Gecenlerde resimdeki Tarom Havayollarina ait sevimli ucaga ucuncu kez bindim ve benim icin artik klavyeye alacak kadar zevk ve heyecan dolu bir tecrubeye donustu. Halk arasinda “pirpirli” lakabiyla anilan bu bebek, Turkiye semalarinda da major olmayan noktalar aginda ucmustur diye tahmin ediyorum. Anne-babamin korku dolu ucus hikayelerinin basrolu de herhalde bu sakaci canavar olmali. Her ne kadar benim bindigim, 50 yolcu kapasiteli ATR 42-500 modeli 95 yilinda hizmete girmis olsa da, ATR 42 serisinin ilk ucagi 42-300, istikbaldeki debut’sunu 1984 yilinda yapmis.
Oncelikle, bu ucak (bundan boyle– yasitlarimiz beni anlayacak- Jimbo ismiyle anilacaktir) Boeing olsun, Air Bus olsun buyuk ve cok yolcu kapasiteli, daha karmasik teknolojili ucaklara gore daha guvenliymis. Herhalde komplikasyona yol acabilecek aksamlarin daha az, motorunun daha sade ve kucuk, pervanelerin de disarida olusu gibi nedenlerdendir. Dusme ihtimali, ya da gecmisteki kaza istatistigi agabeylerinin yaninda esamisi okunmayacak kadar dusukmus. Bu elbet rahatlatici bir bilgi. Lakin nasil rollercoster’a binerken olmeyeceginizi bildiginiz halde nabiz duvarini asiyorsaniz (ki burada dusuk bir ihtimal de olsa olme sansiniz hala rollercoster’a gore cok yuksek), bu ufaklik icin de olasilik hesabi ancak bir yere kadar rahatlatiyor.
Ilkokul din derslerinde ogrenip sonradan unuttugunuz tum dualari harfi harfine hatirlatma yetisiyle diyanet islerine yatkin bir makine, Jimbo. Kalkis anindan itibaren mutemadiyen yercekimiyle mucadele halinde gecen bir yolculuk... Bilmiyorum bilimsel olarak mumkun mudur ama, arada ufak irtifa kayiplari yasadigimiza eminim. Inis de sanki tertip edilmis planli bir organizasyonla istem dahilinde degil, ucagin yercekimine nihayet pes etmesiyle gerceklesen bir eylem gibi geliyor. Kalkista da, canim benim, ayaklarini yerden kesene kadar telef olacak gibi oluyor yavrucak. Hani varis noktasina soyle cila gibi bir otoyol cekilmis olsa, hic ucma zahmetine girmeden yerden gider diye tahmin ediyorum. Ancak tam “ucamadi garibim, vazgeciyor herhalde” dediginiz anda, kendisinden beklenmeyen bir yukari-itmeyle tekerleklerini yerden, aklinizi da kafatasinizdan kesiyor. O zeminden kopus anini diger ucaklarinkinden cok farkli buluyorum, herkese tavsiye ettigim muthis bir eksperiyans (bu kelime Turkce’ye girse ne olur? cok hosuma gidiyor :S). Ayrica minik govdesi darbe emici bir kutleye sahip olmadigindan hava akimlarini da birinci kanattan hissediyorsunuz. Hani ters bir ruzgar ya da hava akimi olsa gokyuzunde alabora olacak gibi... Bir de gurultu meselesi var ki, cabrio ucakla gitseniz daha fazlasini duymazdiniz. Henuz bana vurmadi ama sonrasinda bas agrisi ceken cokmus.
Besiktas- Uskudar motor hattinin tadini aldiktan sonra ayni mesafede vapur yolculugu –yemisim nostaljisini de, estetigini de, dokusunu da- hep sanci verici gelmistir. Iskeleden kalkisi, mesafeyi katettigi sure kadar yanasmak icin harcadigi sure, etc. Iste Jimbo’yu tanidiktan sonra buyukleri gozumde hantal bir burokrasiye tekabul ediyor. Cok pratik bir ucak. Kalkiyor, ucuyor ve iniyor. Kalkis ve inis icin izin istiyor mu ondan bile supheliyim. Pilot ve hostesler de Jimbo’nun teamulen “informal” yanlarindan gelen faydalari inkar ya da reddetmiyorlar. Murettebat oldukca genis davraniyor. Misal, daha tam yerlesmemisken motor calisiyor ve kervan yolda duzelir misali, hareket etmeye basliyor. Siz de el mecbur serilesiyor, toparlaniyor ve kemerinizi takiyorsunuz. Hostes deseniz pantomimi gereginden fazla ciddiye alarak gulunc duruma dusmuyor, hizli cekimde sabah jimnastigini gerceklestiriyor. El valinizinizi iceri almiyorlar. Bildiginiz sehirlararasi otobus misali gorevliye veriyorsunuz, bagaja koyuyor, yolculuk tamamlaninca da iner inmez bagaginizi aliyorsunuz. Agrisiz, sizisiz. Zaten hepi topu 12 kisiyiz, fazla zahmete ne gerek? *
Evet yukledigi adrenalinle bu ucagi seviyorum. Ama en cok da bu yonunu, cihandan huzurlu izolasyonunu seviyorum. Islek hatlar arasinda ucmadigindan zaten az olan kapasitesinin cok daha altinda yolcusu olabiliyor. Diger buyuk hatlardaki dev celik kuslar, soyle bir bakinca mahseri andiran (gorduk ya) kalabaligiyla, birkac bin fit yuksekte, stratosferde dahi olsaniz size dunyanin cok kalabalik bir yer oldugunu bir an olsun unutturmuyor. Jimbo’da ise yerkureden ve onun sakinlerinden uzak, evrende yalniz bize ayricalikli bir yerdeymisiz hissine kapiliyorum. Boyle olunca sanki kutsal ve insanliga faydali bir yolculuk icin kader birligi yapmis 12 kozmonot gibiydik. Ya da uzun suredir turnede olan, artik birbirine tahammulu kalmamis ve iletisimi kopmus elemanlardan olusan kalabalik bir muzik grubu gibi (almost famous)... Ya da Isa'nin son yemegindeki 12 havari gibi... Ya da, bence biraz abartiyorum gibi :S
* Konudan cagrisimla, yakin gecmise ait ucusla ilgili bir anim aklima geldi. Gecen yil sampiyonluk icin ozel bir organizasyonla gittigimiz Denizlispor deplasmanindan donuste, yolcu sayisi gidistekinden fazla olunca [nasil oldu demeyin. 305 kisi gittik, 314 kisi donduk. Biri heyecandan dokuz dogurdu herhalde] kaptan isyan bayragini cekip hakli olarak ucagi kaldirmadi... Bunun uzerine “Ayi” lakapli Guven Abi tartismaya noktayi koydu:
“Kaptan, murettebati indir! Kimseye ihtiyacimiz yok, biz kendimiz gideriz” :S
Monday, January 18, 2010
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment