populer kultur icerisinde fazlaca one cikip, aktiklari mecraya bizzat kendileri yon ve sekil verecek kadar kudretli olanlara; hakimiyetlerini tescillemek adina aristokrasiye ait sifatlar yapistirilir. misal; imparator ibo, kral elvis, kralice elizabeth :S
hic suphe yok ki damarlarinda asil kan tasimayan krallarin sonuncusu michael jackson idi. bugune baktigimizda dakikada milyon dolar kazanan, los angeles'ta 100bin donum araziye kurulu gosterisli yapilarda yasayan tonla hip hop yildizi, boyband uyesi filan var... fakat hic biri, populer alani neredeyse tek basina domine etmiyor. bir anda zirveye cikanlar, orada pek de uzun sure kalamiyor. oysa michael seksenlerde ve doksanlarin basinda tayfun gibi esti, deprem gibi yikti ortaligi. simdi "trt de klibi ciksin diye heyecanla beklerdik...moon walk un hastasiydik, salon parkesinde butun gun topuklari surterdik...thrillaaa" diye nostalji kasirgasi yasatmayacagim. hepimiz kimin ne oldugunu biliyoruz, degil mi?
elvis de hayatini kaybettigi zaman cok kilo almis, uretimi durmus, belki havasini da biraz kaybetmisti. tamam jacko da falso cok daha fazla. cocuklarla iliskisi, tam olarak aciga cikmamis olsa da, hic kimsenin icine sinmedi. peter pan'dan ozenerek isimlendirdigi neverland'de neler dondugunu tam olarak anlayamadik. kendine has, ve fazlaca cocuk ruhlu bir adamdi. yetiskin bir insanin fazla cocuk olmasi da dogrusu katlanilacak sey degil. nitekim mahkemeye pijama ile gelmeler, cocugunu camdan sarkitmalar, burnunun zirt pirt dusmesi... onun itibarini her gecen gun daha da azaltti. o aslinda, hic bir zaman, diger populer figurler kadar "kotu" olmayi basaramadi. belki de sirf bu yuzden biz ona surekli supheyle yaklastik.
amerika'da da "biz degerlerimizin farkina ancak onlar hayatini kaybedince variyoruz" retorigi var midir bilmiyorum...herhalde yoktur. zaten michael da, bir zamanlar kendisine gosterilen sevgi ve tolerans ile kitlelerin ilgisini fazlaca hissetti. artik 30 yasimda oldugumdan, bu aci haber ile yikildigimi soyleyemem. hem pop ikonlari icin kendimi yipratamayacak kadar buyudum, hem de michael'in o apoletli ceketler giyip, koluna disaridan bant baglayarak amerikan baskanlari ile sarmas dolas gezdigi yari-tanri donemi coktan gecip gitti.
yine de, bir zamanlar cok sevdigimiz bu beyaz cikolata renkli adam, son bir vedayi hak ediyor...oysa ne ben ne de o vedalardan hoslaniriz :S
bye king
Tuesday, June 23, 2009
beygir gucume gidiyor boyle yarismak
Eski calistigim sirketlerden birinde bir gun, dahili bir telefonla iki yil boyunca hic yuz yuze gelmeme ya da on bes yil calisip “suitini” hic gormeme olasiliginizin yuksek oldugu, kerameti soyisminden menkul, memleketin “soylu” bir ailesinden gelme yonetim kurulu baskaninin beni odasinda ivedilikle bekledigi haberi geldi. Lakin asilzade efradindan bu zat-i muhteremin mizaci hususunda isittiklerim nazarimda kendisini pek bir sonradan soylama, oldukca da dallama yapiyordu. Dort saatlik isi bir saatte bitiren ve karsiliginda ovgu bekleyen birini “sen benim bu bir saatte ne kadar para kaybettigimi biliyor musun?” seklinde odullendiren birinden bahsediyoruz. Refleksim kosa kosa gitme komutunu emretse de isin aslini, en olmadi astarini anlamaya calisan zihnimin yogun mesaisi bedenimi yavaslatti. Tabii bu ofis ahalisinin cana susamislikla acikladigi bir yavaslikti. Sirf kendilerine ayna olup iclerindeki korkuyu yansitmak, Bizimkiler dizisindeki Ergun Bey’den hallice zavalliliklarini mesrulastirmak icin kosardim kosmasina da, neydi bu adamin derdi?
Sirketin ucuncu katinin “karanlik” tarafinda, dedim ya kimselerin gitmedigi, gitse de gormedigi suitine dogru yollandim. Iki guvenlik asamasindan sonra odasina vardigimda isin icler-dislar carpimi yuzunu anlamaya baslamistim. Ingilizcesi iyi birini ariyormus, referans zincirinin son halkasi da ben olmusum. Hic dert degildi, excel’de bir formul sormasina binlerce kez yeglerdim. Lakin bir dile hakim olmak her uzmanlik alanina ve onun kulliyatina vakif olmayi mumkun kilmiyor. Zaten basimiza ne gelirse bu zihniyette gelmiyor mu? Adamin Ingilizcesi iyi, ver eline bilgisayar kitabini cevirsin. Sonra cik icinden “cevirgec”, “cizi”, “yazmac”, “imlec”, “dizge”, “sekme” gibi kelimelerin cikabilirsen. Adama bildigini de unutturur. Donelim hikayeye, mevzu daha once hic tesrik-i mesaim olmamis bir alan olan atlardi. Zaten odaya girmemle beni karsilamis olan hipodromdan bunu anlamaliydim. Maket atlar, plaketler, binicilik dalindaki hizmetlerinden dolayi tesekkurler, fotograflar ve daha bir suru sey… Elime tutusturdugu kagitta o an icin bana en az kirk dijit gibi gelen numarayi aramami soyledi. Aradigim numara Kentucky’de bir at ciftligi sahibiydi. Lakin telefonu Avustralya’da oldugu icin kendisi degil, karisi acti. Sonrasi tam bir omur torpusu. “Sor bakalim annesi damizliga cikmis mi?”, “Dogru soylesin, beygir filan olmasin o?”, “Nalbant kontrol etmis mi nallarini?”, “Derecesi var mi hic?”, "Düldülse hic ugrastirmasin?", “Uykulugu farkli renk mi?”, "bilmem neresi kircilli mi?" gibi mutemadiyen iletisimi terorize eden ve pek bir asina oldugum konulardaki sorulari cevirip cevirip sormak suretiyle iyi bir ter attim. Gercekten ne dedim, nasil cevirdim bilmiyorum ama sonunda geceleyin kargo ucagina atin konup Turkiye’ye gonderilmesi icin gerekli onayi vermis bulunduk. Tabii sonuna "bak essek cikarsa aynen iadeli taahhutlu paketleriz, yol masraflariyla birlikte parayi tazmin ederiz" turu beyanlari ekleyerek Turk usulu ticaret esaslarina bagli kalmayi da ihmal etmedik. Devamindan haberim olmadi, hic de olmasin istiyordum ama en azindan bir tur binmeyi teklif etmesini beklerdim :S
Pazar gunu kanuni agabeyim Bulent Abi’nin buyuk surpriz seklinde sundugu “adrenalin yuklu” aktivite vaadi Veliefendi’de son buldu. Ben atlarin icinde bulundugu kosullarin ne kadar "hayvanî", onlari yaristirmanin ne kadar adil oldugunu dusunup durayim; hakikaten bir baska alem. Ingiltere Derby’si gibi kralice, yuzlerce melon sapkali adam yok ama mesela bu alemin duayen ailelerinden Eliyesil ailesi, at sahibi kizlari, serveti hesaplanamayan ve kendisinin de yemeye firsat bulamadigi yarisan efsane Halis Karatas (iki ayakta kostugu iki ati da birinci getirdi), galop, ganyan, padok, favori, kufur, sinkaf, pismemis kofte ne arasan vardi. Ingiliz ve Arap atlari arasindaki fiziksel farklari, kesintisiz kumara imkan taniyan bahis sistemlerini, evin faturalarini beygirlere yatiran hayal yolcularini, homoerotik ifadelerle jokeye her turlu servisi (!) verebilecegini bagirarak belli eden jokey asiklarini da canli bicimde gormus olduk. Ikramiye avcilarini veznede husran bekliyordu zira biri haric tum ayaklari favori atlar kazandi. Belki zamaninda deniz asiri yolculuguna araci oldugum "duldul" de bunlardan biridir.
