Monday, November 16, 2009

"ve" bağlacı kullanmadım

Yakınlarda işimi değiştirdim. Yeni bir adaptasyon süreci, bunun yanında geçiş dönemi politikalarına ihtiyacım var. Aynı zamanda, pek de uzun sayılmayacak bir aradan sonra, yine ev arıyorum. Dolayısıyla kafayı toparlayıp kıymetli blogumuza vakit ayıramıyorum. Aslında vaktim var... yalnızca kafamı toparlayamıyorum. Bu bence ciddi bir sorun.

Ev arıyorum dedim ya, yine emlakçıların kaşınan ellerine düştüm demek bu. Yalnız bu sefer, durum biraz farklı. Biraz daha sakin, doğruyu söylemek gerekirse daha "güvenli" sokaklarda dolaşıyorum. İnsanların belki on yıllardır aynı komşuları görmeye alışık olduğu - en yenisi 30unu devirmiş- sağlam görünüşlü apartmanlara girip çıkıyorum. Bana gösterilen evlerin bir kısmı, belki daha bir kaç ay öncesine kadar, şimdi aramızdan ayrılmış teyzelerin yaşadığı konutlar.


"rahmetli böyle bir başınaymış işte... çoluk çocuk da uzak...bey amca 82 senesinde ölmüş." hep aynı senaryoyu dinliyorum. Rahmetli teyzeler var ya, işte bu tonton teyzeler; o bıyıklı, o siyah beyaz, o kameraya gülümseyen, geriye yatak odasındaki aynaya iliştirilmiş vesikalığından başka bir anısı kalmamış amcaları nereden bakarsanız bakın, 20 sene evvel gömmüşler. Nur yüzlü teyzecikler, yalnız kaldıkları seneler içerisinde evlere dokunmamışlar tabii. Kadınbaşına kolay mı tadilat işleri filan?.. Beyaz dolaplı eski püskü -her nedense "klasik" diye adlandırılan- mutfaklar, gözalıcı renklerde seramiklerle kaplanmış boğucu banyolar, üstüne ağır mobilyaların sıkıştırdığı kasvetli odalar şimdi, sahipleri de öldükten sonra iyice koy vermişler kendilerini. Kimi evde, dairenin hemen caddeye baktığı camın önünde bir hasta yatağı dahi mevcut. Teyzeciğim kim bilir son kaç senesini pencereden dışarıyı, kendisinin ayak uyduramayacağı kadar süratli akan hayatı izliyerek geçirdi. Belki 2000ler onun için hastalık ve aynı caddenin görüntüsünden ibaretti... Belki bir gözü de kapıda, rahmetli Hilmi Bey'in koltuğunun altında ekmek, -kim bilir eğer keyfi de yerindeyse- montunun iç cebinde de bir küçük rakı ile içeri girmesini bekledi.

İnsan böyle bir eve girdiği an kendisini gerçekte olduğundan 10sene daha yaşlı hissediyor. Ben doğmadan çok önce evlenip yine o evde ölmüş bir çiftin izini takip etmek, manevi olarak insanı korkutuyor. Tamam, yaşamın gerçeği bu. Doğarsın, yaşarsın nihayetinde ölürsün. Fakat bu dünyanın ölümlü olduğu, her faniyi aynı sonun beklediği hakikatını kör gözüne parmağım, sokmanın da bir anlamı yok...değil mi? O evi adam etmek için eşyaları atmak yetmez. Kiremitlerin arasına kadar sinmiş ölümü def etmek istiyorsanız, o daireyi bütünüyle yakmak lazım gelir! İlkel dinlerdeki, ölüyü eşyaları ile gömme fikri aslında hiç de fena değilmiş, şimdi anlıyorum. Anıların ağırlığından kurtulup yeni güne, hayata alan açmak adına, iyi bir fikir doğrusu.



nurullah ataç, karpiç
'46
:S

No comments: