Benimle aynı yaşta, Fransa’da doğup büyümüş bir kuzenim var, adı Murat. Sivri zeka, muhtemelen bu yüzden de yarı-deli bir çocuktu. 2 yıl kadar önce görüştüm, bir de Amsterdam maceramız oldu. Halen öyle olduğunu söyleyebilirim. Hayatımız benim hiç de arzu etmediğim bir simetride paralel olarak ilerlemiştir. Arzu etmediğim simetri diyorum çünkü bana kalırsa o dönemlerde bu topraklarda yaşamak hiç ama hiç çekici değildi. Her şeyin gerisindeydik. Küçük yaşlarda, teknoloji ve refah seviyesindeki geri kalmışlık canımı sıkarken, delikanlılık dönemlerinde en çok zihniyet ve genlerdeki gerici kodların ıstırabını yaşıyordum. Onunla yıldan yıla görüşmek, benimle, bilmediğim ama bizimkinden çok daha ileri olduğuna emin olduğum medeniyetler arasına en kestirme hattı çekerdi. Bugün ise aynı Murat, İstanbul’da kıyak bir ekspat iş kapabilmek için can atar. Hatta onun büyüdüğü ve 18ine gelir gelmez kaçtığı kasabayı sonradan görecek, orada bir gençlik yaşamanın, bir gençlik harcamaya eşdeğer olduğuna kanaat getirecektim.
Öğrenim hayatımız da paralel gidiyordu. Liseyi bitirip üniversite aşamasına geldiğimizde dirsek teması halindeydik. Tercihlerimiz uyuşuyordu, aynı bölüm/meslek dalına dalış için uğraş veriyorduk. ÖYS sınavlarının açıklandığı dönem tesadüfen İstanbul’daydı. Aradaki en belirgin fark; o bizimki kadar travmatik ve hayatın dönüm noktası niteliğinde bir sınav sürecinden geçmemişti. Her zaman evrenselliği konusunda nedense bir türlü ikna olamadığım matematik, fen gibi pozitif bilimlerin gerçekten Fransa’da, burayla aynı olup olmadığını çok merak ediyordum. Yani tamam, paralel gidiyorduk ama aynı şeyleri mi biliyorduk? Evde birlikte otururken kağıt kalemi çıkarıp, bir güzel sınava çektim hergeleyi. İşe logaritma sorusuyla başladım. Gidiş yolu bizimkinden biraz farklı da olsa, bir şekilde çözdü. Sonra menzili uzun bir sıçramayla, integrale geçtim. Hani meşhur bir integral sorusu vardır, görünürde çok kolaydır, fakat çözümü saatler sürer: Integral 1/e. Soruya baktı ve mazeretini bildirdi: “biz daha S’yi görmedik” :S. Evet, integral onun için sembol itibariyle bir S harfinden ibaretti. Daha kötüsü, yanlış bir ibaret oluş şekliydi bu. Toplam sembolüne E harfini vermek gibi… Sonra türev dedim, “haaa apostrof? Almıştım bir ders ama anlamadım”. Matematik bölümünden sınava giren biz universite adayları uzay geometrisi kısmen hatmetmişken, Murat neredeyse Lise 1 seviyesindeydi. Evet, hep gelişmiş ülkelerdeki hayatın daha kolay olduğunu, burada çektiklerimizi asla anlayamadıklarını düşünürdüm. Her alanda yenik olduğumuza inancımın, bir alanda daha sağlaması yapılmıştı. Onların şikayetleri şımarık züppelerin sığ şikayetleri kadar gerçek dışıydı.
Kendimi bir matematik profesörü kadar yetkin, bir o kadar da yorgun hissediyordum. Bizim sırtımıza yüklenmiş olan ağır müfredatın ve onun ürettiği skolyoz dostu ağır çantaların geçmişini ve geleceğinin pasını bir güzel yüksek sesle aldım. Murat da büyük ihtimalle çözemediği soruların ardında kafası basmayan bir öğrenci konumuna düşmek, aramızdaki çekişmede ağır bir yenilgi almış gibi görünmektense, benim küfür-sinkaflarıma eşlik ve uğradığımız haksızlığa çok içten bir görünümle ortaklık etti. İçimden, “ulan Murat bilgisizi, sana aynı sınavı üniversite 3. sınıfta da çekicem, tek bir tanesini bilecek olursan kendimi keserim, o kadar da iddialı konuşuyorum” dedim. Sivri zeka olabilirdi ama tembel tenekenin tekiydi, buna emindim.
O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Her yaşta ağır müfredat kurbanıyız, buna üniversite de dahil. Bazen çocukların ders kitaplarına denk geliyor ve tedrisatın ayni hantal haliyle son sürat devam ettiğini anlıyorum. Şuncağız çocuklar için gereksiz, kullanışsız ve zararlı [evet, zararlı] ne kadar bilgi varsa, o ders kitaplarının içine istiflenmiş halde. Zaten bugünkü şartlarda çocukların işi eğitim konusunda olabildiğince zorken, bir de içinden geçtikleri bilgi çöplüğü, yorgun ya da motivasyonsuz gelecek nesiller için tam isabet. İşleri zor, çünkü dünya bundan on beş yıl önce bu kadar dikkat dağıtıcı, konsantrasyon düşmanı bir mekan değildi. Derslerimize asılmamız karşısında en büyük engel, olsa olsa, televizyon ve sokaklardı. Her daim müptelası olmaktan çekinmediğim televizyon, duruma göre tehlike olabilirdi evet. Lakin hiçbir ailenin çocuğunu sokak bağımlısı diye doktora sürüklediğine şahit olmadım. Bugün cep telefonu, sms, oyun konsolu, bilgisayar bağımlısı olduğu için pedagoglara, ya da diğer psiko-bilim insanlarına başvurmak zorunda kalan yüzlerce anne-baba var. ÖYS’ye hazırlanırken dış dünyayla ilişkimi rahatlıkla kesip (tüm yapmam gereken televizyonu kapatmaktı) 40 dakikalık kesintisiz, biraz da üniversite sınavı simülasyonu blok testler çözebilirdim. Bugün evde 40 dakikalık bir çalışma için, hiç yoksa iki-üç saatlik efektif olmayan bir zaman dilimine ihtiyacı var. Yine bugün, ilk-orta seviye bir öğrenci adına, bu kadar aygıt arasında başarılı olma motivasyonunun ne olabileceğine, neyin onlar için itici güç oluşturabileceğine mantıklı karşılıklar bulamıyorum. Yeni dünyanın yazdığı başarısızlık senaryosu yetmiyormuş gibi, müfredat hala çok ağır. Bu ağırlığın altından normal tempoda kalkılamadığından, devreye ek kurslar giriyor. Tabii bunda çıkar odaklarının, standart işleyişinde medeni yaşam koşullarından uzakta bırakılan öğretim görevlileri için korsan hat arayışının da rolü büyük. Etrafımdaki örnekler de bu durumu doğruluyor. Kiminin dersler tepe taklak gidiyor, kimi bir çocuk için dayanılması güç aygıtlar arasında kafayı çiziyor, kimiyse bu gencecik çağında halen vecibelerini yerine getirmek için fazladan harcadığı mesainin etkisiyle yorgun ve bitap.
Birileri bu müfredat mevzuna ilişkin bana bir şeyler söylemişti. O an için, Amerika’nın çıkarılmasına izin vermediği şu meşhur gizli bor maden yatakları konulu ötelenmiş elektronik postalara, hemen her ulusal meseleyi çok farklı ideoloji, doktrin ve saikleri aynı çatı altında toplayabilen anti-emperyalizme getiren komplo teorilerinden birine benzetmiştim. Teoriye göre müfredatımız, özellikle gençlerin entelekt düzeyini belirli bir seviyenin altında tutmaya, bombardıman yoluyla bilgi açlığına ve boşluğa yer bırakmayıp, genç bireyleri araştırmaktan, sorgulamaktan alı koymaya yönelik yıldırıcı özel bir programmış. Bu bilgi ve eğitim hevesini çökertme politikasında Amerika’nın, CIA’nin filan da parmağı varmış. Düşünüyorum da, CIA gelip Maraş’ı, Çorum’u karıştırmakla uğraşıyor da, bu kadar başarılı ve kitlesel bir programın oluşumuyla mı uğraşmayacak? Çok da mantıksız gelmiyor. Tamam, ille bu ülke ve kurumlar olmak zorunda değil. Önemli olan niyet; farklı güç odaklarınca, bizzat kendi içimizden de bilinçli yürütülen bir politika olabilir. Öyle “bu dünyaya çocuk getirmenin...” şeklinde başlayıp manasız açılımlara girecek değilim. Ama istisnasız, bütün çocuklara ömürlerinin önemli bir parçasını yiyecek okul yolunda çok ama çok acıyorum. Onlar adına içim bildiğiniz, cızzzz ediyor. Çocukluklarını yaşayamama pahasına, hepsine biran evvel büyümelerini diliyorum...
Tuesday, February 8, 2011
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
1 comment:
geriye dönüp baktığımda hayatımda en nefret ettiğim dönemin ilkokul çağı olması da bununla köküne kadar ilintili.
pazar akşamları, o karın ağrısını çekmek pahasına yapmadığım ödevlerin, öğretmenlerin elinden yediğim cetvellerin, lise yıllarında hep devamsızlık sınırlarında gezen ilgisizliğimin mükafatını daha sonra alacağımı biliyordum. şimdi, aradan tonla sene geçmişken, o mükafatı almama daha ne kadar var, onu merak ediyorum :S
Post a Comment