Bu aktivitenin uzerine saniyorum asil cila bu haftaki 83. Gazi Kosusu olurdu. Anladigim kadariyla tum huzunlerin unutuldugu, dargin yarisseverlerin baristigi, heybet dolu sampiyon atlarin er meydani, bayram niteliginde bir organizasyon. Bir Epsom, bir Victoria, bir Avustralya Derbisi gibi... Hazirliklar ve reklamlar gunun anlam ve onemini bir hafta oncesinden gayet iyi acikliyordu. Benim favorim Ertül Cankılıç’ın kostuğu George Thomas :S
Sirketin ucuncu katinin “karanlik” tarafinda, dedim ya kimselerin gitmedigi, gitse de gormedigi suitine dogru yollandim. Iki guvenlik asamasindan sonra odasina vardigimda isin icler-dislar carpimi yuzunu anlamaya baslamistim. Ingilizcesi iyi birini ariyormus, referans zincirinin son halkasi da ben olmusum. Hic dert degildi, excel’de bir formul sormasina binlerce kez yeglerdim. Lakin bir dile hakim olmak her uzmanlik alanina ve onun kulliyatina vakif olmayi mumkun kilmiyor. Zaten basimiza ne gelirse bu zihniyette gelmiyor mu? Adamin Ingilizcesi iyi, ver eline bilgisayar kitabini cevirsin. Sonra cik icinden “cevirgec”, “cizi”, “yazmac”, “imlec”, “dizge”, “sekme” gibi kelimelerin cikabilirsen. Adama bildigini de unutturur. Donelim hikayeye, mevzu daha once hic tesrik-i mesaim olmamis bir alan olan atlardi. Zaten odaya girmemle beni karsilamis olan hipodromdan bunu anlamaliydim. Maket atlar, plaketler, binicilik dalindaki hizmetlerinden dolayi tesekkurler, fotograflar ve daha bir suru sey… Elime tutusturdugu kagitta o an icin bana en az kirk dijit gibi gelen numarayi aramami soyledi. Aradigim numara Kentucky’de bir at ciftligi sahibiydi. Lakin telefonu Avustralya’da oldugu icin kendisi degil, karisi acti. Sonrasi tam bir omur torpusu. “Sor bakalim annesi damizliga cikmis mi?”, “Dogru soylesin, beygir filan olmasin o?”, “Nalbant kontrol etmis mi nallarini?”, “Derecesi var mi hic?”, "Düldülse hic ugrastirmasin?", “Uykulugu farkli renk mi?”, "bilmem neresi kircilli mi?" gibi mutemadiyen iletisimi terorize eden ve pek bir asina oldugum konulardaki sorulari cevirip cevirip sormak suretiyle iyi bir ter attim. Gercekten ne dedim, nasil cevirdim bilmiyorum ama sonunda geceleyin kargo ucagina atin konup Turkiye’ye gonderilmesi icin gerekli onayi vermis bulunduk. Tabii sonuna "bak essek cikarsa aynen iadeli taahhutlu paketleriz, yol masraflariyla birlikte parayi tazmin ederiz" turu beyanlari ekleyerek Turk usulu ticaret esaslarina bagli kalmayi da ihmal etmedik. Devamindan haberim olmadi, hic de olmasin istiyordum ama en azindan bir tur binmeyi teklif etmesini beklerdim :S
Pazar gunu kanuni agabeyim Bulent Abi’nin buyuk surpriz seklinde sundugu “adrenalin yuklu” aktivite vaadi Veliefendi’de son buldu. Ben atlarin icinde bulundugu kosullarin ne kadar "hayvanî", onlari yaristirmanin ne kadar adil oldugunu dusunup durayim; hakikaten bir baska alem. Ingiltere Derby’si gibi kralice, yuzlerce melon sapkali adam yok ama mesela bu alemin duayen ailelerinden Eliyesil ailesi, at sahibi kizlari, serveti hesaplanamayan ve kendisinin de yemeye firsat bulamadigi yarisan efsane Halis Karatas (iki ayakta kostugu iki ati da birinci getirdi), galop, ganyan, padok, favori, kufur, sinkaf, pismemis kofte ne arasan vardi. Ingiliz ve Arap atlari arasindaki fiziksel farklari, kesintisiz kumara imkan taniyan bahis sistemlerini, evin faturalarini beygirlere yatiran hayal yolcularini, homoerotik ifadelerle jokeye her turlu servisi (!) verebilecegini bagirarak belli eden jokey asiklarini da canli bicimde gormus olduk. Ikramiye avcilarini veznede husran bekliyordu zira biri haric tum ayaklari favori atlar kazandi. Belki zamaninda deniz asiri yolculuguna araci oldugum "duldul" de bunlardan biridir.
Bu aktivitenin uzerine saniyorum asil cila bu haftaki 83. Gazi Kosusu olurdu. Anladigim kadariyla tum huzunlerin unutuldugu, dargin yarisseverlerin baristigi, heybet dolu sampiyon atlarin er meydani, bayram niteliginde bir organizasyon. Bir Epsom, bir Victoria, bir Avustralya Derbisi gibi... Hazirliklar ve reklamlar gunun anlam ve onemini bir hafta oncesinden gayet iyi acikliyordu. Benim favorim Ertül Cankılıç’ın kostuğu George Thomas :S
Friday, June 5, 2009
baby hung himself down
Thursday, June 4, 2009
flight of the conchords
It’s Always Sunny In Philadelphia’dan sonra zeka urunu absurdluk ve “idiotloji” janrinda beni ilk kez bu kadar yakalayan ve kavrayan dizi Flight of the Conchords ayni zamanda tum zamanlarin en yaratici, nukteci ve yetenekli muzik projelerinden biri. Yeni Zelandali ikili Jemaine Clement ve Bret McKenzie’nin stand-up (gosterilerinde oturuyorlar gerci) biciminde sergiledikleri muzikal sahne gosterileri yapimcilarin istahini kabartmis ve hadise absurd bir komedi dizisi haline getirilmis. Amerika’da 2.sezonu deviren dizinin ucundan Fox Life yakaladi da her Carsamba kendilerini izleyebiliyoruz (maalesef halen siki bir TV izleyicisiyim. Onun disindaki erisim kanallarina pek itibar etmiyorum).
Yeni Zelanda’li folk grubunun sahnede sergiledikleri ve diziye aktarilan mecazsiz, aptallik mertebesindeki naif karakterlerin yarattigi mizah anlayisi dizi tarihinde belki cok yeni degil. Ancak konsepte bu kadar cuk oturan oyunculuk ve muzisyenlik fuzyonu da sasirtmiyor degil. Bu arada, tanidik bir yuz olan Bret baska filmlerde de oynamis ve oynamaya devam ediyormus; yani muzisyen oldugu kadar oyuncu da… Ama saniyorum asil onlari onlar yapan gitar hakimiyetinde soz cambazi birer dilbaz oluslari. Karakterlerine paralel bicimde sozlerindeki absurd komedi, spontanlik ve manasizlik aslinda projelerinin geri planindaki ince zekayi ve muzik dehasini da yansitiyor. Yaptiklari bu “funky” muzik turu catisi altinda birikimleri ve literature hakimiyetleri de gozden kacmiyor. Icra esnasindaki teatral yetenekleri muzigin kliselerini ve farkli donemlerin/akimlarin soz, vokal ve melodik tarzlarini ne kadar -onlari tiye alabilecek kadar- ozumsediklerine isaret. Ornegin dun gece izlemis oldugum Bowie bolumunde efsanenin farkli donemlerine goz kirpan ama her bir donemle de muthis bir uyum gosteren muzikal butunluk cok etkileyiciydi.
Velhasil bir baska dizi piyasasina posta koyma esiginde bu kez Flight of the Conchords yetisti. Ama ne yetismek, gelmisken sahne sanati, muzikal turu ve muzik aleminin de tozunu aldi. Yine izleyecek ben...
