Friday, January 29, 2010

rip zinn

Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız kralların adını yazar.
Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?
Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim yapmış Babil’i her seferinde?
Bertolt Brecht


hani sık sık başvurulan bir afrika atasözü vardır,

"arslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kardar avcılık hikayeleri her zaman avcıyı yüceltecektir"

howard zinn, işte o aslanların tarihçisi idi. egemenlerin, tarihte egemen olanların yazdıkları / uydurdukları masalların değil, toplumsal tarihin ve dolayısıyla bugünün peşindeydi.

dün kaybettik. gerçekten, kaybettik..literally.

şubat ayı içerisinde zinn'in yazdığı ve genco erkal'ın sahnelediği "marx'ın dönüşü"nü izleyeceğim. ne tuhaf!


Wednesday, January 27, 2010

hayvan hakkı yoktur çünkü...

avcının dilemması

az önce kumanda yine sürçtü ve ekranda bütün masumiyeti ve bütün yeşilliği ile yaban tv namlı kanal beliriverdi. şahsen ne balık avlamaktan anlarım, ne de başka bir hayvanı avladım bugüne kadar. hatta av eyleminden zevk alınmasını da -lafı dolandırmaya hiç gerek yok- barbarca buluyorum. ahlaki bir tercih yaparak vejetaryan olamıyorsam da, hayvan öldürmekten zevk alacak kadar da ileri gitmiyorum. av eyleminden hoşlanmayan et oburların yaşadıkları çelişkiler bir yana... yaban tv'de izlediklerimi aklım almıyor. bir insan vahşi hayvanları avlayıp, sayıları giderek azalan türlerin yok oluşuna gönüllü katkı sunup, öte yandan da doğa ve hayvan sevgisi dolu olduğunu nasıl iddia edebilir? (nasıl!? nasıl!? nasıl!?)

dostum, doğrusu bu şimdiye kadar gördüğüm / duyduğum en mesnetsiz, arsız palavradır işte. avcı hayvanı, nazi museviyi ne kadar seviyorsa, o kadar sevebilir..








hayvanseverin dilemması


(bize) öte (allah'a) beri yandan,
hayvanseverliğin doğrudan "iyi insan" olmakla bir ilgisi bulunmadığını, ya da hayvan sevgisinin insan sevgisine bir önkoşul olmadığını ispat eden bir kuple de adolf'tan geliyor:

Killing animals, if it must be done, is the butcher's business. But to spend a great deal of money on it in addition....I understand, of course, that there must be professional hunters to shoot sick animals. If only there were still some danger connected with hunting, as in the days when men used spears for killing game. But today, when anybody with a fat belly can shoot the animal down at a distance....Hunting and horse racing are the last remnants of a dead feudal world. ~Adolf Hitler (Remarks made at Obersalzberg, quoted in Albert Speer's Inside the Third Reich, Chapter 7)

yukarıdaki satırları güvendiğiniz bir düşünürden duyduğunuzda kendinizi haklı ve güvende, ancak hitler'den okuduğunuzda ise "bir tuhaf" hissediyorsunuz. neticede, nazi partisinin bu ölümcül bakışlı lideri, insanlık tarihinin bütün karanlığını içerisine akıtıp kapağını sıkıca kilitlediğimiz pure evil karakteri. öyle ki, hitler'in doğrusu ile kendi doğru bildiği çakışıyorsa, insan sahip olduğu fikrinden bir an önce kurtulmak istiyor..

hayvan ve doğa koruma derneklerinin / hareketlerinin bir çoğu (bunlara militan örgütler de dahil, hatta en başta onlar var) bütün övgüyü ve desteği hak ediyorlar. ve fakat, sokak hayvanlarını önemseyip insanların yoksulluğunu / sefaletini görmezden gelen, hatta insan türünden nefret eden daha medyatik, üst sınıf charity faaliyeti nitelikli diğer damar ise, taşıdığı niyet bakımından adolf'un yanındaki boş koltuğa oturuyor. sanırım mesele insan ve doğa ilişkisine bütünlüklü bakabilmekte. ya da hali hazırda böyle bir bakış mevcut ise, bu bakışın ideolojik ve politik olarak ne yönü işaret ettiğini doğru okumakta.

ya akıl başa ya devlet leşe

video çağında, evdeki sony betamax en çok da benim için çalışır, nereden baksanız haftada bir the deer hunter'ı (avcı) gösterirdi. seneler sonra tekrar izlediğimde, aslında filmin pek çok sağcı mesajı olduğunu görüp, biraz burkuldum ne yalan söyleyeyim. çocuk aklıyla süzememişim tabii. yine de, avcı'nın yeri benim için apayrıdır.

rus göçmenlerinin yaşadığı küçük ve karlı moscow kasabasında kankalarıyla birlikte neşeyle avlanan robert de niro -filmin teknik anlamda zirvesi ancak politik açıdan en sağdaki sahneleri olan- vietnam'da yaşadığı insanlık dışı zamanlardan sonra amerika'ya döndüğünde, yüksek çam ağaçlarıyla kaplı tepelerde saatlerce kovalayıp nihayet menziline aldığı geyiği öldüremez. geyiğin güzelim gözlerine bakar, ve tüfeğini indirir. artık hayatın değerini bilen bir adamdır..

