Friday, May 7, 2010

lütfen...lütfen dedim ama!

giyim kuşam -ya da tarz- dediğiniz şey, kendinizi kamusal kalabalık içerisindeki diğer bütün elemanlardan ayırmanın başlıca yolu. aslında "kendine yakışanı giymek" kalıbı dahi farklı birşey anlatmıyor. öyle olmasa, en azından sıcak yaz günlerinde, hepimiz -tıpkı evimizde yaptığımız gibi- çırılçıplak gezerdik sokaklarda :S oysa bir tshirt dahi, bu ayrıştırıcılık görevini başarıyla yerine getirip, birey olma arzumuzu tatmin etmeye yetebiliyor. benim için bu işin ustası, baş aktörü, ayakkabıdır. kabuslarımda dahi, ayakkabısız sokağa çıktığımı görür ve bundan büyük utanç duyarım. aynı büyük utancı bir de iç çamaşırı (bildiğin don) giymeksizin gezersem hissedebilirim ancak bu durum kabuslarımın konusu olmadı.

ortağımın isabet buyurduğu üzere "herşeyin bir şeyi var".. misafirliğe giderken, insan üstüne başına normalden daha fazla özen gösterir, değil mi? hele misafir ağırlayacakken... büyüdüğüm evde, annem ve babam bu işe hep çok dikkat ettiler. annem gerçekten de hayli başarıdır - o ki ustasıdır misafir ağırlamanın...  mutfakta, gardrop ve ayna karşısında sürdürülen hazırlıklar neticesinde, beklenen kişilerin kapıya dayanması ile 2. perde başlar. gelenler "efendim hoş geldiniz. hahaha!" biçiminde aynı anda hem mesafeli hem de sıcak bir intro ile karşılanıyorsa, belli ki bunlar ya iş çevresinden ya da bir şekilde sosyal münasebetlerin yeni yeni tesis edileceği, çiftler arasındaki elektiriğin henüz kritik seviyelerde seyrettiği konuklardır.

bizim evde, bu kategorideki misafirlere, henüz ilk karşılama anında "lütfen çıkarmayın" denir. her nedense, annem ve babam, kapıya dayanmış misafirlerden ayakkabıları ile içeri girmeleri konusunda ısrarcı olurlar. hatta geçen gün, bu nedenle bir kavga çıkacak sandım. bizimkiler "lütfen çıkarmayın...hayır hayır çıkarmayın" diye yinelerken misafir karı koca da sürekli eğilip ayakkabılarına doğru hamle yaptılar. oysa bütün terlik tesisatı da hazırlanmıştı. uzayan diyalogun sonunda misafir teyzenin ayakkabısını eline alıp bizimkilere fırlatmasından korkmadım değil. bu kadar da ısrarcı olunmazki! korkmanıza lüzum yok, tartışma "ayakkabı çıkarma kavgası kanlı bitti" gibisinden 3. sayfa haberlerine konu olacak bir seviyeye gelmeden tatlıya bağlandı. konuklarımız, sağ ayaklarında terlik sol ayaklarında ise ayakkabıları ile geceyi tamamladılar. böylece herkesin istediği oldu :S

misafirin salona ayakkabıları ile buyur edilmesinin bence birkaç sebebi var. akla ilk gelen, bir tür batılılaşma isteği, ya da batılıymış gibi davranma arzusu olabilir. bu yorumun haklılık payı da var doğrusu. neticede televizyon -hatta belki de cumhuriyet- hayatımıza girdiğinden beri so-called "muasır medeniyetler"in taklitçisi olduk. hele ki bizim gibi orta/orta-üst sınıf aileleri bu değişimi ya da değişim arzusunu kıncal damarlarına kadar hissedip ona sahip çıktılar. gerçekten de, bütün özeni ile şık şıkıdım donanmış bir misafirin parlak ayakkabılarını çıkarıp bir anda naylon çorapları ile kaldığı anki görüntüsü, savaş alanında zırhını yitirmiş bir şovalyeninkinden farksızdır. örneğin, jilet gibi giyinip elinde çiçeği ile müstakbel kayınpeder ve validesinin kapısına dayanan bir damat adayı, ayakkabılarını çıkartıp takım elbise + çorap kombinasyonu ile başbaşa kaldığı anda bütün özgüvenini yitirir. üstelik amerikan filmlerinde filan, evde çorabıyla dolanan bir insan evladı dahi göremezsiniz.

tamam bu işin batılı -ya da tekrarla- batılı olmaya çalışan yüzü. ancak "ayakkabınızı çıkarmayın" talebinin arkasında, müthiş bir doğulu tevazusu da var. tertemiz, pırıl pırıl evimize ayakkabınızla girin ve dilediğiniz gibi kirletin. siz bizim misafirimizsiniz ve misafir, ev sahibinden dahi daha yüksek bir konumdadır. bu anlam, salonların yalnızca misafir için kullanıldığı 20. yüzyıl türkiyesi'nde şimdikinden çok daha yoğundu.

neyse işte, siz siz olun ve deplasmana giderken çoraplarınızı mutlaka kontrol edin. başınıza gelebilecek en kötü şey, eprimiş çorabın arasından kendisini hevesle dışarı atmış bir patatestir :S böyle bir vakayı yaşayan kimse hayatına kaldığı yerden devam edemez. efsaneye göre, metruk fabrika yıkıntıları ve şehrin bütün kanalizasyonları, gittiği misafir evinde yırtılmış/kaçmış çorabı arasından parmağı göründüğü için hayatı kararan, yalnızlığa terk edilen profesörler, mucitler, fizikçiler, işadamları, eski türkiye ve kainat güzelleri ile doludur..


ps. kabul fotoğrafların konuyla uzaktan yakından ilgisi yok ama sizce de böylesi daha sağlıklı değil mi?




No comments: