Dizilerin, halen en etkili kitle iletişim aracı (imha silahı?) olan televizyonu, en yoğun ve yayılmacı haliyle işgal edişinin herhalde bir on yılını devirmişizdir. Artık her TV izleyicisi de endüstrinin bir tarafından tutmaya başladı. Hiç direniş göstermeden boyunduruğa teslim olan hali hazırda hedef ve lokomotif kitle elbette önemli. Bunların yanı sıra kimi dizilere “camp” kisvesi altında gırgırına başlayan, sonra kanıksayıp pekala müptelası olan izleyiciler, veya bu bombardımandan ayrışan iyi bir şey çıkaracağım motivasyonuyla mevzuya girişen takipçilerle, kısacası bilinçli bilinçsiz tuz katıcılarla birlikte kazan bitti, çorba taştı taşacak. Bugün, izleyicinin kumandasından beslenen tek bir dizinin, büyük ölçekli pek çok şirketin yıllık cirosunu aşan bir gelire sahip olduğunu düşünürsek, son derece iştahlı ve süratle büyüyen bir endüstriden bahsettiğimizi daha net idrak edebiliriz. GSM, telekom, enerji filan derken dizi piyasası da yeni mezunların gözdesi haline gelmeye başladı bile. Çok para yalansız olmaz derler; bu endüstri profesyonellik yolunda mesafe kat ederken, uzun süre önce kendi doğal deformasyonunu yaşamaya da başladı.
80’lerin sonunda, pek alışkın olmadığımız biçimde, Perihan Abla dizisinin bir “behind the scene” versiyonu yayınlanmıştı. Mahalle, karakterler, yorumlar, sette yaşanan bir gün filan bizlerle paylaşılmıştı. Pek çok işin amatör sayıldığı çeyrek asır öncesinde bile iki yedek bölüm çekildiği bilgisini hatırlıyorum. Yani Perihan Abla dizisi pratikte, vizyonun en az iki hafta ilerisindeydi. Bugün ise yedek bölüm şöyle dursun, bir sonraki haftanın nelere gebe olduğunun kestirilemediği, tam anlamıyla interaktif bir dizi dönemi yaşanıyor. Yani onca sendika çağrısı, dizi çalışanlarının çilesi, dizi sürelerine bağlı insan dışı çalışma saatleri gibi konuların arasına bir de, sürekli bir devinim ve doğaçlama hali sıkıştı. Çünkü endüstrinin oburluğu yanına refakatçi olarak, izleyici reaksiyonuna göre aksiyonu da almış bulunuyor. Öyle ki, ekran ve izleyiciyle kimyası tutmamış bir başrol oyuncusunun rolünü azaltmaktan başlayıp, bir önceki bölümde fazla salgılanmış seratonini dindirmeye, veya tersine buhranı artırmaya, yahut fazla öne çıkan karakteri yüzeyselleştirmeye kadar varan, kapsamı geniş bir aksiyon planı ajandalara girdi. Bir yolu bulunup hafta uzatılsa ve çalışma günü haftada 15-20’ye çıksa, izleyiciye göre alternatif senaryoların oluşturulduğu, tercihe göre hızlanan veya yavaşlayan, belki başka oyuncuları transfer ederken kimilerini takımdan gönderen kişiselliştirilmiş bir mekanizmanın kurulmasına kadar varabilecek bir vahametle karşı karşıyayız. Toplum için sanat tam da böyle bir şey olsa gerek.
Bir şeyi eleştirirken sonunda somut bir öneri getiremiyorsam, en azından şu soruyu kendime sormaya çalışırım: “Benim bunla derdim ne, ve konunun neresinde kalıyorum? ”. Çünkü ben de bir insanın eleştirdiği her şeyin mutlaka bir yerinden kendine dokunduğuna inanıyorum. Tüm bunlara gözümü ve kulağımı kapamak, yani sadece televizyonumu kapatmak ve geri kalanının köküne kibrit suyu dökmek bir çözüm olabilir. Öte yandan ne yazık ki çok güçlü bir medyum olduğu için, istilanın iyiye, düşündürücüye ve kaliteye doğru gitmesini temenni etmeden duramıyorum. Velhasıl mekanizma hiç de bu yönde işlemiyor. Öncelikle, yoğun efor sarf edilen her şey, aynı zamanda nitelikli olduğu anlamına gelmiyor. Halen yapımlar çok özensiz, zevksiz ve yüzeysel. Çok fazla nabız yokluyor, plansız ilerliyor gözüküyor, bir yere kadar hiç ilerlemiyorken bir yerden sonra depara kalkıyor. Dahası TV sanatı (böyle bir şey varsa), tüketicisinin kölesi haline gelecek kadar doyumsuz, para odaklı ve kişiliksiz olduğundan, geçiyorum zeki, sıra dışı ve keskin olmasını, artık herhangi biçimde özgün bir senaryodan bile bahsedemeyeceğiz. Çünkü yapılan işlerin büyük bölümü marjinlere doğru kaymak yerine tercih ortalamasına doğru gidiyor ve aynılaşıyor. Bir süre sonra tüm bu dinamiklere meydan okuyacak yapım da kalmayacak. Bunun için sadece yerli bir HBO bizi kurtarmaz. Ayrıca –eklektik bir kültür bahçesi olduğumuz iddia ediledursun- dünya görüşü, estetik algısı, zeka seviyesi veya zevk skalasında pek homojen bir nüfus olduğumuzdan, kendi başına reyting canavarını doyurmaya yetecek ölçüde kalabalık alt gruplara da ihtiyacımız var. Anlaşılan, bu sene de sınıfta kaldı hababam.
Tuesday, January 24, 2012
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
2 comments:
aslında dizi alışkanlığının iki klasörde tasniflemek de mümkün sanki. birincisi bizim gibi inatla tv bağımlısı olanlar (ki bunlar genelde 30 yaş üstü), diğeri ise download/online kitlesi. ilki daha edilgen, ancak aynı zamanda daha planlı ve -nasıl desek- "doyumcu" iken ikinci grup ise daha tüketici, sabırsız fakat aynı zamanda bir nebze daha araştırmacı. ben doğrusu, indirip biriktirip izleyen grubu anlamıyorum. o kadar uğraşacaksam dizi izlemem. film, oyun, kitap gibi daha özel ve orta süreli zamanlarda daha anlamlı işlere yönelirim. dizi bence tembelliktir. tabağına yemek koy, televizyonu aç ve sonra ne yediğinden ne de izlediğinden bir şey anla.
dizi bu boşlukta salınma anlarının tamamlayıcısıdır. bir diziyi indirip monitör karşısında arka arkaya beş bölüm izlemek müthiş bir vakit ziyanı. aklıma 35 yaşında, hala annesiyle yaşayan ve evde hep donla gezen bir nerd geliyor. onun yerine oturur bloga yorum girerim mesela :s
tabii televizyon ve internet yayınları arasında teknik ilerleme sayesinde(HD yayın, kayıt özelliği, tivibu ve benzerleri eliyle)erimeye başlayan sınırları kesin ve var kabul ederek, dolayısıyla internet alanı ve televizyon yayınlarını ayırarak konuşuyorum.
Post a Comment