yorcastuuguttubitruuuu

Monday, January 25, 2010

parc des princesses

Park etme sorunu yasayanlardan misiniz? Bu konudaki genel gozlemim, problem yasayanlarin artarak ilerleyen ozguvensizlik ve bir kez daha basarisizlik endisesiyle bu hadiseyi bir cig gibi buyuttugu yonunde olmustur. Hatta bu durumdaki fakat bu durumda oldugunu bilmediginiz birine co-pilot koltugundan vereceginiz tavsiyeler, gecmis birikimin hazirlamis oldugu stres ve altyapiyla beraber feryat, figan, hatta cirmikla karsilanabilir, alinganlik gostermeyin. Benim oncelikli recetem, pek cok kisinin yazacagi gibi once sakin olmak, biraz cesaretli olmak ve mutlaka geri geri park etmek. Ancak bir tane daha var; o da ses gelene kadar devam etmek. Lastik olur, cant olur, tampon olur, hasara yol acmayacak ancak ihtiyac duydugunuz isareti temin edecek siddette minik bir temas, bana kalirsa mukemmel bir park surecini hizlandirici, etkili bir unsur.

Ancak asil onemli olan, en basta iki arac arasindaki park mesafesinin yeterli olup olmadigini kavrayarak bu ise girisme ya da vazgecme secimini yapmak. Goz karari hesaplar kimi durumlarda yaniltici olabilir. Tum mesele dik bir ucgen olusturup Pisagor’a sukran belirtisi bir selam cakmakta. Tam bu noktada tum ihtiyaciniz olan, Londra Universitesi’nden Matematikci Simon R. Blackburn’un yardiminiza hizir gibi yetistirdigi hunerli, hayatinizi kolaylastirici ve uygulamasi son derece basit bir geometrik formul:



Kaynak: Mükkemmel Park Etmenin Geometrisi, Simon R. Blackburn

Monday, January 18, 2010

tek rakibi Hezarfen Ahmet Celebi

Gecenlerde resimdeki Tarom Havayollarina ait sevimli ucaga ucuncu kez bindim ve benim icin artik klavyeye alacak kadar zevk ve heyecan dolu bir tecrubeye donustu. Halk arasinda “pirpirli” lakabiyla anilan bu bebek, Turkiye semalarinda da major olmayan noktalar aginda ucmustur diye tahmin ediyorum. Anne-babamin korku dolu ucus hikayelerinin basrolu de herhalde bu sakaci canavar olmali. Her ne kadar benim bindigim, 50 yolcu kapasiteli ATR 42-500 modeli 95 yilinda hizmete girmis olsa da, ATR 42 serisinin ilk ucagi 42-300, istikbaldeki debut’sunu 1984 yilinda yapmis.

Oncelikle, bu ucak (bundan boyle– yasitlarimiz beni anlayacak- Jimbo ismiyle anilacaktir) Boeing olsun, Air Bus olsun buyuk ve cok yolcu kapasiteli, daha karmasik teknolojili ucaklara gore daha guvenliymis. Herhalde komplikasyona yol acabilecek aksamlarin daha az, motorunun daha sade ve kucuk, pervanelerin de disarida olusu gibi nedenlerdendir. Dusme ihtimali, ya da gecmisteki kaza istatistigi agabeylerinin yaninda esamisi okunmayacak kadar dusukmus. Bu elbet rahatlatici bir bilgi. Lakin nasil rollercoster’a binerken olmeyeceginizi bildiginiz halde nabiz duvarini asiyorsaniz (ki burada dusuk bir ihtimal de olsa olme sansiniz hala rollercoster’a gore cok yuksek), bu ufaklik icin de olasilik hesabi ancak bir yere kadar rahatlatiyor.

Ilkokul din derslerinde ogrenip sonradan unuttugunuz tum dualari harfi harfine hatirlatma yetisiyle diyanet islerine yatkin bir makine, Jimbo. Kalkis anindan itibaren mutemadiyen yercekimiyle mucadele halinde gecen bir yolculuk... Bilmiyorum bilimsel olarak mumkun mudur ama, arada ufak irtifa kayiplari yasadigimiza eminim. Inis de sanki tertip edilmis planli bir organizasyonla istem dahilinde degil, ucagin yercekimine nihayet pes etmesiyle gerceklesen bir eylem gibi geliyor. Kalkista da, canim benim, ayaklarini yerden kesene kadar telef olacak gibi oluyor yavrucak. Hani varis noktasina soyle cila gibi bir otoyol cekilmis olsa, hic ucma zahmetine girmeden yerden gider diye tahmin ediyorum. Ancak tam “ucamadi garibim, vazgeciyor herhalde” dediginiz anda, kendisinden beklenmeyen bir yukari-itmeyle tekerleklerini yerden, aklinizi da kafatasinizdan kesiyor. O zeminden kopus anini diger ucaklarinkinden cok farkli buluyorum, herkese tavsiye ettigim muthis bir eksperiyans (bu kelime Turkce’ye girse ne olur? cok hosuma gidiyor :S). Ayrica minik govdesi darbe emici bir kutleye sahip olmadigindan hava akimlarini da birinci kanattan hissediyorsunuz. Hani ters bir ruzgar ya da hava akimi olsa gokyuzunde alabora olacak gibi... Bir de gurultu meselesi var ki, cabrio ucakla gitseniz daha fazlasini duymazdiniz. Henuz bana vurmadi ama sonrasinda bas agrisi ceken cokmus.

Besiktas- Uskudar motor hattinin tadini aldiktan sonra ayni mesafede vapur yolculugu –yemisim nostaljisini de, estetigini de, dokusunu da- hep sanci verici gelmistir. Iskeleden kalkisi, mesafeyi katettigi sure kadar yanasmak icin harcadigi sure, etc. Iste Jimbo’yu tanidiktan sonra buyukleri gozumde hantal bir burokrasiye tekabul ediyor. Cok pratik bir ucak. Kalkiyor, ucuyor ve iniyor. Kalkis ve inis icin izin istiyor mu ondan bile supheliyim. Pilot ve hostesler de Jimbo’nun teamulen “informal” yanlarindan gelen faydalari inkar ya da reddetmiyorlar. Murettebat oldukca genis davraniyor. Misal, daha tam yerlesmemisken motor calisiyor ve kervan yolda duzelir misali, hareket etmeye basliyor. Siz de el mecbur serilesiyor, toparlaniyor ve kemerinizi takiyorsunuz. Hostes deseniz pantomimi gereginden fazla ciddiye alarak gulunc duruma dusmuyor, hizli cekimde sabah jimnastigini gerceklestiriyor. El valinizinizi iceri almiyorlar. Bildiginiz sehirlararasi otobus misali gorevliye veriyorsunuz, bagaja koyuyor, yolculuk tamamlaninca da iner inmez bagaginizi aliyorsunuz. Agrisiz, sizisiz. Zaten hepi topu 12 kisiyiz, fazla zahmete ne gerek? *

Evet yukledigi adrenalinle bu ucagi seviyorum. Ama en cok da bu yonunu, cihandan huzurlu izolasyonunu seviyorum. Islek hatlar arasinda ucmadigindan zaten az olan kapasitesinin cok daha altinda yolcusu olabiliyor. Diger buyuk hatlardaki dev celik kuslar, soyle bir bakinca mahseri andiran (gorduk ya) kalabaligiyla, birkac bin fit yuksekte, stratosferde dahi olsaniz size dunyanin cok kalabalik bir yer oldugunu bir an olsun unutturmuyor. Jimbo’da ise yerkureden ve onun sakinlerinden uzak, evrende yalniz bize ayricalikli bir yerdeymisiz hissine kapiliyorum. Boyle olunca sanki kutsal ve insanliga faydali bir yolculuk icin kader birligi yapmis 12 kozmonot gibiydik. Ya da uzun suredir turnede olan, artik birbirine tahammulu kalmamis ve iletisimi kopmus elemanlardan olusan kalabalik bir muzik grubu gibi (almost famous)... Ya da Isa'nin son yemegindeki 12 havari gibi... Ya da, bence biraz abartiyorum gibi :S





* Konudan cagrisimla, yakin gecmise ait ucusla ilgili bir anim aklima geldi. Gecen yil sampiyonluk icin ozel bir organizasyonla gittigimiz Denizlispor deplasmanindan donuste, yolcu sayisi gidistekinden fazla olunca [nasil oldu demeyin. 305 kisi gittik, 314 kisi donduk. Biri heyecandan dokuz dogurdu herhalde] kaptan isyan bayragini cekip hakli olarak ucagi kaldirmadi... Bunun uzerine “Ayi” lakapli Guven Abi tartismaya noktayi koydu:

“Kaptan, murettebati indir! Kimseye ihtiyacimiz yok, biz kendimiz gideriz” :S

Wednesday, January 13, 2010

mimar babam , android eniştem

şaşırmayı severiz değil mi? ("yeey!" seslerini duyar gibiyim) hayal ettiklerimizin hakikate dönüştüğünü görmek hepimizi büyüler (1. çoğul şahıs kullanarak itirazlarınızı daha ilk baştan engelliyorum). sinemanın geldiği yere bakın. avatar'da izlediğimiz fantastik dünya, neredeyse gerçek. oysa gösterişli teknik başarısı ile avatar, izleyende en fazla ve yalnızca gerçekmiş hissi uyandırıyor. bilgisayar ortamında yaratılan (takdiri hak eden) bir ürünün, gelinen son noktada gerçeğe ne kadar yakın olduğunu görüyor ve hayret ediyoruz. avatar'ın başarısı işte, tam da yarattığı bu hayret'te. gerçek olmadığını bilgimiz halde, sürreal'in bu gerçekçi sunumu dahi görselliği ile bizi ziyadesiyle tatmin ediyor. işte hoolywood'un, ya da bilgisayar ortamında yaratılan bütün o akıl dolu, masraflı ve şaşaalı işlerin ederi, sıradan izleyici için aslında bir anlık yanılsama karşılığı duyacağı tatmin kadar, ötesi yok. ben 11 lira ödedim ve buna deydi.

insanoğlunun fantezi ile arasında duran çizgiyi ortadan kaldırmaya en çok yaklaştığı alan, tahayyül ve hakikatin estetik evliliği olan mimari. alan, yüzey, form... görebilir, dokunabilir sayısız yapı... aslında duyabilir ve koklayabilirsiniz de (çileklisini yapsalar tadına da bakılır :S). konstrüktivist veya dekonstriktüvist, modern ya da barok, estetik veya işlevsel, basit ya da karmaşık... hangi akımdan etkilenerek, hangi maksatla yapılmış olursa olsun, insan yaratıcılığının geldiği son nokta, onun mimari izlerinin içerisinde bir yerlerde. elbette, bilim kurgu ve mimarinin temas ettiği sayısız nokta var. bilimden -ve daha ziyade toplumsal olan'dan- feyz alan fütüristik ve kurgusal sanat ürünü, insanın var oluşu için merkezi bir öneme sahip mekansal düzenleme için de önemli bir ilham kaynağı. bilim kurgu ve mimari, araslarında doğrusal bir bağlantı olmasa da, aynı kaynaklardan beslenen ve birbirini çokça besleyen, ileri taşıyan, ancak aralarındaki mesafeyi ölçmenin mümkün olmadığı iki ayrı dal.


1995te tasarlanan x-seed 4000, muhtemelen ömrü hayatımızda göremeyeceğimiz bir mimari fantezi olarak varlığını sürdürüyor. kurgusal olarak, tokyo'da inşa edilecek. yaklaşık 4000metre yükseklikte, 6000 metre çapında ve yaklaşık bir milyon kişi barındıracak. iç iklimlendirmesi ise güneş enerjisi ile sağlanacak. tabii bunlar belirsiz bir geleceğin öngörüleri. proje üzerinde kuramsal çalışmalar sürüyor fakat, proje sahibi firma dahi bitiş tarihini 2110 olarak öngörüyor. bittiğinde gezendeki yegane tanrısal yapı olacak. tamamıyla insan işi olması ise, aslında insan ve tanrı arasındaki ilişkinin ilki lehine artık bütünüyle sönmesi anlamına geliyor. bol sebze yer, meyse suyu içer ve düzenli spor yaparsanız... belki temel atma törenini izlersiniz :S hiçbir zaman gerçekleştirilmese dahi yapılabilirliği düşlemek, buna kafa yormak, bir tür zihinsel egzersiz olmaya devam edecek. neticede aya gitmek için yapılan çalışmaların sağladığı ilerleme de, aya gitmenin sağladığından çok daha büyüktü.


öte yandan, daha gerçekçi ve görece affordable mimari fanteziler de yaşamıyor değil. tokyo körfezi için düşünülen Shimizu* TRY 2004 Mega-City piramidi bunlardan biri... yaklaşık 750.000 çalışkan japon'a ev sahipliği yapması düşünülen piramidin taban alanı 8 kilometrekare, yüksekliği ise 2000metrenin üzerinde olacak. enerji kaynağı ciddi bir sorun. kömür sobası kullanacak halleri yok, doğalgaz da henüz japonya'ya gelmemiş :S İlk etapta düşünülen kaynak yosun. bunun yanında binanın dış yüzeyine yerleştirilmesi düşünülen dev paneller sayesinde rüzgar ve güneşten de faydalanılacak (geleceğe dair bütün planlarımızda güneşe yaslanıyor gibiyiz). şu an için henüz araştırma ve kimi temel testlerin yürütülmesi aşamasındayız. görünen en büyük sorun, malzemenin ağırlığı. aşılması için de karbon nanotube konusunda ilerleme kaydedilmesi gerekiyor. şimdi kemelerinizi bağlayın ve sıkı durun, yapının kısmi de olsa ilham kaynağı hepimizin yakından tanıdığı bir kült, 1982 yapımı blade runner! filmde sıklıkla görülen tyrell corporation merkezi, TRY 2004 için estetik bir başlangıç noktası oluşturuyor. bilim kurgu ve mimarinin iç içe geçtiği daha büyük ölçekli bir örnek olduğunu sanmıyorum. fizik ve materyal sorunları çözülürse, 2030larda temel atılması bekleniyor. daha detaylı bilgi, proje üzerine belgesel çekimi de yapan discovery channel web sitesinde mevcut...


bu tip uzun vadeli, masraflı ve cüretkar projelerin alan kıtlığı çeken ve teknik gelişiminin öncüsü olmayı elden bırakmayan japonya'dan çıkmış olması tesadüf değil. aslına bakacak olursanız, her iki yapının da piramid formu nedeniyle toplumsal katmanları arasında sınırları net çizilmiş, geçişsiz, dikey ve otokratik bir iktidarın hüküm sürdüğü disütopik bir geleceğe göz kırpıyor olması biraz ürpertici. japon toplumunun biat ettiği "çalışmayı kutsamak" kültürü, nazi iktidarının da önemli bir düsturu idi. kapitalizmi karikatürize eden -dipte ağırlığı taşıyan paryadan yukarıda monarşiye doğru daralan- klasik piramid çizimi, ya da tanrısal firavunlar için antik mısır'da ve avrupa işgali öncesi amerika'da inşa edilen kutsal ve kudretinden sual edilmez pramitler ile geleceğin yapıları için tasarlanan biçimin aynı olması, tesadüften öte bir anlam taşıyor. piramit, geometrik biçimi ve uzamda kaybolur görüntüsü nedeniyle her daim mutlak iktidari temsil etti. keops ve chichen itza'nın taşıdığı hakimiyet, kudret ve parya üzerindeki ezici etki, geleceğin görkemli yapılarında da sürecek.


kendi içerisinde bir habitat olma iddiasını taşıyan , kendi kendine yetebilen ve bu anlamda bir kent olma iddiasına sahip mega yapıların dönemi aslında başladı bile. mega yapıların şöhretli mimarı sir norman foster'ın moskova'daki crystal island'ı bittiğinde dünya üzerindeki en büyük yapı olacak. bu yapının en ciddi iddialarından biri ise sürdürülebilirlik. crystal island "nefes alan dış yüzeyi" ve spiral biçimi sayesinde enerji tasarrufu sağlamanın yanında kendi solar enerjisini de üretecek.



başınızı yastığa koyup gözlerinizi tavana diktiğinizde dilediğiniz karanlık geleceği düşlemekte özgürsünüz. ortağımın 2010a adım atışımız sebebiyle andığı distopyalara iki ekleme de ben yapayım. george orwell'in 1984ü sene itibarı ile geçti, yırttık. ancak brazil, hala önümüzde bir yerlerde.. yukarıda bahsi geçen kent-piramitler siyasi olarak belirsiz bir geleceğe ait olsalar da, en azından insanın çevreyle mücadelesini barışçıl yollarla sonlandırmayı öngörüyorlar. gezegen üzerindeki tahribatı kendimizi ondan soyutlayarak engellemek dahi, onu bütünüyle yıkıma uğratmaktan çok daha iyi bir tercih.


şimdi bu tarafa bakın...





I own you...
hmmm...

Tuesday, January 12, 2010

korku cagi

17. yuzyil, matematigin cagiydi, 18. yuzyil doga bilimlerinin, 19. yuzyil ise biyolojinin cagiydi. Bizimkisi, yani 20. yuzyil ise korkunun cagidir. Simdi bana yanit olarak korkunun bir bilim olmadigi soylenecek. Ama bilimin bununla yine de bir ilintisi var, cunku bilimin son kuramsal ilerlemeleri onu kendi kendisini yadsimaya surukledi, uygulamada eristigi yetkinlik duzeyleri ise butun dunyayi yikima goturme tehlikesiyle karsi karsiya birakti. Ayrica korku, tek basina ele alindiginda, her ne kadar bir bilim sayilamaz ise de, onun bir teknik oldugundan kusku duyulamaz. Cunku yasadigimiz dunyada en carpici nokta, insanlarin cok buyuk bolumunun bir geleceklerinin bulunmayisidir. Oysa gelecege, olgunlasmaya ve ilerlemeye yonelik bir umut olmadan anlamli bir yasamdan soz edilemez. Bir duvarin onunde yasamak, kopekler gibi yasamaktan farksizdir. Gerek benim kusagimin insanlari, gerekse bugun isletmelere ve fakultelere girmekte olan insanlar kopekler gibi yasadilar ve yasamaktadirlar. Insanlarin onune duvar orulmus bir gelecekle yuz yuze yasamalari elbet ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha once bu duvarlari sozun ve cagrinin yardimiyla asarlardi. Umutlarini olusturan baska degerlere atifta bulunurlardi. Bugun ise (kendilerini yineleyip duranlarin disinda) artik kimse konusmuyor, cunku dunya bize uyarilari, ogutleri dilekleri duymayan kor ve sagir guclerce yonetiliyormus gibi gozukuyor. Kisa bir gecmiste yasadigimiz yillarin sergiledigi oyun, icimizde bir seyi yikti. Ve bu sey de insanoglunun bir baska insanla insanligin diliyle konustugu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabilecegine yonelik o sonrasiz guven duygusu. Insanlar arasinda surup giden uzun diyalog, artik kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandirmasi da son derece dogaldir.



Albert Camus, 1946
“Ne Kurban, Ne de Cellat” Denemesi
Combat Gazetesi

Sunday, January 10, 2010

bu dünyadan bir osman geçti, kimin um'runda?

I’ve never yearned for anybody’s fortune
The less I have the more I am a happy man




sokaklara tutkuyla bağlayım. aynı caddeyi bir aşağı bir yukarı ara vermeden defalarca yürüdüğümü bilirim. etrafımdan geçip giden insan kalabalığına aldırış etmeden, ama onların içerisinde olmanın zevkiyle dolaştığım çirkin mahalleleri seviyorum. üst üste binmiş biçimsiz tabelaları, paralel olduğuna emin olunamayan geniş, dar, uzun, ince sokakları, özensiz ve bakımsız mekanları iyi bilirim. sıcak motor kaputlarının üzerinde pinekleyen tembel kedileri severim. hangi ağacın dibinde köpek boku var, hangi köşeyi dönünce karşıma ters yönden bir araba fırlar, onu da hissederim. gürültücü esnafı, kahvedeki buruşukları, avare delileri, biçare şarapçıları filan tanırım. sohbetim ya da bir selamım dahi olmayabilir, ama yüzleri ezberimdedir. bakışlarımız zamanın birinde elbet karşılaşmıştır da, yabancılığımızdan taviz vermemişizdir. binaları gözlerim... 70ler ve sonraki 20 senede rant kaygısıyla alelacele dikilmiş ucubelerle önceki dönemin mimar imzalı estetik yapılarını gözümü dahi kırpmadan ayırırım. piçlerden kaçarım. uğursuzlardan, çakallardan ölesiye nefret ederim.

neyse işte, bu sokaklar - o beton- herkesten önce şarapçılarındır. kedilerin, ve şarapçıların... ankara'da mesela, bir taytıs vardı. abi kardeş yüksel caddesi'nde yaşarlardı. taytıs'ın abisi, bir bıçaklama olayında öldü gitti. ardından ağlayanı olmuş mudur bilmiyorum. taytıs - yüzü ve kafası her zaman yara bere içerisinde- enfeksiyonlu yaşamanı bir süre daha sürdürdü. belediye kış gecelerinde yatacak yer dahi sağlıyordu, yazın da inkılap sokak'a attığı açık hava yatağında idare ediyordu. geçen sene ölmüş. hayatı boyunca ne aşı olmuş, ne ilaç almış, ne sıkma portakal suyu içmiş ne de sağlıklı denebilecek diğer şeylerin yanına yaklaşabilmiş bir adamın zaten daha uzun bir ömür sürmesi beklenemezdi. erken gitti diyemiyorum. şarapçıydı, ölüverdi... taytıs'ın adını anıyorum ki, ondan geriye hiç yoksa bir iz kalmış olsun. yaşayan kimsenin anmayacağı zavallı adamın adı (gerçek ismi neydi acaba?) bari burada tozlansın.

kıbrıs şehitleri caddesi'nde bir osman yaşardı. hakkında türlü hurafeler vardı. zamanında çok zenginmiş, iyi tahsilliymiş ama aşk meşk meseleleri deli etmiş osman'ı. içkiye vermiş kendini de, uyanık akrabaları bu zavallının neyi var neyi yoksa almış elinden. aslını astarını bilmiyorum, zaten hiçbir önemi de yok. sokaklarda yaşayan binlerce insanın kim bilir nasıl yürek burkan hikayeleri var... osman işte, kafası 24 saat iyi yaşayıp gidiyordu garibim. mal varlığı pilli bir cep radyosundan ibaretti. ara sıra dellenip haykıra haykra ağlar, kimi zaman da neşeli türküler tuttururdu. doğrusu ankaralı yoldaşı taytıs bile aklı başında kalıyordu yanında. osman'ı bir dakika ayık görmedim ben, belki de bana tesadüf etmedi o hali.

osman ölmüş. kasım sonlarında bir gece kimselere duyurmadan sessizce göçüvermiş. o anın gerçekte nasıl olduğunu da kimse anlatmıyor. kanser miydi, siroz muydu, araba mı çarptı bilmiyorum. zaten bir önemi de yok. tıpkı taytıs gibi, tükenmiş bedeni -bizlerle kıyaslandığında- henüz erken bir yaşta iflas bayrağını çekivermiş. cumartesi öğleden sonra, yaşarken en sık görüldüğü yerde, mahmut esat'ın girişindeki anlamsız boşlukta anması yapıldı osman'ın. ya yky'nin duvar dibinde demlenir ya da halk bankası'nın önünde ağlardı kimsesiz... lokma döküldü, konuşmalar yapıldı, bir orkestra dahi vardı. sokaktan yoldaşları, benim gibi uzaktan tanıyanları, ve ne olduğunu anlamaya çalışan meraklı teyzeler... hepimiz oradaydık. şarkılar dinledik, lokmasını yedik, fotoğraflarına baktık. osman'a son bir selam çaktık.




r.i.p. osman boy

Saturday, January 9, 2010

itirazim var

Ortagim nostalji demisken, ben de nostaljiden hareketle kimi icraat ve icracilarin en faal donemlerinde dislanirken surec icinde klasiklesmesi, ya da kultlesmesini desmeyi planliyordum. Bulent Somay “Tarih’in Bilinc Disi”nda populer kultur kavramini kirk yarmaya calisirken, olgunun daha ziyade avama ait oldugunu, bir donemin avam olusumunun da ileriki donemlerde bir kultur ve entelekt iddiasi haline gelebildiginden bahseder. Bu noktada Shakespeare’in kendi doneminde agzi bozuk bir sokak edebiyatcisi olarak aristokrasi sinifinca hakir gorulurken, sonraki yuzyillara damgasini vurusunu, edebiyat ve sanat dunyasini yerle yeksan edecek ruzgarlar estirisini ornek gosterir.

Okudugumdan beri bizdeki yansimalari uzerine dusunce balonlari sisiririm. Mesela ben kucukken Orhan Gencebay pesinen “arabeskci” yaftasi yemis, belli bir gusto sahibi olma iddiasindaki egitimli kesimce blokaj uygulanan bir isimdi. Simdilerde ise kult bir ikon desek abartmis olmayiz. Bir gelenekci ve yuzu batiya donuk TSM gurusu olarak babam Orhan Gencebay gibi oryantal orneklere hep burun kivirirdi, ama bugun o da hakkini verir. Veya bugun absurdlukleriyle buyuk ilgi ceken 70lerin bagimsiz b-movie’leri, fantastik yesilcam filmlerini filan dusunun, pek farki yok. Kesin olan bir sey degismeyen tek seyin degisim oldugu. Retro kavrami da aslinda bana kalirsa gelenekcilikten degil, bir tur dogal donusumun/devinimin urunu olarak karsimiza cikiyor.

Tabii gecmisten olsun camurdan olsun gibi bir durum olmadigini, kult kivamina gelen kisi ya da eserlerin mutlaka bir farkliligi, gulunclugu, saglamligi veya asiriligi olmali diye dusunuyorum. Aksi takdirde neden Cetin Inanc filmleri kult oluyor da, Ulusal Video’nun bayagi, emeksiz, inceliksiz filmlerine nur yagmiyor. Veya neden Orhan Gencebay’inkiler gibi detaydan kacilmamis, uflemeli, vurmali ve yaylilariyla kalabalik orkestralarca icra edilmis eserler tekrar su yuzune cikiyor da, Gokhan Guney gibi, Ferdi Tayfur gibi kuru ve dolambacsiz ajite arabeskciler tekrar ragbet yuzu gormuyor. Elbet bu surecin icinde nostaljiye dair bir seyler vardir. Belki gercekten yeni ve surekli degisen dunyaya adaptasyonun zorlugu ve gecmisi olabildigince estetize etme, bir tur “retroactive” kurgulama yoluyla gecmisi yeniden sekillendirme ihtiyaci, belki gecmise saplanti, belki bazi kisilerin gercekten icinde bulunduklari zamanin otesinde olmasi ve kiymetlerinin sonradan anlasilmasi, belki gercekten “emek” ve “altyapi” kavramlarinin buharlasmasindan mutevellit her alanda daha da vahimlesen calakalem isler, belki de sadece farkli olma motivasyonu. Ya da hepsinin karisimi. Ben en basta dunyanin giderek zevksizlestigi, dizayn duygusunun performans, maliyet ve fonksiyonellik gibi ozelliklere karsi agir bir yenilgi almakta oldugunu dusunenlerdenim. Bir gercek varsa o da: “Kati olan hersey... jolelesiyor”. Otuz yil oncesinde yapilmis perdeleri bir dusunun; ince iscilik, agir ve pahali materyal, rafine dizayn. Ha yikamak ve asmak icin en az iki kisiye ihtiyac vardir. Bir yandan gelisen tekniklerin kullanislilik ve mobilite boyutlarina yuklenip, esyalari ve insan uzerindeki yuku hafifetmesi de kacinilmaz. Hangisi daha iyi tartmak ve karar vermek zor.

Simdi kultlesen figurler dedik ya, bunlar mumkunse ete kemige burunmemis salt silueti ya da ruhuyla geri gelsin. Herhalde Ilhan Irem buna iyi bir ornek olabilir; kendisini 20 yildir hicbir gorsel yayin organinda gormedim. Ama ille de ete kemige burunecekse hatirlandigi gibi kalsa, bugune uyarlanmis haliyle degil de gecmisten oldugu gibi bozulmadan gelse (burada sahneye Orhan Gencebay cikar) sikayetim olmaz. Ne yazik ki el yapimi ici bos efsaneler de var. Bu zorlamayla kahraman/fenomen yaratma, uzerine de bir guzel eglence kulturu bina etme samimiyetsizligini cok can sikici buluyorum. Kurgu dusmani degilim, ama boyle seylerin bir gercekliginin olmasi gerektigini dusunenlerdenim. 2000 lerin basinda NARO adinda Nuri Alco’yu kult bir figur olarak gecmisten cekip yasadigimiz gune geri getiren bir organizasyon vardi hatirlarsaniz. Yanlis anlamadiysam veya hatirlamiyorsam sanki var olan konjonkture politik bir gonderme mahiyetinde, mevcut duzeni temsil ettigi icin ikon olarak Alco’yu sectiklerini ifade ediyorlardi. Amaclarinin sonradan tanrisal bir tavirla robdosambiri ve viskisiyle bar balkonlarindan kalabaligi selamladigi, adina partilerin tertip edildigi bir ikon yaratmak oldugunu sanmiyorum. Ama iste cilkini cikaracak birileri hep oluyor. Buna bir baska mahir ornek de Muslum Gurses (belli ki bu topraklarin gercegi "arabesk"ten kacis yok ve bastirilan unsur gumbur gumbur geri geliyor).

Kabul ediyorum, durusunda, tarzinda, soyleyis biciminde filan pek degisiklik yok; cogu acidan ayni “Muslum Baba”. Ama eger gercekten degeri sonradan anlasildiysa, onu eski haliyle, o muzikalitesi dusuk, birbirinin kopyasi fabrikasyon uretimi sarkilarla severlerdi. En beylik aforizma degil midir, “birini gercekten sevmek, onu oldugu gibi kabul etmek ve degistirmeye calismamaktir”. Bana kalirsa bu da nostalji ya da zamaninda esirgenen payeyi iade etmek filan degil. Bu acgozlu efsane yaraticilarinin, “camp” manyaklarinin belli kesimler icin zaten var olan efsaneyi bencilce donusturme, akil terazisi hepten yitik ve yonlendirmesi kolay bu adamcagizi kendi gecmisinden, kendisinden, gercek kitlesinden koparip bir oyuncak gibi alip yeniden sekillendirme, istedikleri gibi bicimlendirme hadisesidir. Aklanmaya calisilan bir kara “guilty pleasure” vak’asi. Mesrulastirmanin yegane yolu da genetigiyle oynamak. Rock sarkilari okutulur, dunya klasikleri Turkce soyletilir, bagir cagir eslik edilir. Isleri bittiginde de bir pacavra gibi kenara atiliverilir. Olan da Muslum Baba’yi tum ciplakligiyla, “kaybeden” haliyle oldugu gibi seven, onun gercekligine kanip bir tapinma eylemi olarak kendini jiletle dograyan gercek sevenlerine olur. Hic kendinizi uzmeyin, birilerinin de o derin kesiklerin hesabini vermesini beklemeyin sevgili gercek "Muslum Baba"cilar. Unutmayin ki jilet, iyi gorunmektir :S

Thursday, January 7, 2010

ah nerede o eski...uzay gemileri :S


babam bir koleksiyoner olduğundan belki...doğrusu babam kendi geçmişine sımsıkı bağlı bir koleksiyoner olduğundan belki, anılarımın son çeyreğinde yoğunlaştığı 20. yüzyıl'ın ortalarına ilişkin de hatırı sayılır birikimim var. hatta, bazı anıları çok fazla dinlemekten herhalde, kimi zaman gençliğimin gençlik cadddesinde kocaman amerikan arabalarını izleyip çoluk çocuk bütün mahalle sinemalara doluşup türk filmelerinde ağlayarak geçtiğini sanıyorum. o kadar da değil elbette. hala ispanyol paça pantolon, geniş yaka dar gömlek giyiyor; çorapta malbuş, gömlek cebinde birinci taşıyor olabilirim ama bu katiyen benim geçmişte yaşadığım anlamına gelmez :S


az önce yine babam, fi tarihindeki bir radyo programından, zeki müren'in dinleyicelerini "gözünüz yolda, kulağınız bende olsun... aziz dinleyicilerim" diye selamlamasından bahsedip, kısa dalgadan bir nostalji rüzgarı estirdi de, aklımda gaz lambası yanıverdi (pek tabii bizim zamanımızda ampül yoktu. ampül demişken, babama göre gelmiş geçmiş en önemli şahıs edison'dur). orhan pamuk'un benim adım kırmızısı'nın geçtiği 16. yüzyıl istanbul'unda bile, kara namlı kahraman çocukluğunun istanbul'una özlem duymuyor mu? okur ilk anda "lan daha fetih gerçekleşeli bir asır olmuş" diyor ama, mevzu başka sanırım. demek insan her daim uzak ya da yakın geçmişe özlem duymaya haiz. insanoğlu kültür birikimini oluşturduğundan beri geçmişe özlem duyuyor. demek en çok, belki de şahsi etkisinin en hafif olduğu, geçmişi sahipleniyor.


neyse bu çok da önemli bir konu değil aslında. aklıma gelmişken, unutmayayım dedim. belki ileride blog'u açar bakar "ah ulan ne güzel yazmışız, şimdiki gençlerin alayı tırıvırı" derim.


şimdi lütfen birisi atımı getirsin. garp memleketlerine sefere çıkıyoruz! :S


(mehter marşı gir)