Friday, April 30, 2010

let’s lynch the landlord

Ev sahibi – kiraci iliskisi herhalde dunyevi hayatin en tuhaf dinamiklerine sahip iliskilerinden biri. Fazla sertlige gelmeyen ama fazla samimiyeti de kaldirmayan, isler yolundayken saygi yuklu, sarpa sardiginda ise insaniyetin firar edebilecegi kirmizi ince cizgi, ya da cambaz ipi. Ben de bir ev sahibiyim. Rahmetli annemden bana bir ev kaldi. Fakat ev benim degil :S Dahasi, kirasi da cebime girmiyor. Biraz tuhaf bir hikaye oldugunun farkindayim. Soyle ki, yillarca oturdugumuz evin sahibi annemin cok sevdigi eski bir tanidigiydi. Kadin Fransa’da yasayan, kocasini yillar once kaybetmis, klasik bir gurbetci aliskanligi olarak tum kazandigini Istanbul’da gayrimenkule yatiran ve muhtemelen oranin sosyal kosullarini birakip asla buraya donmeyecek, eger amac yatirimsa da bunun donusunu cok fazla hissetmeyecek biri. Kokleriyle arasindaki bagi bu sekilde kuvvetlendirdigine inaniyor kanimca. Daha sonra biz o evden cikip kendi evimize tasindigimizda, onun ricasiyla kira ve kiraciyla ugrasma isi anneme devroldu. Annem vefat edince de bana... Miras kalan evin kendisi degil, sorumlulugu oldu. Is sadece para toplamak olsa neyse, emlak vergisi var, kiradan dusulecek mecburi harcamalar var, apartman giderleri var, demirbasi var, var oglu var. Aklinizdan “acaba bu isten hic mi cikari yok, indiragandi yapiyor mudur” gibi dusunceleri gecirdiginizi duyar gibiyim ve sizi cok ayipliyorum. Aklimdan gecmedi degil :S Ama annemin oturtmus oldugu seffaf mali yonetim modelinin (bankadan ay ay hesap hareketleri bilgisi, masraf dekontlari, faturalar vs) buna izin vermesine olanak yoktu.

Kiraci, kocasindan bosanmis, kiziyla yasayan bekar bir kadindi ve ev sahibini biziz saniyordu. Cunku inanisa gore gercegi bilmesi durumunda isi savsaklayabilir, kirayi aksatabilirdi. Gercekten alti ay kira vermese ne yapabilirdim ki? Ev sahibi kadinin gelip ugrasacak durumu da yoktu. Sadece yilda bir tatile geliyordu, onda da yil icinde birikmis parasini veriyordum. Esasinda annem abartiyor, her ay basinda aldigi parayi bankadan cekiyor, goturup bir de avroya ceviriyordu. Ben o kadariyla ugrasamazdim, en bastan soyledim. Hesap hareketlerini de bankadan degil, yilda bir internet bankaciligindan cikti olarak alip verdim. Her ne kadar yakin bir tanidik olsa ve cikarlarini gozetse de, ev sahibi gayri menkul zengini oldugu icin annem bu konuda –biraz da kiraci ve kadin dayanismasindan yollu- Robin Hood’luktan da geri durmamis ve ederinden dusuk bir rakama kiraya verme konusunda insiyatif kullanmis, gercek ev sahibinin rizasini da almisti.

Tabii yonetim degisince tum kurumsal yapida da gedikler olustu. Ilk alti ay cok savsakladim. Benim hamurumda insanla ugrasmak hic yok. Sirf ilan vermeye ve insanlara gostermeye usendigim icin muhtemelen arabamin son sahibi olacak ben, kalkip hem de bir baskasinin evi icin ucuncu sahislarla ne kadar yuz-goz olabilirdim. Ancak altinci ayin sonunda artik o donemki bosluktan midir bilinmez, farkli bir kafaya girip, ehil bir iktisatci triplerinde hesap hareketlerini titizce incelemeye giristim ve sallanmakta olan bir mali tabloyla karsilastim. Belli ki ilk icraatim radikal olacakti; iki aylik kira eksikti. Klasik otomatik talimat hikayesi. O an hesapta para gormemis, yatmamis filan. Bankadan beni arayip, gunahlari boynuna, kiracinin adina ozurler dilediler. Is zamma filan geldiginde, ya da her firsatta kazandiginin anca ayi kurtarmaya yettigini soyleyen kiracinin hesabindaki boyle bir oynamayi, ya da durgunlugu hissetmemis olmasi pek inandirici degildi. Yersen iste. Yememistim.

Sonrasinda benzer sacma sapan hikayeler oldu. Yok kapiciya vermis, kapici bir kismini yemis ve ortadan kaybolmus. Yok efendim banka havalede otuz liralik bir komisyon almis, o nedenle eksik yatirmis ama mantik olarak zaten bunun kiradan kesilmesi gerekiyormus. Buna benzer sayisiz iddia ve bahanelerle muhatap olmak durumunda kaldim. Hani Everyone’s Got One, eyvallah, ama bir evsahibi egosu gelistirecegim aklimin ucundan bile gecmezdi. Yalan yok, aptal yerine konmusluk hissinden birkac kez arayip tirad bile gectim. Emekli olmasina ragmen calisan, genc sayilabilecek, hergun isine arabasiyla gidip gelen modern bir kadinin dunyadan ve teknolojiden bu kadar bihabermis gibi davranmasi sinirime dokunuyordu. Dahasi, eger arayip canini sikacak bir sey soylerseniz muthis bir gurur refleksi gosteriyor, sizi bu incinmisligine inandiriyor ve kendinizi asagilik, allahin belasi pinti bir ev sahibi gibi hissediyorsunuz.