Yeni Zelanda’li folk grubunun sahnede sergiledikleri ve diziye aktarilan mecazsiz, aptallik mertebesindeki naif karakterlerin yarattigi mizah anlayisi dizi tarihinde belki cok yeni degil. Ancak konsepte bu kadar cuk oturan oyunculuk ve muzisyenlik fuzyonu da sasirtmiyor degil. Bu arada, tanidik bir yuz olan Bret baska filmlerde de oynamis ve oynamaya devam ediyormus; yani muzisyen oldugu kadar oyuncu da… Ama saniyorum asil onlari onlar yapan gitar hakimiyetinde soz cambazi birer dilbaz oluslari. Karakterlerine paralel bicimde sozlerindeki absurd komedi, spontanlik ve manasizlik aslinda projelerinin geri planindaki ince zekayi ve muzik dehasini da yansitiyor. Yaptiklari bu “funky” muzik turu catisi altinda birikimleri ve literature hakimiyetleri de gozden kacmiyor. Icra esnasindaki teatral yetenekleri muzigin kliselerini ve farkli donemlerin/akimlarin soz, vokal ve melodik tarzlarini ne kadar -onlari tiye alabilecek kadar- ozumsediklerine isaret. Ornegin dun gece izlemis oldugum Bowie bolumunde efsanenin farkli donemlerine goz kirpan ama her bir donemle de muthis bir uyum gosteren muzikal butunluk cok etkileyiciydi.
Velhasil bir baska dizi piyasasina posta koyma esiginde bu kez Flight of the Conchords yetisti. Ama ne yetismek, gelmisken sahne sanati, muzikal turu ve muzik aleminin de tozunu aldi. Yine izleyecek ben...
Monday, June 1, 2009
okunamayan tarih dergisi #4
MEBUS DÖVÜLÜR MÜ?
1 HAZİRAN 1909
TANİN 8656
Geçen Cuma günü balon uçurulması hengâmında Aristidi Paşa namında bir tabip tarafından Üsküp Mebus-ı muhteremi Aleksandr Efendi’ye vaki olan tecavüzkârane muamele üzerine işte şimdi böyle bir sual herkesin dudaklarına deveran ediyor. Vakıâ bir mebus da insan olmak sıfatıyla sair insanlar gibi şahsı masûn ani’t-taarruzdur ve mebus olması dayağa kesb-i istihkak ettiğine delalet etmez. Fakat Aristidi Paşa’nın –iltibâs mahzurunu izale için daima bu paşayı elyevm Orman Nezareti’nde bulunan zat-ı muhteremden tefrik etmek icap eder- nokta-i nazarına bakılırsa bir adama sıfat-ı mebusiyet inzimam edilince dayak yemesi şart oluyor. Vakanın suret-i cereyanını bizzat Üsküp Mebusu’ndan işittik, verilen tafsilata nazaran bi-çare adamcağız mebus olmaya imiş ne dövülecek ne de sövülecek imiş.
Bakınız bu sergüzeşt-i garip ve esefengiz ne imiş? Mebus efendi zevcesi ve kerimesi ile birlikte balonun suudûnu temaşâya gitmiş. Gider a… Merak bu. İlk defadır memleketimizde bu teceddüdü görüyoruz. Bu sebeple kalabalık olması da muhtemel. Bu sırada arkasından dirsekle bir kakma yemiş, zevcesiyle kendi arasına bir şahs-ı ecnebinin mütecavizane ve mağrurane bir vaziyetle sokulduğunu görmüş. Mebus Efendi.
- Efendi neden böyle itiyorsunuz?
İtâbında bulunmuş.
Bunun üzerine şahs-ı mütecavizin en hassas teli yerinden oynayarak ve izzet-i nefsini pâ-mâl edilmiş addederek:
- Affedersin, efendi değilim, paşayım!
Hitab-ı müftehirânesiyle mukabele etmiş…
- Sen paşa isen ben de mebusandanım.
