Thursday, October 21, 2010

dead mEn walking

Uzun sayılmayacak, ama öyle çok da kısa olmayan, yani nereden baksan; "bir süre" önce, sevdiğim ve yaşamaktan dolayı mutlu olduğum semti, Alsancak'ı terk ettim. Yalnız benimki bir nevi gone for good durumu. Ortalamasına bakıldığında daha mutena bir mahallede, mustesna bir manzaraya sahip daha konforlu bir evde barınıyorum. Yine de, eski evimi çevreleyen pis, bakımsız sokakları ve ürkütücü insan kalabalığını da özlüyordum, ne yalan söyleyeyim. Eski işim ve eski evim arası yürüyerek yalnızca on dakika kadar bir mesafeydi. Bu durum bana özel bir konum sağlıyor, mesai arkadaşlarımdan belki de bir saat kadar geç uyanma şansı tanıyordu. Üstelik, işten çıkıp çabucak evde olabildiğim için, hemen üzerimi değiştirip kendimi, henüz insanların daha yeni yeni mesailerini bitirdiği akşam üstü saatlerinde yeniden sokaklara atma lüksüm de vardı. Eski güzel günler filan...


Her neyse, tanıdığım ya da daha önce hiç bulunmadığım, güvenli ya da tekinsiz, geniş ya da dar, temiz ya da pis sokaklarda... kimi zaman öylesine, kimi zamansa planlanmış, belli bir amaç uğruna gezinmekten hoşlandığımı biliyorsunuz ("hıı hııı" anlamında başınızı sallayın yeter. bak böyle...hah, tamam). İşte Alsancak, bana bu tek kişilik avare gezileri düzenleme, tekrar ve tekrar etme şansını sundu. Bu turları o kadar sık yaptım ki, sonunda dükkanlar ve mekanların dışında, insan yüzleri de tanıdık gelmeye başladı.


Kasapta gördüğüm teyzeyi bir hafta sonra markette temizlik ürünleri reyonunda, yayalığın en sıkıcı eylemini gerçekleştirip karşıdan karşıya geçerken dikkat kesildiğim büyük köpekli travestiyi ilk karşılaşmamızdan yaklaşık iki ay sonra evimin hemen arka sokağında, isimsiz şarapçıları ise neredeyse her allahın günü ve hep aynı yerde, banka şubesi ile kitapevi arasında kalan anlamsız dar yeşillik alanda gördüm.



Fakat gördüğüm, hafızama kaydettiğim belki de binlerce çehre arasında en çok ilgimi çeken iki orta yaşlı -ve muhtemelen birbirini tanımayan- adama ait olanlardı. Daha uzun olan, yaz -kış balıkçı şapkası takar, yaklaşık sekiz ay boyunca giydiği hafif parlak bir havacı montunun altına muhtemelen hep aynı lacivert kot pantalonu çekerdi. Diğeri ise, tepeden kelleşmiş yanlardan medusa gibi kabarık beyaz saçlarını asla taramaz, kirli beyaz fanilası ile beli kendisine iki beden büyük geldiği kemerinin attığı turlardan belli olan kotundan kati suretle vazgeçmezdi. Mavi gözleri, ona dikkatli bir hava katsa da o çoktan gündelik hayat matrix'inin dışına atmıştı kendini.



Bu iki adamın ortak özelliği ise, yürümeleriydi. Durmadan, usanmadan, asla tereddüt etmeden yürümeleri... Onlara neredeyse her gün, hatta kimi zaman günde birkaç defa tesadüf ederdim. Gazete aldığım büfede, incelediğim gazeteden kafamı kaldırdığım an, arkadaşımın dükkanına uğramak için sokağın köşesini döner dönmez... veya mesela, işten eve dönerken bir vitrine baktığımda, yürüyen adamlardan birinin camdaki, yanımdan sessizce geçip giden yansımasını görebilirdim. Konuştuklarına, güldüklerine ya da başkaca herhangi sosyal davranışlarına ya da iletişimlerine şahitlik etmedim.



Uzun zamandır inmemiştim Alsancak'a. Geçen gün, hazır vaktim de varken, şöyle bir turladım. Alışkanlığım olan sokaklarda yürüyüp, tanıdık dükkanlara girip çıktım. Eskiden gazete aldığım büfede durup gazeteleri kurcaladım, malum yeni Radikal nasıl olmuş filan... Elimdeki gazeteden kafamı kaldırdığımda karşımda onu gördüm. Yürüyen adamlardan mavi gözlü olanı da eline bir gazete almış, dikkatle bir haber okuyordu. Onu dikizlediğimi hissetmiş olacak ki, bana baktı. İri mavi gözleri tanıdık bir yüz görmüştü sanırım.



İşte tam o anda, bu tanımadığım, "sıyırmış" adamların bana neden husursuzluk verdiğini anladım. Ben onları bu kadar sık görüyorsam, onlar da beni o kadar çok görüyorlardı! Bu iki yürüyen adamdan bahsettiğim kimi tanıdıklarımın onları tanımamasının hatta beni şaşırak dinlemelerinin nedenini o an anladım. Alsancak'taki ikametim boyunca ben de bir yürüyen adam' dım.


Neyse ki artık Alsancak'ta yaşamıyorum.





Ama bazen özlüyorum.

No comments: