuslar. Bir Micheal Phelps kolay yetismiyor hakikaten...


Lakin delikanli cocukmus, hic inkara girismedi. Neredeyse “ben degildim, bu bir komplo“ya yatma sansi varken, efendim kotu arkadas-cevre kurbani oldugunu, girgirina cekilmis cok tesadufi bir resim oldugunu, veya sadece bir kez yapmis oldugunu onun da -bak sen- basina yansidigini filan dahi iddia etmedi. Sadece “bir daha olmayacagi”na soz verdi. Bundan boyle daha ehemmiyetli olacagina, bir kez daha fotograf kaptirmayacagina yorabiliriz pekala. 2004 yilinda da alkollu arac kullanmaktan ehliyetine 18 ay el konulmus. Yakisir Mayk, o maillarda donen sıkıcı ve calisma kampindan hallice yasam duzeni pek cekilir ve surdurulebilir degildi acikcasi. Hem biz futbol endustrisinin kolesi kusursuz Pele’yi degil, serseri futbolun efendisi deforme Maradona’yi severiz. Simdi anliyoruz ki sen de etten kemiktensin, sonucta senin de saykik bir duzenin var, ne bileyim belki kiz meselesidir filan. Ama yuzmeyi de ihmal etme, sonucta onemli olan sporla eglence arasindaki dengeyi kurmak :S.

Issiz bir adaya...



Avustralya'nin kuzey dogusundaki mercan cenneti, doga harikasi Great Barrier Reef'in kalbinde yer alan, Avustralya'nin ilk yedi yildizli oteli Qualia, size bir kacis plani sunuyor. Luks suitlerinde barindirdigi tematik dekorasyonu, buyuk havuzu ve 1.000 siselik sarap mahzeni, oteli yedi yildiza tasisa da aslinda otele modern havasini veren Avustralyali Chris Beckhingham ve sef Stephane Rio'nun marifetli elleri. Luks ve konfor vadeden otel, kisisel spa ve guzellik merkezi, ozel tekne ve helikopter turlari ve dalis kurslariyla kesfe davet ediyor.




tanitim metni boyle.
turla gitsen bedavaya gelir :S
enjoy.

Wednesday, February 4, 2009

holy almanac

kutsalligina inanilan onca kitap icerisinde, bir tanesi yoktur ki modern insan onu asagidaki kadar arzulasin. yoksa deccal dedikleri, yasli biff'in ta kendisi miydi?

Monday, February 2, 2009

this blog entry was named, Kowalski

“tam tesekkullu kovalamaca hikayesi” dusturuyla doneminde muhtemelen iddiasiz bir b-movie gayesiyle cekilen, zaman icinde Amerikan bagimsiz sinema tarihinin en hatirli kült filmlerinden biri haline gelen 1971 yapimi Vanishing Point’in anti-kahramani, Kowalski... Boyle bir karakter yaratilirken ileride esin kaynagi bir fenomen haline donusecegi kurgulanmis miydi, hakikaten merak konusu... Kowalski’nin yeri degil kazanan kahramanlardan, alisildik kaybeden anti-kahramanlardan bile kati bicimde ayriliyor. Peki nedir onu bu kadar ozel bir efsane kilan?

70 model Dodge Challenger’i Colarado’dan California’ya 15 saat icinde ulastirma iddasina girismisken, varis hikayesi bir anda kacis hikayesine donen –adini bilmiyoruz, soyadi- Kowalski (Barry Newman) gecmisinde asiri uc bir hayat yasamis kacik bir serseri degil. Beylik ve vurucu kelamlarla hayat dersi vermek soyle dursun, neredeyse konusmuyor. Ama burdan sessizligi bilgelige denk, konuskan olmayip isi mimik oyunculuguyla kotaran bir karakter de cikmiyor. Herseyin farkinda zeki veya kurnaz bir bakisi yok. Bilgi donanimi belki vasat bir kasaba Amerikalisina es. Karizmatik mi? Eh, sakinliginin ve ic burkucu ifadesi haric ifadesizliginin verdigi bir “cool”luktan sozedilebilir, ama karakterin samimiyeti bunun kasitsizligini garantiliyor. Yalnizligi elbette seviyor ama ihtiyac duydugunda yardimi reddedecek kadar inatci ve magrur degil. Kisaca Kowalski'nin ezber bir kahramana kiyasla daha fazla olan dokunulurlugundan soz edebiliriz.