- Mebus musun? Al sana !... “Al Sana !” diye bahş ve ihsan edilen şeyin bir yumruk ve tokat olduğunu tashire lüzum görmüyoruz. Fakat Paşa hazretleri dayağı kupkuru atmak istemediklerinden bazı lâtif salçalarla tartib ve tezyin etmişler tekrar kaili için değil nakili için dahi mucib-i humret ve hicab olacak müstehcen elfâz da savurup sallayavermişler. Bu kadar kalabalık arasındaki bu hakaret-i şediyeye karşı mukabelede bulunmamak için hayli cebr-i nefs etmiş, zevcesinin, çocuğunun feza ve figanından çekinmiş, bir heyet-i teşriiye ve kanuniyeye mensup olduğu için mukteza-yı kanununa en ziyade kendi riayet etmesi lazım geleceğini takdir etmiş, polise müraacat etmiş. Fakat işte o vakit şapa oturmuş. Hiç hatrına gelmemiş ki zabıta memurlarımızın bir kısmı hâlâ adama göre kanunu ölçerler. Paşaya edilecek muamele başka, esnafa edilecek muamele başka. Rütbeler indikçe polisin de unf ve şiddeti artar. Rütbe büyüdükçe itibar ve hürmet çoğalır. Polis “Paşadır ne yapalım” der. Diğer bir polis aynı cevabı verir. Nihayet mebus yine hüviyetini itirafa mecbur olunca polis efendi müşkül mevkide kalmış. “Acaba mebus mu müreccah, paşa mı?”. Teamül-i kadime bakılırsa mebus tabiri insanı esfel-i safiline indirecek!... Fakat on aydan beri büyük bir inkılâb oldu. Mebusluk tedricen yükseldi. Fakat ne miktar yükseldi. Acaba paşalık derecesine kadar irtika etti mi? Polis efendi dehşetli bir muharebe-i ruhiyeye duçar olmuş, nihayet giden ağamız, gelen paşamız darb-ı meselini tahattur etmiş olmalı ki devr-i sabık adamını nazardan ıskat ve mukteza-yı kanunu ifâya şitab eylemiş. Devr-i sabıkta Fehim Paşa ve emsalinin bu gibi tafra-furûşâne hareketleri pek çok görülüyor idi. Alâ melei’n-nâs erbâb-ı namusa dayak atmak vâki olur idi. Devr-i hürriyette hiç olmasa böyle çirkin şeyler bir daha görülmez diye umuyorduk. Fakat anlaşılan “huylu huyundan vazgeçmez” derler, Aristidi Paşa dayak atmak ve sövmek için mebusluğu sebeb-i şiddet addetmiş. Binaenaleyh mukteza-yı adalet mebus dövmesi hareket-i vâkası için kanunen sebeb-i şiddet addedilmelidir. Garip ve ince bir nokta daha var: Mebus Efendi mebus olduğunu söylemese imiş, belki de kurtulacak imiş. Demek ki Paşa hazretlerinin adaveti ailesiyle beraber balon temaşâsına giden zata değil mebusluğa imiş. Diğer taraftan devr-i sabıkta binbaşılıktan paşalığa balon süratiyle suûd etmiş bir zat olduğu da madrûb tarafından beyan edilmekte bulunduğundan devr-i sabıka olan muhabbet-i fevkaladesi ve o devirden ayrılmak sebebiyle devr-i cedidden bu suretle olsun ahz-ı intikam etmiş olduğu varid-i hatır olabilir ise de her hâl ü kârda bu işin de idare-i örfiyece derpiş olunması memuldür.
Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bugün
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 185
Not: buraya gecirene kadar hayatimdan sogudum. bastan sona okumayana darilirim :S
1 HAZİRAN 1909
TANİN 8656
Geçen Cuma günü balon uçurulması hengâmında Aristidi Paşa namında bir tabip tarafından Üsküp Mebus-ı muhteremi Aleksandr Efendi’ye vaki olan tecavüzkârane muamele üzerine işte şimdi böyle bir sual herkesin dudaklarına deveran ediyor. Vakıâ bir mebus da insan olmak sıfatıyla sair insanlar gibi şahsı masûn ani’t-taarruzdur ve mebus olması dayağa kesb-i istihkak ettiğine delalet etmez. Fakat Aristidi Paşa’nın –iltibâs mahzurunu izale için daima bu paşayı elyevm Orman Nezareti’nde bulunan zat-ı muhteremden tefrik etmek icap eder- nokta-i nazarına bakılırsa bir adama sıfat-ı mebusiyet inzimam edilince dayak yemesi şart oluyor. Vakanın suret-i cereyanını bizzat Üsküp Mebusu’ndan işittik, verilen tafsilata nazaran bi-çare adamcağız mebus olmaya imiş ne dövülecek ne de sövülecek imiş.
Bakınız bu sergüzeşt-i garip ve esefengiz ne imiş? Mebus efendi zevcesi ve kerimesi ile birlikte balonun suudûnu temaşâya gitmiş. Gider a… Merak bu. İlk defadır memleketimizde bu teceddüdü görüyoruz. Bu sebeple kalabalık olması da muhtemel. Bu sırada arkasından dirsekle bir kakma yemiş, zevcesiyle kendi arasına bir şahs-ı ecnebinin mütecavizane ve mağrurane bir vaziyetle sokulduğunu görmüş. Mebus Efendi.
- Efendi neden böyle itiyorsunuz?
İtâbında bulunmuş.
Bunun üzerine şahs-ı mütecavizin en hassas teli yerinden oynayarak ve izzet-i nefsini pâ-mâl edilmiş addederek:
- Affedersin, efendi değilim, paşayım!
Hitab-ı müftehirânesiyle mukabele etmiş…
- Sen paşa isen ben de mebusandanım.
- Mebus musun? Al sana !... “Al Sana !” diye bahş ve ihsan edilen şeyin bir yumruk ve tokat olduğunu tashire lüzum görmüyoruz. Fakat Paşa hazretleri dayağı kupkuru atmak istemediklerinden bazı lâtif salçalarla tartib ve tezyin etmişler tekrar kaili için değil nakili için dahi mucib-i humret ve hicab olacak müstehcen elfâz da savurup sallayavermişler. Bu kadar kalabalık arasındaki bu hakaret-i şediyeye karşı mukabelede bulunmamak için hayli cebr-i nefs etmiş, zevcesinin, çocuğunun feza ve figanından çekinmiş, bir heyet-i teşriiye ve kanuniyeye mensup olduğu için mukteza-yı kanununa en ziyade kendi riayet etmesi lazım geleceğini takdir etmiş, polise müraacat etmiş. Fakat işte o vakit şapa oturmuş. Hiç hatrına gelmemiş ki zabıta memurlarımızın bir kısmı hâlâ adama göre kanunu ölçerler. Paşaya edilecek muamele başka, esnafa edilecek muamele başka. Rütbeler indikçe polisin de unf ve şiddeti artar. Rütbe büyüdükçe itibar ve hürmet çoğalır. Polis “Paşadır ne yapalım” der. Diğer bir polis aynı cevabı verir. Nihayet mebus yine hüviyetini itirafa mecbur olunca polis efendi müşkül mevkide kalmış. “Acaba mebus mu müreccah, paşa mı?”. Teamül-i kadime bakılırsa mebus tabiri insanı esfel-i safiline indirecek!... Fakat on aydan beri büyük bir inkılâb oldu. Mebusluk tedricen yükseldi. Fakat ne miktar yükseldi. Acaba paşalık derecesine kadar irtika etti mi? Polis efendi dehşetli bir muharebe-i ruhiyeye duçar olmuş, nihayet giden ağamız, gelen paşamız darb-ı meselini tahattur etmiş olmalı ki devr-i sabık adamını nazardan ıskat ve mukteza-yı kanunu ifâya şitab eylemiş. Devr-i sabıkta Fehim Paşa ve emsalinin bu gibi tafra-furûşâne hareketleri pek çok görülüyor idi. Alâ melei’n-nâs erbâb-ı namusa dayak atmak vâki olur idi. Devr-i hürriyette hiç olmasa böyle çirkin şeyler bir daha görülmez diye umuyorduk. Fakat anlaşılan “huylu huyundan vazgeçmez” derler, Aristidi Paşa dayak atmak ve sövmek için mebusluğu sebeb-i şiddet addetmiş. Binaenaleyh mukteza-yı adalet mebus dövmesi hareket-i vâkası için kanunen sebeb-i şiddet addedilmelidir. Garip ve ince bir nokta daha var: Mebus Efendi mebus olduğunu söylemese imiş, belki de kurtulacak imiş. Demek ki Paşa hazretlerinin adaveti ailesiyle beraber balon temaşâsına giden zata değil mebusluğa imiş. Diğer taraftan devr-i sabıkta binbaşılıktan paşalığa balon süratiyle suûd etmiş bir zat olduğu da madrûb tarafından beyan edilmekte bulunduğundan devr-i sabıka olan muhabbet-i fevkaladesi ve o devirden ayrılmak sebebiyle devr-i cedidden bu suretle olsun ahz-ı intikam etmiş olduğu varid-i hatır olabilir ise de her hâl ü kârda bu işin de idare-i örfiyece derpiş olunması memuldür.
Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bugün
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 185
Not: buraya gecirene kadar hayatimdan sogudum. bastan sona okumayana darilirim :S
Subscribe to:
Posts (Atom)