Monday, May 31, 2010

kotu haber sevenler icin iyi haber

Dennis Hopper hep ait oldugundan suphe duydugum dunyaya elveda dedi. Bana hep siniri olmayan, gizemli ve tekinsiz bir adam gibi gelmistir. Muhtemelen oyledir de. En son kendisini -erdobaz sagolsun- muzip ve serseri bir cete uyesi rolunde, Hell Ride'da izledim. Orada sanki tam da ait oldugu habitatta, kendisi gibi tekinsiz insan grubuyla (Larry Bishop, Michael Madsen, obur tarafta fazla bekletmedigi kadim dostu David Carradine) takiliyordu. Neyse, karsi kultur ikonu olusu ve en buyuk basarilari zaten bugun ajanslardan gecen haberlerde bolca gecti. Ancak benim bildigim sey; buyuk hollywood produksiyonlarini disarida tutarsak, mutevazi skalada onun yer aldigi tek bir kotu film bilmedigim. Ya da ben denk gelmedim. Fazla sure almadigi yan rollerde dahi projeler konusunda secici oldugunu dusunuyorum. En ucube ya da umitsiz gozuken bir bagimsiz filmde bile eger Hopper'i gorursem soyle bir durur bakarim, devaminda da karli cikarim. Zaten dolu adamin bos projede isi olmaz.

Biz de cenaze merasimlerimize Dennis Hopper'i da eklemis olalim. Tutuklulugu bitmistir ve artik serbesttir.

Thursday, May 27, 2010

rabbena hep bono!

Koseli ifadelerle kibirli yazmaktan israrla kacinmamiza ragmen, asabiyetimle klavyem arasinda itinayla kurdugum mesafeyi ortadan kaldirmayi ve kelimelerimi sivriltmeyi basarabilen sayili insanlardan biridir, Bono. Oldum olasi hazzetmedim o tiynetsizden. Daha once benzer elestirileri getirmis oldugumuz fakat bir cevapla olsun, dolayli bir gondermeyle olsun bizi muhatap alma tenezzulunu dahi gostermeyen Sean Penn bile yaninda masum kalir :S. Sanat tarihi, sig ve samimiyetten uzak politik tavir ve hareketlerle, populizm muessesesini en kuresel bicimde bu kadar hunharca somuren bir figur daha yazdi mi, supheliyim. U2 denen sozde kolektiften en cok, ilk piyasaya suruldugunde carsaf carsaf iPod reklamlarinda boy gosterince tiksinmistim. Cunku Live 8'i organize etmis, Afrika'daki sefalet, aclik ve yoksulluk kavramlarinin icini o pop imajiyla vakumlamisken, belki yuz milyonluk serveti icinde kaybolup gidecek, Apple'dan gelecek bir milyon dolarin cazibe girdabina kapildiklari gun icimde kabaran nefret girdabima da kapilacaklardi :S Hele o yancisi, o Richie Sambora'dan, hatta Ayna grubunun gitar caliyor ve sarki soyluyormus gibi yapan gunes gozluklu keltos yancisindan bile daha "loser" yancisi yok mu... Oyle ki, Bono'nun ezici golgesinde kalarak benimki gibi populer kultur coplugu bir dimaga dahi ismini sokamamis yancisindan bahsediyorum. Ah o sapkasini da zihnime sokamamis olsaydi ya...

















Stone Roses cemaatinden Seyh Ian Brown'a sormuslar, "wanna be adored'u neden esinlenerek yazdin" diye. O da "nerem dogru ki" demis. Sonra da Bono gibi kendine tapilma bagimlisi karakterlerden esin alarak yazdigini belirtmis. Bu sahsin dunyayi saran son oyunu da, isi abartip en ince ayrintisina kadar dikizlenme ve konserlerde panoromik ilgi odagi/fetis objesi olma arzusuyla gelistirmis oldugu "360 derece bilmemne" sacmaligi. Simdi bu cesur ve kusursuz kahraman bir rahatsizlik gecirmis ve Agustos ayina kadar tum konserleri iptal olmus. Turnenin neredeyse yil oncesinden iletisimi yapilan Istanbul ayagi da tehlikede. "Bacagim da kopsa cikar soylerim" diye demec vermis midir bilmem, ama herhalde biz antipatizanlarinin 360 derecelik nazari sayisiz vektorden birer ok gibi kendisine saplandi. Bir miktar keriz olduklarini dusunmekle beraber, sevenlerinden az onceki hakaret ve nazar icin ozur dileriz.

Wednesday, May 26, 2010

here comes the güneşin çocuğu :S




yaz aylarını hep çok sevmişimdir.

mayıs-eylül aralığında yaşıyorum ben.

izmir'e taşındığımdan beri ekim'i de ekledim favorilerime.

gerisi mayıs güneşini bekleyerek,

arafta tüketilen,

sebepsiz zamanlar.


yaşasın yaz!

Monday, May 24, 2010

the bobby syndrome


Son zamanlardaki favori 3 dizimden liste başı olan (diğer ikisi duruma göre doldurulur) Cougar Town'da Courtney Cox'un eski kocası Bobby Cobb isminde bir karakter. Cox'un oğlu genç Travis'in lise mezuniyet konuşmasının büyük kısmını yalnızca babasına ayırmasının nedeni işsiz, avare ve biraz da alkolik baba Bobby'nin hayatının en mutlu günlerini lisede geçirmiş olması... Daha otuz yaşında olmama rağmen, ben de sanırım o "en mutlu günler" depomu henüz lise yıllarında boşalttım (lanet olsun, o kadar çok eğlenmemem gerektiğini nereden bilebilirdim?). şu an mutlu görünen insanlara bakışım, elindeki çikolatayıa oburlukla saldırıp erkenden bitiren, sonrasında da yanındakinin henüz yarısı yenmiş çikolatasına imrenerek ve iştahla bakan bir çocuğunki gibi..
Yani 30dan emekliliğe kadar geçecek aralıktan zaten büyük beklentilerim yok ama, liseden şimdiye uzanan 12 yıllık hiç de azımsanmayacak zaman dilimini daha neşeli geçirsem fena olmayacaktı sanki. her neyse, bireysel emeklilik planımın tamamlanmasına şunun şurasında 26 sene kaldı :S


O vakte kadar sanırım ben de kırmızı balonun peşinde olacağım. İrtibatı koparmayalım Bobby..

Tuesday, May 18, 2010

yedi, sekiz, dokuz, bom!

Ortagimin gedigine belden oturtmali analiziyle ince bir yaprak kestigi “decade” kavramindan yola cikarsak; tarihi bu tip paketlere bolmekten kendimizi alamasak da, en azindan populer kavramlarla kolilemekten siyrilabildigimiz surece fazla bir sorun yok diye dusunuyorum. Hep 2000’ler sonrasini ayri ele alirdim, muhtemelen bu birkac yil daha devam edecek ama hazir “bom”lamisken (bes ve onun katlarinda bu sekilde efektlendirilen o aptal oyunu hatirlarsiniz) ben de bir “en” yapistirayim.













Doves’un 2009’da cikarmis oldugu Kingdom of Rust albumunun sekizinci sirayla bir nevi sonlarina saklanmis Compulsion’i dinledigimde zihnimden “son bes yil icinde cikmis en iyi sarki” dokuldu. Sarkinin bu dunyali olmayan muzikal temeline, duyu terbiyecisi “bass” ve “beat”lerine diyecek yok da, bes yil nereden cikti bilmiyorum. Bir kere de yillar yillar oncesinde, benden mi cikti tam hatirlamiyorum, Beta Band icin profesyonel muzik dinleyiciligi kariyerimde “muzikte gelebildigimiz en iyi nokta” kalibi dokuluvermisti. Ama dinlemek var dinlemek var, Beta Band'in en tenhalarina gidip, dinlerken "bir de gozlerinizi kapatin"ca musiki isitme olimpiyatlarinda finallere kalifiye olmus hissetmeniz bugun bile normal. Bu tip anlik cikislarin dogruluguna inandigimdan, bes yilin da bir anlami olmalidir.

Ama konumuz 2000 sonrasi, onyil ve Doves’sa, benden su onerme rahatlikla cikar: Bu “decade”den cikmis en iyi grup, Doves'dur...