Kendine ozgu davranislari, zevkleri ve tarzi hakkinda cokca bilgi sahibi degiliz. Aslina bakilirsa adiyla ozdeslesen ve uzvu haline gelen Dodge Challenger secimi bile bir tesaduften ibaret. Cunku sahibi degil, teslim etmekle yukumlu oldugu bir otomobil. Zaten Kowalski boyle dunyevi secimler yapmaz. Bildigimiz belki de tek sey Kowalski’nin bir yere ait olamama hissinden muzdarip, gecmisinden ve hatiralarindan tam gaz kacan bir yol adami oldugu... Iste bir otomobil azmani olarak Challenger da sadece onu aradigi hizla bulusturan, kacisini mumkun kilmaya muktedir bir arac. Hos sonrasinda bu arac kendi basina basrol oyuncusu oluyor, ama bu Kowalskiden ziyade yonetmen Richard Sarafian'in ozel tutkusu olmali... Gecmis demisken, ortada gizem yaratmak adina esas adamin arkasina saklanan sir gibi bir gecmis yok. Film icindeki flashbacklerle perde ihtisamsiz bicimde aralaniyor, ve arkasindan izleyiciyi provoke edecek sansasyonel ipuclari cikmiyor. Kactigi duzeni sembolize eden birkac ani, hepsi o. Aslinda mesajin ta kendisi bu olmali; kacmaniz ve marjinlerin disina cikmaniz icin babanizin cocuk istismarcisi, annenizin sizofren, ogretmeninizin de iskenceci olmasina gerek yok; duzen tek basina siradan bir insanin kacmasina yetecek kadar tekduze, bogucu ve kokusmus. Kowalski’nin de isyani buna... Tabii ki farkli cografyalarda ozgurlukcu hareketlerin domino efektiyle birbirini tetikledigi ve dunyayi salladigi 68 donemi’nde siyahi hareketler, feministler, hippiler, ve diger aktivistlerle basi yeterince dertte olan Amerikan otoritesi bir de buna izin veremezdi.

Kowalski’nin bir simge haline gelisinde tum bu yalinligin, ezber yikan “olmayan”larin elbet payi vardir. Ancak asil unsura geliyoruz... Bana kalirsa Kowalski’yi Kowalski yapan polis frekansindan sizdirdigi bilgilerle ona aleni bicimde yardim eden yol ekurisi “DJ Super Soul” (Cleavon Little)... Super Soul baskici kirsalin liberal sesi olarak, otoriteye karsi ozgurlukcu bu hareketi desteklemekle kalmayip onu seslendiren, hatta ona can veren; Kowalski’yi bir halk kahramani haline getirme firsatini iskalamayan bir kahraman. Super Soul’a gore Kowalski son Amerikan kahramani ve hizi “ruhun ozgurlesmesi” olarak anlamlandiran bir “yari-tanri”. Kowalski’yi tema alan isitsel calismalarda basrolde o vardi, nami Super Soul’un filmdeki methiyle dolu anonslariyla yurudu. Eh, onun istegi de zaten kulaklara ulasmak ve oradan ruhlara sizmakti. Filme alternatif bir soundtrack seklinde planlanan Primal Scream’in 1997 tarihli Vanishing Point albumunde, tamamen DJ Supersoul’dan sample’lara dayali Kowalski sarkisi belki de DJ Super Soul’a en anlamli oduldu... Iste o ölümsüz dizelerle Kowalski’yi yuceltip ilahlastirirken kendi de karizmasi, tarzi, ritmi ve hitap gucuyle basli basina bir stil ikonu haline geldi. O sizi goremez ama, huzurlarinizda DJ Super Soul...