Monday, October 25, 2010

karsiliksiz sevginin psikopatolojisi: Rambo

Yalnizca uc kelime: Rambo deli adamdir. Futbol magazininin onde gelen simalarindan Rambo kod adli Okan Guler 15 yili askin sohretini periyodik bir sekilde gundeme gelerek bize hatirlatmaya devam ediyor. Ancak ne olursa olsun onun gercek Fenerbahceli’liginden hicbir zaman suphem olmadi. Kendisine derdinin ne oldugunu soran hakime “benim hayatimda bazi onemli seyler vardir hakimim” diye baslayip “1 Allah, 2 Uche, 3 Cengiz Kurtoglu 4 Fener” diye siralarken bile :S… Sanirsam ona gore Fenerbahce’ye gelene kadar saydiklari da Fenerbahceli’ydi (Cengiz Kurtoglu ve Uche dahil :S). Ramazan’da oruc yerine Fenerbahce’yi tuttugunu soyleyecek kadar dini butun, ote yandan ana ve baba adi hanelerine Uche’yi koyacak kadar da Uche’lidir.

Yaramazliklari da artik saymakla bitmiyor. Bir gece onceden reklam panolarinin altinda sabahlayarak mac saatinde elinde bir suc silahi bicakla sahanin ortasina gelisi herhalde kamuoyunu rahatsiz edici ilk goruntusuydu. O zamana kadar sadece deliydi, o gun psikopat oldu. Sonrasinda yara almis imajini duzeltmeyi basardi. Bir gece kulubu cikisinda lafa tuttugu unluyu (Seren Serengil miydi, Demet Sener miydi?) kendisinden beklenmeyecek kivraklikta bir hareketle optukten sonra, tiksintiyle kendini iten kadina “seni var ya… Yerimmm!” diyerek elindeki posterini kucuk parcalara ayirip agzina atmasi ve yutmasi hafizalara ilginc bir televizyon anisi olarak yerlesti.














Rambo celimsiz vucuduna bahsedilmis bu lakabi hak edecek bir sey de yapmaktan geri durmadi. Avrasya maratonuna katildi, ve kazandi. Bu iste bir bit yenigi oldugu en basindan belliydi ama ne yapti etti, organizatorleri ugrastirdi, bu dahi yeter. Hatta basta ellerinde kanit olmadigindan kupayi kendisine takdim bile etmislerdi. Her delinin bir dehasi oldugu dusunulerek, Rambo’nun son numarasinin bu oldugu sanrisina kapilmis olmalilar. Bir deli gucu olabilir, ve maratonu kazanabilirdi. Daha sonra Belgrad Ormani’ndan kestirme bir yol kullanarak birinci oldugu anlasildi. Ancak kupa geri alinamadi, sirra kadem basti.

Hicbir zaman formasini uzerinden cikarmadi. Yakin zamanda yine formasiyla Adana’da bir binanin catisindan atlama tesebbusuyle intihar girisiminde bulunmus, cevredekilerin ve emniyetin iknasiyla vazgecirilmisti. Elbette intihar edecegi filan yoktu, biraz kendini hatirlatmasi biraz da meramini anlatmasi gerekmisti. Aslinda daha da onemlisi, yeni askini ilan etmek istiyordu.. Evet, Rambo karsiliksiz sevdigi icin her an bu sevgiyi geri alma hakkina da sahiptir. Taviz vermeyi de sevmez. Bir ara futbolcu Emre’ye hallense ve yeni Uche’sini buldugu iddia edilse de, onun bu defaki takintisi baskaydi. Bazen bahsis yoluyla karsilik aldigi soylenedursun, bu defaki sevgi objesi, yeni takintisi Ali Koc’tu. Onun baskan olmasini istiyordu. Kafasinda senaryoyu yapmisti bile. O taptigi adam baskan olmali, mevcut baskan konumunda bulunarak onun baskanligina otomatik olarak tas koymus olan Aziz Yildirim da derhal gitmeliydi. Ataturk’u cok sevdigi dusunulurse, su anki Cumhurbaskani’ni da onun yoklugundan sorumlu tutmasi an meselesi :S

Rambo birkac gun once isi buyuttu. Az buz degil, La Haine filminde gerceklesen ve felakete kadar giden eylemi gerceklestirdi; bir polis tabancasini caldi. Tabii Kiziltoprak-Fenerbahce muhiti de alarma gecti. Hem de derbi oncesi! Ama derdi Galatasaraylilar degil, gectigimiz yil gururunu incitmis olan Aziz Yildirim’di. Ifadesine gore eger yakalanmasaymis, Aziz Yildirim’i vuracakmis. Yeni baskan onerisi de eksik olmamis. Anti Yildirimlilikla, forza Koc’culuk birbiriyle ic ice gecmis bu eylemle birlikte Rambo kredileri tuketir mi, yoksa bu krizden buyuyerek mi cikar bunu zaman gosterecek.

Friday, October 22, 2010

ne güzel dergimizdin sen..





















Türkiye'de aralıksız şöyle bir otuz senedir çıkan periyodik yayın var mıdır mesela? Sanmıyorum. Siyasi türbülanslar, ekonomik dar boğazlar filan derken... belki de harika bir fikir olarak ortaya atılmış pek çok dergi projesi, kısa sürede kitabevi raflarından silindi gitti. Adam Öykü bunlardan biri değil elbet. iki ayda bir ve 50 sayının üzerinde çıktı. Beni Somerset Maugham'la tanıştırdığı için bile minnettarım ona.

Thursday, October 21, 2010

dead mEn walking

Uzun sayılmayacak, ama öyle çok da kısa olmayan, yani nereden baksan; "bir süre" önce, sevdiğim ve yaşamaktan dolayı mutlu olduğum semti, Alsancak'ı terk ettim. Yalnız benimki bir nevi gone for good durumu. Ortalamasına bakıldığında daha mutena bir mahallede, mustesna bir manzaraya sahip daha konforlu bir evde barınıyorum. Yine de, eski evimi çevreleyen pis, bakımsız sokakları ve ürkütücü insan kalabalığını da özlüyordum, ne yalan söyleyeyim. Eski işim ve eski evim arası yürüyerek yalnızca on dakika kadar bir mesafeydi. Bu durum bana özel bir konum sağlıyor, mesai arkadaşlarımdan belki de bir saat kadar geç uyanma şansı tanıyordu. Üstelik, işten çıkıp çabucak evde olabildiğim için, hemen üzerimi değiştirip kendimi, henüz insanların daha yeni yeni mesailerini bitirdiği akşam üstü saatlerinde yeniden sokaklara atma lüksüm de vardı. Eski güzel günler filan...


Her neyse, tanıdığım ya da daha önce hiç bulunmadığım, güvenli ya da tekinsiz, geniş ya da dar, temiz ya da pis sokaklarda... kimi zaman öylesine, kimi zamansa planlanmış, belli bir amaç uğruna gezinmekten hoşlandığımı biliyorsunuz ("hıı hııı" anlamında başınızı sallayın yeter. bak böyle...hah, tamam). İşte Alsancak, bana bu tek kişilik avare gezileri düzenleme, tekrar ve tekrar etme şansını sundu. Bu turları o kadar sık yaptım ki, sonunda dükkanlar ve mekanların dışında, insan yüzleri de tanıdık gelmeye başladı.


Kasapta gördüğüm teyzeyi bir hafta sonra markette temizlik ürünleri reyonunda, yayalığın en sıkıcı eylemini gerçekleştirip karşıdan karşıya geçerken dikkat kesildiğim büyük köpekli travestiyi ilk karşılaşmamızdan yaklaşık iki ay sonra evimin hemen arka sokağında, isimsiz şarapçıları ise neredeyse her allahın günü ve hep aynı yerde, banka şubesi ile kitapevi arasında kalan anlamsız dar yeşillik alanda gördüm.



Fakat gördüğüm, hafızama kaydettiğim belki de binlerce çehre arasında en çok ilgimi çeken iki orta yaşlı -ve muhtemelen birbirini tanımayan- adama ait olanlardı. Daha uzun olan, yaz -kış balıkçı şapkası takar, yaklaşık sekiz ay boyunca giydiği hafif parlak bir havacı montunun altına muhtemelen hep aynı lacivert kot pantalonu çekerdi. Diğeri ise, tepeden kelleşmiş yanlardan medusa gibi kabarık beyaz saçlarını asla taramaz, kirli beyaz fanilası ile beli kendisine iki beden büyük geldiği kemerinin attığı turlardan belli olan kotundan kati suretle vazgeçmezdi. Mavi gözleri, ona dikkatli bir hava katsa da o çoktan gündelik hayat matrix'inin dışına atmıştı kendini.



Bu iki adamın ortak özelliği ise, yürümeleriydi. Durmadan, usanmadan, asla tereddüt etmeden yürümeleri... Onlara neredeyse her gün, hatta kimi zaman günde birkaç defa tesadüf ederdim. Gazete aldığım büfede, incelediğim gazeteden kafamı kaldırdığım an, arkadaşımın dükkanına uğramak için sokağın köşesini döner dönmez... veya mesela, işten eve dönerken bir vitrine baktığımda, yürüyen adamlardan birinin camdaki, yanımdan sessizce geçip giden yansımasını görebilirdim. Konuştuklarına, güldüklerine ya da başkaca herhangi sosyal davranışlarına ya da iletişimlerine şahitlik etmedim.



Uzun zamandır inmemiştim Alsancak'a. Geçen gün, hazır vaktim de varken, şöyle bir turladım. Alışkanlığım olan sokaklarda yürüyüp, tanıdık dükkanlara girip çıktım. Eskiden gazete aldığım büfede durup gazeteleri kurcaladım, malum yeni Radikal nasıl olmuş filan... Elimdeki gazeteden kafamı kaldırdığımda karşımda onu gördüm. Yürüyen adamlardan mavi gözlü olanı da eline bir gazete almış, dikkatle bir haber okuyordu. Onu dikizlediğimi hissetmiş olacak ki, bana baktı. İri mavi gözleri tanıdık bir yüz görmüştü sanırım.



İşte tam o anda, bu tanımadığım, "sıyırmış" adamların bana neden husursuzluk verdiğini anladım. Ben onları bu kadar sık görüyorsam, onlar da beni o kadar çok görüyorlardı! Bu iki yürüyen adamdan bahsettiğim kimi tanıdıklarımın onları tanımamasının hatta beni şaşırak dinlemelerinin nedenini o an anladım. Alsancak'taki ikametim boyunca ben de bir yürüyen adam' dım.


Neyse ki artık Alsancak'ta yaşamıyorum.





Ama bazen özlüyorum.

Wednesday, October 20, 2010

oh lord, please dont let me be misunderstood

Tophane olayına son noktayı koyduktan sonra, hazır sular durulmuşken, ardından "iki çift lazıfımızın olduğu" başka konular da varken yani, devam etmemek olmazdı. Medyada anafor etkisi yaratan pek çok gündem maddesine bütün rahatlığımız ile sırtımızı dönsek de (mesela Ergenekon olayını hala anlayabilmiş değilim. Siyasi erki paylaşmaya ilişkin mücadeleler hiç ilgimi çekmiyor) bazı olaylar hayatımıza, sosyal varlığımıza doğrudan tehdit olma tehlikesini, hatta olası bir linç fikrini de beraberinde getirme cüretini taşıyor. Bunlardan birisi, kısa bir süre önce Emir Kusturica üzerinden yaşandı...


Üç kelime; Kusturica iyi heriftir.

Hegemonya mücadelesini, evvelden boyunun ve ufkunun yetişemeyeceği alanlara kadar genişleten muhafazakarların, kendilerini ve başkalarını inandırmak istedikleri söylemlerinin aksine, barışçıldır. Kusturica'ya çatanların derdi, bir zamanların birleşik ve mutlu Yugoslavya'sı ile. Onlar, farklı etnik ve dini referansları olan, fakat bunlara rağmen / aldırış etmeden, birbirleri üzerinde tahakküm kurmadan hayatını sürdürebilen insanlardan oluşan büyük bir toplumdan korkuyorlar.

Kusturica, savaş dönemi'nde underground'un Milosevic hükümetince desteklenmesi, iktidarla kurduğu diğer kimi ilişkiler ve savaş sonrasında ise Boşnak kimliğini reddedişi ile yoğun eleştiri aldı. Popüler feylozofumuz Zizek, yönetmeni yerden yere vurup, Milosevic yanlısı bir sırp milliyetçisi olmakla itham etti. Kusturica'nın Zizek'e yanıtı yeterince açıktır; "to this guy who was calling me a nationalist when the war was started...this guy who was saying that I was for Milosevic...No! I am not for Milosevic but I am against you!"

Kendisine yönetilen kamyon dolusu eleştirinin kimi yerinde, çoğu ise abartılmış yergilerdi. Bosnalı yurttaşlarının "Yugoslav" kelimesini Sırp dominasyonu için kullanmaya başladığı dönemde, o Yugoslav olmakla gurur duymaya devam etti. Bu net, açık, politik bir tavırdır. Çatışmaların ve Sırp askeri katliamlarının en yoğun biçimi ile devam ettiği günlerde kendisini Boşnak ya da Sırp olarak isimlendirmeyi reddetmiş, inatla Yugoslav kimliğini savunmayı sürdürmüş olması da politik tavrını ve ülkesi adına arzularını da ortaya koyuyor.

Ne var ki, bir tavır almak her zaman doğru adımları atmak anlamına gelmez. Kusturica'nın bütün söylem ve işlerini olumlamak da mümkün değil. Yine de, Yugoslavya iç savaşını Batı'nın istediği biçimi ile sunan bir sinemacı olduğunu iddia etmek, tamamen zırvalık. Niyet ve hareket arasında kimi zaman fazlaca genişleyen açı, bu iki doğrunun birbirinden bütünüyle koptuğu anlamına gelmez.

Tartışma konusunu doğru belirlemek gerekiyor; eğer eleştirilen Kusturica'nın iç savaş yıllarındaki tutumu ise (ki bütün beyanatlar bu yönde idi) bugünden bakıldığında kimi hatalar olduğu göze çarpıyor. Fakat siyasi birşeyler söyleyecekseniz bunu göze almalısınız. Ne yazık ki siyaset, herşey olup bittikten 20 yıl sonra değil, an'da yapılıyor.

Yine de, Kusturica'nın birleşik Yugoslavya fikrinin ve ısrarının, bugün onu eleştiren muhafazakarların menfaatçi tutumlarından çok daha samimi ve insancıl bulduğumu söylemeliyim. Sırf politik doğruculuk olsun diye başkalarının kuyruğuna takılıp Kusturica'yi eleştirenlere ise diyecek sözüm yok. Çalışıp gelsinler :S

Tuesday, October 19, 2010

adam haklı beyler: Charles Fourier

Charles Fourier, Marx ve Marxism öncesinin adı Owen ve Saint Simon ile beraber anılan 3 önemli (ütopyacı) sosyalistinden biri. Bugün -Marxismin haklı şöhreti nedeniyle- isimleri pek anılmasa da, yaşadıkları dönemin önemli politik kanaat önderlerinden biri Fourier. Ütopyacılar, 19. yüzyıl'ın ilk yarısında , özellikle de Amerika kıtasında, ciddi sayıda takipçi buldular. Öyle ki Kuzey Amerika'nın Ohio, Indiana ve Texas gibi karasal / taşra bölgelerinde Owencı ya da Fourierci topluluklarda yaşayan insan sayısı yüz binleri bulmuştu.




New Jersey Phalanx'ı



İnsan doğasının tanrısal bir iyilik taşıdığına inanan Fourier'in hesapladığı kadarı ile 810 farklı karakter tipi vardı. İdeal topluluklar (Fourier el birliği ile çalışan bu topluluklara phalanx demişti), bütün bu karakter tiplerini ihtiva edecek biçimde 1620 kadın ve erkekten oluşmalıydı. Filozof gelecekte yaklaşık 6 milyon phalanx'ın dünya üzerinde gevşek bir Kongre yapısına bağlı biçimde yaşamını sürdürüceğini öngörüyordu ( yani ideal insan nüfusu tahmini 9.720.000.000 ). Saçma mı geldi? O zaman şunu dinleyin ; 1843-1858 yılları arasındaki 15 senelik süre zarfı içerisinde yalnızca Kuzey Amerika'da, gönüllüler tarafından 40 phalanx kuruldu. İdeal phalanx'lar düşünürün Phalanstere dediği organik, büyük yapılar / köyler içerisinde yaşayacaktı.





işte bir Phalanstre planı. Fourier'in bu köy-yapı'ları dört katlı binalardan oluşacatı. Herkesin yeteneği kadar çalışıp ödüllendireceği bu toplumlarda, varsıllar 4. katta yaşayacak, düşük gelirliler ise aynı yapıda ancak bahçe katında ikamet edeceklerdi.




Fourier'e göre insan dünya üzerinde 80.000 sene varlığını sürdürecek, bunun yaklaşık 8.000yıllık kısmı varlık ve mutluluk içerisinde geçecekti. Bu dönemi "Perfect Harmony" diye isimlendirdi. Perfect Harmony döneminde, dünyanın yörüngesinde 6 farklı ay bulunacak, Kuzey Kutbu Akdeniz'den daha sıcak olacak, okyanuslar tuzunu yitirip limonataya (evet limonata!) dönüşecek, kadınlar aynı anda 4 koca/sevgili sahibi olabilecek, dünya üzerinde 37 milyon Homeros ayarında şair, 37 milyon Newton kıvamında matematikçi, 37 milyon Moliere düzeyinde oyun yazarı yaşayacaktı... Ne malum, belki de gerçekten öyle olur?


Can sıkıcı derecede didaktik bir dille yazdım, farkındayım. Fakat, elimden başka birşey gelmez. Fourier'i bir köşeye not etmekti amacım; en olmadık ütopyaların dahi binlerce savunucusun olabileceğini, insanlığı güzel bir geleceğin beklediği umudunun hep yaşadığını, taraftar bulduğunu unutmamak için...

Saturday, October 16, 2010

kiyi seridi “evet”cileri, unite and take over

Tophane’deki sanat galerisiyle semt halki arasindaki catismaya dair cok sey yazildi, cizildi, soylendi. Ben ise sularin duruldugu bugunu beklemeyi tercih ettim. Simdi rahatlikla yazacaklarimi yazabilir, hatta bu siber alem muhtesem bir sey, soyleyeceklerimi de yazabilirim. Diye baslayip kendimi iyice ust bir yere, alemlerin piri mertebesine konumlandirmayi hep cok istemisimdir. Bir Sinan Kologlu var mesela. Uzaktan kumandali duayen. Milliyet’in 90larda cikardigi A5 boyutunda bir dergi vardi, Milliyet TV adinda. Orada cetvel genisliginde bir sutunda, dilbilgisi ogretilerine uygun, tum ogeleri en basitiyle barindiran cumleler kurmaya calisirdi. Televizyon elestirmeni mi olur hadi canim sen de diye diye 15 yili yedi zati sahane. Simdi artik gedikli ve sutunu sayilir bir kisilik oldu sanirsam. Peki ya Ali Eyuboglu? Magazinin Ahmet Vardar’ı gibi. Hep ders veren, parmak sallayan, kendi kendine ic guveysi olup uzaktan unluleri azarlayan, genelde de ayiplayan o tavri yok mu… Bunlarin hicbiri tipi kadar itici olamaz. Peki ya spor camiasina ne demeli, tam bir panayir. Aslinda herkes bir sekilde kendine yakisan/yapisan/uyan rolu oynuyor. Yani en fiyaskosu bile fiyaskoyu kendine yakistiriyor, o haliyle batmayabiliyor. Ama Asena Ozkan adinda nerede diktirdigi belirsiz XXXL beden kaftaniyla ve altyapi kaynagini bir turlu kestiremedigim kustahligiyla kendine duayen bir spor yazarindan ben irite olmaktan biktim, Radikal bu iritasyonu iskalamaktan bikmadi. Besiktasli olmayip Besiktas’a lutfetmis oldugu azicik sempatisini/ilisigini kuskun dag faresi misali kamuoyu onunde kurdela keser gibi kesen bu arkadasdan ne beklediklerinin cevabi ancak Ugur Vardan'dadir.

alter[ed]native bu tip istifralara pek alisik degildir, hala takip edeni varsa bir ozru yuksunmem. Tophane ile ilgili soyleyecek cok seyim yok, ancak yasadigim benzer bir olay var. Belki noktalari birlestirip tavus kusunu bulabiliriz. Mayis ayinda Antrepo No:5 otoparkinda onemli bir spor giyim markasinin sokak partisi olmustu. Is icabi oradaydim. Tum gun suren aktivitede hadise ici olumsuz bir hadise yasanmamisti. Ta ki cikisa kadar. Cikista biz yururken marjinleri zorlayan o hip/alternatif kalabaliga oranla biraz daha averaj toplum profiline yakin bir genc yanimiza yaklasip arkadasin elindeki bira dolu plastik bardaga davrandi. Arkadas da red mekanizmasina ve sozlu savunmasina davrandi. Nasil oldu anlamadan gunluk konusma duzeyindeki ses siddeti Veliefendi Hipodromu’nda son duzluk cigrismalarina dondu. Bir anda 3-4 kisi oldular. Arkadas da geri vites yapmamakta israr edince hafif bir tartak seansi basladi. Ben o yorgunlukta daha fazla sorun istemedigimden, once ayirici pozisyonumu aldim. Hani akil bir adamin araya girmesi genelde bu tip seyleri cozer diye. Arizayi cikaranin ayirici kisiye itibar etmesi ile onu da dusmandan sayip elini indirmesi arasinda cok ince bir cizgi vardir. Hersey sansa, karsinizdakinin siddete egilimine, o anki agresyonuna, size duyacagi sempati/antipatiye baglidir. Akil olabilirim ama cok da akil bir tipim yok. Birkac saniyelik birbirimizi tanima seansindan sonra kimyamiz tutmadi, beni de dusman safina yazdi: "Indir ulan o eli!".


Grubun kavga teknigi oldukca iyi gozukuyordu, bunu belirtmeliyim. Herseyden once sportiftiler. Olaylar 0’dan 100 km’ye 4 saniyede filan tirmanmisti. Sonra bir arbede, karsilikli itismeler derken haberlerde cok duydugum, ama teknik olarak pek imkan tanimadigim (mesela ben daha bir disko topunu tavana asamazken, insanlarin kendilerini asacak duzenegi kurabilmesi de teknik olarak pek mumkun gelmemistir bana), semt kavgalarinin incelikli ve usta tekniklerinden biri gerceklesti. Saldirgan sanki eliyle koymuscasina bir kaldirim tasi soktu. Evet gozumle gordum. Yani sansa gevsek bir tasa denk gelmis oldugunu sanmiyorum, o arkadas ne yaptigini iyi bilen bir profesyoneldi. Ama bir sekilde isabet etmedi. Ya da ozne insaf etti de iskaladi, tam hatirlamiyorum. Iste bahis mevzusuyla tam bu noktada kesisiyoruz. Rakip ekip iyice kalabaliklasti ve olay memleket meselesine dondu. “Burasi Tophane, akilli olun, basin gidin lan!!!” turunde sloganlar duyduk. Isgalci konumundaydik. Belki kendilerinden farkli kucuk gruplara, ya da sessiz-sedasiz (Bienal, Istanbul Modern) kalabaliklara alisiklardi, ama yuksek desibelde eglenen binlerce insan fazla gelmisti. Sonradan bize anlatilana gore yukarida bahsi gecen grup partiye de bir sekilde girmis, ama tam olarak aradigi seyi bulamamis olmali ki iceride de ufak capli bir patirti cikarmis. Olaylar tirmandigi hizda dustu ve evlerimize dagildik. Onlara cok ozendim cunku bizim yolumuz uzun, onlarin evleri ise yurume mesafesindeydi :S

Harbiye’den baslayan, Taksimden devam edip Galata’ya kadar uzanan hatta Tophane sanat dunyasina eklenen yeni durak. Ancak galiba ortada ciddi bir entegrasyon sorunu var. Eh, kim ne derse desin yasam tarzi farkliligi da onemli bir parametre olmali. Normalde insan tanimadigi bir canliyla karsilastiginda ondan zarar gorme korkusunu yenebilmek icin bir an once onu tanima ve tanimlama ihtiyaci duyar, reflekslerini ve neye nasil tepki verecegini cozmeye ugrasir. Bu asamalar tamamlaninca herhalde artik istilaya ugramis, daha otesi dislanmis hisseden bir ev sahibi refleksi devreye giriyor. Cunku semtin emlak degerinin gun be gun artmasi gelir duzeysiz insanlari korkutuyor. Bu beraberlik nasil olacak, iki grup da ayri telden caliyor. Bununla ilgili guzel yazilar yazildi iste. Sonradan gelenlerin semt sakinlerini biraz daha kapsayici, onlari mudahil edici yaklasimi aradaki mesafeyi ve sureyi kisaltabilir. Referandumda iki grubun tepkisinin asagi yukari ortak oldugunu tahmin ediyorum. Bu da iyi bir baslangic olabilir :S

Simdi, eger o tas bir yerime isabet etmis olsa, yahut ciddi bir zarar gormus olsam bu kadar insafli cumleler yaziyor olur muydum, bu da benim etik muhasebe odevim olsun. Ama insafli oldugumu dusunuyorsam zaten insafsiz duygular besliyorumdur ki, bu da etik donem odevim olsun.