Biz de cenaze merasimlerimize Dennis Hopper'i da eklemis olalim. Tutuklulugu bitmistir ve artik serbesttir.



giyim kuşam -ya da tarz- dediğiniz şey, kendinizi kamusal kalabalık içerisindeki diğer bütün elemanlardan ayırmanın başlıca yolu. aslında "kendine yakışanı giymek" kalıbı dahi farklı birşey anlatmıyor. öyle olmasa, en azından sıcak yaz günlerinde, hepimiz -tıpkı evimizde yaptığımız gibi- çırılçıplak gezerdik sokaklarda :S oysa bir tshirt dahi, bu ayrıştırıcılık görevini başarıyla yerine getirip, birey olma arzumuzu tatmin etmeye yetebiliyor. benim için bu işin ustası, baş aktörü, ayakkabıdır. kabuslarımda dahi, ayakkabısız sokağa çıktığımı görür ve bundan büyük utanç duyarım. aynı büyük utancı bir de iç çamaşırı (bildiğin don) giymeksizin gezersem hissedebilirim ancak bu durum kabuslarımın konusu olmadı.ortağımın isabet buyurduğu üzere "herşeyin bir şeyi var".. misafirliğe giderken, insan üstüne başına normalden daha fazla özen gösterir, değil mi? hele misafir ağırlayacakken... büyüdüğüm evde, annem ve babam bu işe hep çok dikkat ettiler. annem gerçekten de hayli başarıdır - o ki ustasıdır misafir ağırlamanın... mutfakta, gardrop ve ayna karşısında sürdürülen hazırlıklar neticesinde, beklenen kişilerin kapıya dayanması ile 2. perde başlar. gelenler "efendim hoş geldiniz. hahaha!" biçiminde aynı anda hem mesafeli hem de sıcak bir intro ile karşılanıyorsa, belli ki bunlar ya iş çevresinden ya da bir şekilde sosyal münasebetlerin yeni yeni tesis edileceği, çiftler arasındaki elektiriğin henüz kritik seviyelerde seyrettiği konuklardır.
bizim evde, bu kategorideki misafirlere, henüz ilk karşılama anında "lütfen çıkarmayın" denir. her nedense, annem ve babam, kapıya dayanmış misafirlerden ayakkabıları ile içeri girmeleri konusunda ısrarcı olurlar. hatta geçen gün, bu nedenle bir kavga çıkacak sandım. bizimkiler "lütfen çıkarmayın...hayır hayır çıkarmayın" diye yinelerken misafir karı koca da sürekli eğilip ayakkabılarına doğru hamle yaptılar. oysa bütün terlik tesisatı da hazırlanmıştı. uzayan diyalogun sonunda misafir teyzenin ayakkabısını eline alıp bizimkilere fırlatmasından korkmadım değil. bu kadar da ısrarcı olunmazki! korkmanıza lüzum yok, tartışma "ayakkabı çıkarma kavgası kanlı bitti" gibisinden 3. sayfa haberlerine konu olacak bir seviyeye gelmeden tatlıya bağlandı. konuklarımız, sağ ayaklarında terlik sol ayaklarında ise ayakkabıları ile geceyi tamamladılar. böylece herkesin istediği oldu :S
misafirin salona ayakkabıları ile buyur edilmesinin bence birkaç sebebi var. akla ilk gelen, bir tür batılılaşma isteği, ya da batılıymış gibi davranma arzusu olabilir. bu yorumun haklılık payı da var doğrusu. neticede televizyon -hatta belki de cumhuriyet- hayatımıza girdiğinden beri so-called "muasır medeniyetler"in taklitçisi olduk. hele ki bizim gibi orta/orta-üst sınıf aileleri bu değişimi ya da değişim arzusunu kıncal damarlarına kadar hissedip ona sahip çıktılar. gerçekten de, bütün özeni ile şık şıkıdım donanmış bir misafirin parlak ayakkabılarını çıkarıp bir anda naylon çorapları ile kaldığı anki görüntüsü, savaş alanında zırhını yitirmiş bir şovalyeninkinden farksızdır. örneğin, jilet gibi giyinip elinde çiçeği ile müstakbel kayınpeder ve validesinin kapısına dayanan bir damat adayı, ayakkabılarını çıkartıp takım elbise + çorap kombinasyonu ile başbaşa kaldığı anda bütün özgüvenini yitirir. üstelik amerikan filmlerinde filan, evde çorabıyla dolanan bir insan evladı dahi göremezsiniz.
tamam bu işin batılı -ya da tekrarla- batılı olmaya çalışan yüzü. ancak "ayakkabınızı çıkarmayın" talebinin arkasında, müthiş bir doğulu tevazusu da var. tertemiz, pırıl pırıl evimize ayakkabınızla girin ve dilediğiniz gibi kirletin. siz bizim misafirimizsiniz ve misafir, ev sahibinden dahi daha yüksek bir konumdadır. bu anlam, salonların yalnızca misafir için kullanıldığı 20. yüzyıl türkiyesi'nde şimdikinden çok daha yoğundu.
neyse işte, siz siz olun ve deplasmana giderken çoraplarınızı mutlaka kontrol edin. başınıza gelebilecek en kötü şey, eprimiş çorabın arasından kendisini hevesle dışarı atmış bir patatestir :S böyle bir vakayı yaşayan kimse hayatına kaldığı yerden devam edemez. efsaneye göre, metruk fabrika yıkıntıları ve şehrin bütün kanalizasyonları, gittiği misafir evinde yırtılmış/kaçmış çorabı arasından parmağı göründüğü için hayatı kararan, yalnızlığa terk edilen profesörler, mucitler, fizikçiler, işadamları, eski türkiye ve kainat güzelleri ile doludur..
ps. kabul fotoğrafların konuyla uzaktan yakından ilgisi yok ama sizce de böylesi daha sağlıklı değil mi?
Neyse, her an herseyin olabilecegini, birkac saniyede dunyanin degisebilecegini cok iyi bildigimi sanirken, bir saat icinde degisen ruhsal iklim beni hayretlerden kurtaramadi. Ne olduysa oldu, son noktayi koymadan once kontrol amacli aldigimiz raporlar birbirini tutmadi. Bu kez bir sey mi atladik paranoyasiyla isler iyice sarpasardi. Yere cakilmadan once mutlaka uyaniriz dusuncesiyle kabusun kendiliginden bitiverecegini sanirken, saat 17’yi gecti. Kendimi bir an Elizabethtown’da yanlis bir hamleyle calistigi spor markasina milyon dolarlar kaybettiren ve isten cikarilan esas oglan gibi hissettim. Hos, yeni oldugum icin buyuk ihtimalle olan is arkadaslarim Kaner ve Zelenka’ya olurdu (sanki gercek isimlerini versem tanimadiklar taniyacak, boyle sifreleyince de tanidik uc bes okuyucu onlari tanimayacak). Ben de belki onlara ayip olmasin diye istifa edebilirdim :S Panik tanrisi, butona coktan basmisti. Benden bina icindeki IT’ye gidip durumu izah etmemi, onlar bir yandan ugrasirken ek sure alip alamayacagimizi sormami istediler. Bu kez de kendimi Vanilla Sky’da, secmis oldugu “lucid dream” bilinc altinin sabotajiyla icinden cikilmaz bir hal alinca, kendisine salik verildigi uzere “tech support!” diye bagiran Tom Cruise gibi hissettim. Odaya girip girizgahi yapmamla, tarihte daha once vaki olmamis bir sey oldugunu ogrendim: Son siparis saati Turkiye’nin de icinde bulundugu ulkeler grubu icin 18’e ertelenmis. Bu kurtarici haberi yetki sahibi kisileri ikna etmis gibi sunarak kendime yontmayi dusundum, ama kimi kandiracaktim. Tamamen tesaduf. Diger pek cok ulkenin siparisi kapatilmisti bile. Evet, ne oldugunu anlamadan mudahil oldugumuz trajedyadaki “deux ex machina”miz IT oldu. Gerci en basta bizi bu belaya bulastiran da bizzat onlarin kurmus oldugu sistemin ta kendisiydi ya, neyse.
Bruno’da yedigim pizza cok lezzetliydi. Aslinda cok bogazina duskun biri ve lezzet farklarini keskin bicimde duyumsayacak geliskin bir damak tadina sahip degilim. Cihangir’deki Miss Pizza’da da yemis olsam cok farketmeyebilirdi. Dusundum de, Italya’da pizza ya da makarna, Almanya’daki Bruno ya da Turkiye’deki harbi bir Italyan restoranindan cok daha iyi mi yapiliyordu? Bu lezzetlerin ana vatani, disarida tecrube ettiklerimizden ne kadar oteye gecerdi? Doner icin gecerli parametreler, lejyoner Italyanlar icin de gecerli olabilir miydi? Dusuncem muspetti. Boyle bir lezzet kulturunun orijini olduklari icin ana vatanlara selam olsun, ancak bence bu en iyisinin orada oldugu anlamina gelmiyor. Tum bunlari dusunurken zaman geciyor, ve volkanik hareketlerden peyda olmus kul bulutlari –eger koca bir yalan degilse- ertesi gun havalanacagimiz havalimanina dogru hizla ilerliyordu. Iki saat kadar sonra ucusun iptal oldugu bilgisi gelecekti. Ertesi gece de tum zamanlarin en kotu (lezzet fakiri damak tadimin dahi ayirdina varmayi iskalamadigi) Italyan yemegini bizzat, yolumun dusecegi aklimin kosesinden gecmeyecek Italya’da yiyecektim...