Radyo Eksen’den sevgili Gulsah’in dedigi gibi; su Doves gibi on tane [bom!] grup olsa hayatimiz kurtulur. Bu arada kek durumuna dusmeyelim, Doves’un cok daha eskisinin oldugunu, bir zamanlar baska bir grup adi altinda, biraz daha farkli bir muzik tarziyla Madchester muzik piyasasini yokladiklarini biliyorum. “Ayiptir soylemesi” bir o kadar ayiptir, daha yeni yeni palazlandiklarinda uzerine yazip cizmisligim de vardir. Doves bu “decade”indir. Bu gidisle bu asira dair olur.


Kendinizden esirgemeyin: Doves-Compulsion.

hush

bi' düşündüm de, deniz kıyısında yaşamak lazım; her sabah uyanır uyanmaz önce denize girmek, gözünü suyun içerisinde açmak...

Friday, May 7, 2010

lütfen...lütfen dedim ama!

giyim kuşam -ya da tarz- dediğiniz şey, kendinizi kamusal kalabalık içerisindeki diğer bütün elemanlardan ayırmanın başlıca yolu. aslında "kendine yakışanı giymek" kalıbı dahi farklı birşey anlatmıyor. öyle olmasa, en azından sıcak yaz günlerinde, hepimiz -tıpkı evimizde yaptığımız gibi- çırılçıplak gezerdik sokaklarda :S oysa bir tshirt dahi, bu ayrıştırıcılık görevini başarıyla yerine getirip, birey olma arzumuzu tatmin etmeye yetebiliyor. benim için bu işin ustası, baş aktörü, ayakkabıdır. kabuslarımda dahi, ayakkabısız sokağa çıktığımı görür ve bundan büyük utanç duyarım. aynı büyük utancı bir de iç çamaşırı (bildiğin don) giymeksizin gezersem hissedebilirim ancak bu durum kabuslarımın konusu olmadı.

ortağımın isabet buyurduğu üzere "herşeyin bir şeyi var".. misafirliğe giderken, insan üstüne başına normalden daha fazla özen gösterir, değil mi? hele misafir ağırlayacakken... büyüdüğüm evde, annem ve babam bu işe hep çok dikkat ettiler. annem gerçekten de hayli başarıdır - o ki ustasıdır misafir ağırlamanın...  mutfakta, gardrop ve ayna karşısında sürdürülen hazırlıklar neticesinde, beklenen kişilerin kapıya dayanması ile 2. perde başlar. gelenler "efendim hoş geldiniz. hahaha!" biçiminde aynı anda hem mesafeli hem de sıcak bir intro ile karşılanıyorsa, belli ki bunlar ya iş çevresinden ya da bir şekilde sosyal münasebetlerin yeni yeni tesis edileceği, çiftler arasındaki elektiriğin henüz kritik seviyelerde seyrettiği konuklardır.

bizim evde, bu kategorideki misafirlere, henüz ilk karşılama anında "lütfen çıkarmayın" denir. her nedense, annem ve babam, kapıya dayanmış misafirlerden ayakkabıları ile içeri girmeleri konusunda ısrarcı olurlar. hatta geçen gün, bu nedenle bir kavga çıkacak sandım. bizimkiler "lütfen çıkarmayın...hayır hayır çıkarmayın" diye yinelerken misafir karı koca da sürekli eğilip ayakkabılarına doğru hamle yaptılar. oysa bütün terlik tesisatı da hazırlanmıştı. uzayan diyalogun sonunda misafir teyzenin ayakkabısını eline alıp bizimkilere fırlatmasından korkmadım değil. bu kadar da ısrarcı olunmazki! korkmanıza lüzum yok, tartışma "ayakkabı çıkarma kavgası kanlı bitti" gibisinden 3. sayfa haberlerine konu olacak bir seviyeye gelmeden tatlıya bağlandı. konuklarımız, sağ ayaklarında terlik sol ayaklarında ise ayakkabıları ile geceyi tamamladılar. böylece herkesin istediği oldu :S

misafirin salona ayakkabıları ile buyur edilmesinin bence birkaç sebebi var. akla ilk gelen, bir tür batılılaşma isteği, ya da batılıymış gibi davranma arzusu olabilir. bu yorumun haklılık payı da var doğrusu. neticede televizyon -hatta belki de cumhuriyet- hayatımıza girdiğinden beri so-called "muasır medeniyetler"in taklitçisi olduk. hele ki bizim gibi orta/orta-üst sınıf aileleri bu değişimi ya da değişim arzusunu kıncal damarlarına kadar hissedip ona sahip çıktılar. gerçekten de, bütün özeni ile şık şıkıdım donanmış bir misafirin parlak ayakkabılarını çıkarıp bir anda naylon çorapları ile kaldığı anki görüntüsü, savaş alanında zırhını yitirmiş bir şovalyeninkinden farksızdır. örneğin, jilet gibi giyinip elinde çiçeği ile müstakbel kayınpeder ve validesinin kapısına dayanan bir damat adayı, ayakkabılarını çıkartıp takım elbise + çorap kombinasyonu ile başbaşa kaldığı anda bütün özgüvenini yitirir. üstelik amerikan filmlerinde filan, evde çorabıyla dolanan bir insan evladı dahi göremezsiniz.

tamam bu işin batılı -ya da tekrarla- batılı olmaya çalışan yüzü. ancak "ayakkabınızı çıkarmayın" talebinin arkasında, müthiş bir doğulu tevazusu da var. tertemiz, pırıl pırıl evimize ayakkabınızla girin ve dilediğiniz gibi kirletin. siz bizim misafirimizsiniz ve misafir, ev sahibinden dahi daha yüksek bir konumdadır. bu anlam, salonların yalnızca misafir için kullanıldığı 20. yüzyıl türkiyesi'nde şimdikinden çok daha yoğundu.

neyse işte, siz siz olun ve deplasmana giderken çoraplarınızı mutlaka kontrol edin. başınıza gelebilecek en kötü şey, eprimiş çorabın arasından kendisini hevesle dışarı atmış bir patatestir :S böyle bir vakayı yaşayan kimse hayatına kaldığı yerden devam edemez. efsaneye göre, metruk fabrika yıkıntıları ve şehrin bütün kanalizasyonları, gittiği misafir evinde yırtılmış/kaçmış çorabı arasından parmağı göründüğü için hayatı kararan, yalnızlığa terk edilen profesörler, mucitler, fizikçiler, işadamları, eski türkiye ve kainat güzelleri ile doludur..


ps. kabul fotoğrafların konuyla uzaktan yakından ilgisi yok ama sizce de böylesi daha sağlıklı değil mi?




Tuesday, May 4, 2010

karma/karisik pizza

Gectigimiz ay yeni isim geregi, isin neredeyse ana arteri sayilacak, sezonun iskeletini olusturan ve geri kalanini sekillendiren bir operasyon icin yurtdisina, markanin merkezine gittik. En kaba hatlariyla gaye, birkac gunluk izleme ve gozlemleme surecinden sonra Cuma gunu saat 17 ye kadar yuklu miktarda siparisi dijital bir ortama girmek. Lakin on gun verseler gozlemleme sureci tam olarak bitmeyeceginden, isin bu dijital kismi ancak son bir-iki saatlik dilime sigdirilmak zorunda kaliyor. Tuhaf ve cikmaz bir denge kurma soz konusu... Isi garantiye alip daha erken yapmak, daha fazla fikir ve gozlemin gume gitmesi anlamina geliyor ki, bu durumda da dijital islemi besleyecek altyapiyla birlikte bu islemin degeri de azaliyor. Isin daha ilginci, ya da garibi, bahsettigim kurulu yapi ile ayni cati altinda olmamiz. Hani alt sistemin ana sistemi sarsmasi durumunda olusabilecek bir zahiyden nasibini alacak olan salt bizler degiliz.

Neyse, her an herseyin olabilecegini, birkac saniyede dunyanin degisebilecegini cok iyi bildigimi sanirken, bir saat icinde degisen ruhsal iklim beni hayretlerden kurtaramadi. Ne olduysa oldu, son noktayi koymadan once kontrol amacli aldigimiz raporlar birbirini tutmadi. Bu kez bir sey mi atladik paranoyasiyla isler iyice sarpasardi. Yere cakilmadan once mutlaka uyaniriz dusuncesiyle kabusun kendiliginden bitiverecegini sanirken, saat 17’yi gecti. Kendimi bir an Elizabethtown’da yanlis bir hamleyle calistigi spor markasina milyon dolarlar kaybettiren ve isten cikarilan esas oglan gibi hissettim. Hos, yeni oldugum icin buyuk ihtimalle olan is arkadaslarim Kaner ve Zelenka’ya olurdu (sanki gercek isimlerini versem tanimadiklar taniyacak, boyle sifreleyince de tanidik uc bes okuyucu onlari tanimayacak). Ben de belki onlara ayip olmasin diye istifa edebilirdim :S Panik tanrisi, butona coktan basmisti. Benden bina icindeki IT’ye gidip durumu izah etmemi, onlar bir yandan ugrasirken ek sure alip alamayacagimizi sormami istediler. Bu kez de kendimi Vanilla Sky’da, secmis oldugu “lucid dream” bilinc altinin sabotajiyla icinden cikilmaz bir hal alinca, kendisine salik verildigi uzere “tech support!” diye bagiran Tom Cruise gibi hissettim. Odaya girip girizgahi yapmamla, tarihte daha once vaki olmamis bir sey oldugunu ogrendim: Son siparis saati Turkiye’nin de icinde bulundugu ulkeler grubu icin 18’e ertelenmis. Bu kurtarici haberi yetki sahibi kisileri ikna etmis gibi sunarak kendime yontmayi dusundum, ama kimi kandiracaktim. Tamamen tesaduf. Diger pek cok ulkenin siparisi kapatilmisti bile. Evet, ne oldugunu anlamadan mudahil oldugumuz trajedyadaki “deux ex machina”miz IT oldu. Gerci en basta bizi bu belaya bulastiran da bizzat onlarin kurmus oldugu sistemin ta kendisiydi ya, neyse.

O endise ve panik dolu saatlerden sonra kardes sehir Erlanger’de (*) biraz soku uzerimizden atma, biraz kutlama, biraz biraz rehavetin tadini cikarma, biraz da operasyona ve Almanya’ya veda mahiyetinde Bruno adli bir Italyan restoranina gittik. Nedense onceki aksamlarda sahsim adina Pano ya da Victo Levi’de palazlanmis olan, kafamda hayal ettigim peynir tabagi – kirmizi sarap ortamini bir turlu yakalayamadim. Ya elma ve cevizle donatilmis, odak olmaktan uzak detaydaki yaprak inceliginde, ya da tat vermeyen tek cesit peynirin bulundugu tabaklar gelmisti. Ancak ozellikle Kaner'in bu konudaki anlamsiz israrimi takdir ettigini soylemesinden aldigim ruzgarla pes etmedim. Bruno, komsu blogcu dino gibi halka istedigini geri veren bir sahsiyetti :S. Ve sonuc olarak imdadima yetisti. Sahil kasabasindan donus gunu denizin dumduz bir carsaf misali kiskirtigilici gibi, son aksam Bruno gunlerdir uzerinde calistigim peynir – sarap lezzet isbirligini damagimiza sunmustu. Ha Bruno Italyanligi abartti ve pizzalar saat 11'e dogru geldi, ama olsun. Aradaki surecte aklima bir sey takildi.

/* Kafasina gore takilan, herseyi basite indirgeyen insanlara hep ozenmisimdir. Gecen gun bir taksiye bindim. Huyum kurusun taksiciyle geyige girmemeyi bir turlu beceremem. Hicbir zaman arka koltuk musterisi de olamadim. Yasimla orantili olarak buyumus olsaydim belki olabilirdim. Neyse, kendini hasta hissediyormus, sabah 1000 lik Augmentin'i cakmis, birazdan gecermis. Her kendini hasta hissettiginde bir tane 1000 lik Augmentin aliyormus, o da hastaliga engel oluyormus. Ona "kaptan, yaptigin yanlis. Antibiyotik oyle alinmaz, alinirsa da yarari olmaz, en az bir kutu bitirmen gerek, kendine daha fazla zarar veriyorsun" demeyi dusunurken agzimdan "sen isi cozmussun abi" cikti. Etkisi altinda kaldigim ve tibbi gercekleginden hicbir sekilde emin olmadigim, belki de bir palavra icin neden adamin rahatini bozayim ki? Aklindan su an "plasebo efekti" kalibini geciren varsa kocaman ayipliyorum. Yillardir aranan kalip bu muydu? Bunu bir kere duymadigim bir hafta gecirsem sinirlerimde plasebo efekti yaratir ve yatistirir mi acaba? Neyse, bu bahsettigim yukarida mevz-u bahis aklima takilan sey degil, yazarken aklima takilandi. */

Uzun zaman once okudugum, su an ismini animsamadigim gurbetci bir rap’cinin roportajini hatirladim. Almanya’da dogup buyudukten sonra yaban ellerde almis oldugu muzik egitimini ve islemis oldugu rap yetenegini oz memleketine ihrac etmek icin, bir plak sirketinin de araciligiyla, Istanbul’a yerlesmis genc bir rap’ciydi. Roportajin bir bolumunde, en cok da artik taklitlerinden sakinma luksune sahip olacagi donerin ana vatanina geldigi icin sevindiginden bahsediyordu. Lakin bu hayal sert bir kayaya carparak kirilmis. Tekrar tekrar kullanilan yagin ve kalitesi dusuk etin kokusundan midesi bulaniyormus, hicbir donerciye girmek istemiyormus. Sonuna kadar katiliyorum. Artik aslini yasatma askindan midir, batiya kendini kabul ettirme ve begendirme gudumlu milli duygularla yogrulmus etten midir, yoksa etin muhasir standartlardaki kalitesinden midir gurbette donerin daha iyi yapildigina inaniyorum. En basiti, benzinde oldugu gibi et fiyatinda da dunyada basi cektigimizden, disarida durumden veya pideden dusen et parcasinin pesinden -obur ya da ac gozlu degilseniz- kosmazsiniz. Bu doyuruculuk bile yurtdisi subelerimizi one cikaran bir detay.

Bruno’da yedigim pizza cok lezzetliydi. Aslinda cok bogazina duskun biri ve lezzet farklarini keskin bicimde duyumsayacak geliskin bir damak tadina sahip degilim. Cihangir’deki Miss Pizza’da da yemis olsam cok farketmeyebilirdi. Dusundum de, Italya’da pizza ya da makarna, Almanya’daki Bruno ya da Turkiye’deki harbi bir Italyan restoranindan cok daha iyi mi yapiliyordu? Bu lezzetlerin ana vatani, disarida tecrube ettiklerimizden ne kadar oteye gecerdi? Doner icin gecerli parametreler, lejyoner Italyanlar icin de gecerli olabilir miydi? Dusuncem muspetti. Boyle bir lezzet kulturunun orijini olduklari icin ana vatanlara selam olsun, ancak bence bu en iyisinin orada oldugu anlamina gelmiyor. Tum bunlari dusunurken zaman geciyor, ve volkanik hareketlerden peyda olmus kul bulutlari –eger koca bir yalan degilse- ertesi gun havalanacagimiz havalimanina dogru hizla ilerliyordu. Iki saat kadar sonra ucusun iptal oldugu bilgisi gelecekti. Ertesi gece de tum zamanlarin en kotu (lezzet fakiri damak tadimin dahi ayirdina varmayi iskalamadigi) Italyan yemegini bizzat, yolumun dusecegi aklimin kosesinden gecmeyecek Italya’da yiyecektim...




* Erlanger'in gobeginde, gorunce felegimin sastigi ve objektife davrandigim meydana Beşiktaş - Platz adi verilmis. Hikayesi de surada. Almancam yetmedigi, hatta hic olmadigi icin bilgi veremiyorum. Zaten gizemi kaybolsun da istemiyorum. Yine de ilginc birseyse, Almancasi olan biri hikayeyi yorum olarak girebilir. Hatta bence hikaye her turlu yaratici yoruma acik, Almanca bilmeyenler de wilkommen :S