Yine de bir sekilde gecinip gidiyorduk, ta ki arayip evden cikacagini soyledigi gune kadar. Emanet ev basima yikilmisti. Dedim ya, boyle bir iliskide yer almaktan yeterince hosnutsuz oldugum yetmiyormus gibi, simdi de kiraci sececektim. Belki bir adaletsizlige imza atacak, belki ihtiyaci olan birini geri cevirecek, belki hic ihtiyaci olmayan birini ihya edecektim. Hicbir cikarim yokken vicdanimin esiri olacaktim. Uc dort kisiden sonra tirlattim. Kimi kirada anlasiyor, turlu turlu masraflari kabul ettirip kiradan dusmeye calisiyor, kimi tum masraflari ustlenecegini ama bir yil boyu kira vermeyecegini soyluyor, kimi evi oldugu gibi bir onceki kiracidan bile daha dusuk miktara tutmaya calisiyor. Aslinda hep kiraya verilecek evleri imceleyen bir kurulun olmasi gerektigi ve belirledigi masraf/tadilatlarin ev sahibi tarafindan yapilmasini zorunlu kilmasi gerektigine inanmisimdir. Bu konuda utanilacak ve sefil durumdaki evleri gayet olagan bicimde kiralamaya calisan yuzsuz ev sahipleri biraz talim olurdu belki. Neyse, baktim bu pazarliklar da midemi bulandiriyor, ev sahibini arayip bende birikmis olan parasini tadilata yatirmam gerektigini soyledim. Amacim tertemiz evi anlastigim rakama kiraya vermek, aylar sonra hesaba baktigimda ay sayisinin kirayla carpimi kadar parayi gormekti. Sagolsun hic itiraz etmedi. Sagolucak tabi, sanki babamin evi. Evin tum tadilat isini de tanidik bir aile ustasina peskes cektim :S Evin sahibinin biz olmadigini biliyordu, bu nedenle pazarlik gucum cok yoktu. Ama bir yandan sorumluluk mirasi da vardi. Bu nedenle ustaya “hak gecmesin”, “bak yetim annesidir”, “coluk cocugunun [en genci 35 yasinda] nafakasi…”, ev sahibine de “usta cok degerli bir insan”, “asla haram yemez” gibi ucuz ve ajite halk edebiyatiyla aman vermedim. Artik hem ev sahibi, hem araci, hem de ustaydim. Hatta ustune evin kiracisi olmayi bile dusundum. Hakikaten guzel olmustu.

Hersey bittiginde buna gercekten degdi. Usta da, ev sahibi de, araci da, kiraci da kazandi. Can sikici detaylardan yalitilmis, sadece kira rakami uzerine konusabilecegimiz bir konuma geldik. Eger bir kiracidan hic haber almiyorsaniz, o kiraci iyidir derler. Su an, eger halen hayattaysa :S, oyle bir kiraci oturuyor. Seytan kulagina kursun, bir degisiklik daha olursa kadindan zorla vekalet alip evi satip parasini da swift yapmayi dusunuyorum. Elbette komisyon masrafini keserim, dogrusu bu :S

Tuesday, April 27, 2010

horn intro

Haberi okurken kafamdaki arka plan muzigi Modest Mouse’un “Good News…” albumlerine giris parcasi Horn Intro’ydu. Boynuz Jose Tomas’a girerken, onlar da zihnime o kulak tirmalayici kornayla giriverdi. Elim ise okuma esnasinda ve uzunca bir muddet sonrasinda, kasigimda kaldi. Karizmatik matador Jose Tomas, Meksika’daki arenada belasini azgin bogadan bulmus, boynuzu on santimetre kadar kasigindan iceri buyurmus. Baya baya olumden donmus. Yogun kan kaybi yasamis, kani neredeyse komple degismis.

Ne zaman bu konuyla ilgili bir seyler yazacak olsam aklima “bize medeniyet dersi verenler…” , “kurban kesmeyi vahset gorenler…” tandansli, isin ahlaki ozunden soyut, rekabetci kontratak yorumlar gelir, vazgecerim. Bu kez haberin de vesilesiyle parmaklarim momentum kazandi. Bu dupeduz vahsetin, bir ayini andiran bu adaletsiz rituelin boylesine olagan bir eglence anlayisi olarak sunulmasini, dogmatik bir kulturel kod olarak kabul gormesini aklim hicbir zaman almaz. Hele giyim-kusamdan romantizme, kitlesel ilgiden gucun sembolune etrafinda sekillenen zengin kulturun varligi vahsetin ta kendisiyle yurek kaldirmaz bir tezat olusturuyor. Bu hayvanlar intikam bilir mi, toplumsal bir bellekleri var midir bilmiyorum ama arada unlu olup arenayi kan golune cevirmeyi bir sekilde beceriyorlar. Buna son vermek ne otoritelerin, ne de katliam istahli binlerce vahset taniginin sagduyusuyla gerceklesecege benzemiyor. Hicbir insan evladinin yasami yitsin istemem; zaten Tomas’a komaz, yirtmis kefeni, ama olumcul olmayacak sekilde bu hadiselerin sayisi artsin da genc matadorlar rahatsiz olsun, sapkalarini onune koyup “bu is tehlikeli mi olmaya basladi?” deyip kendini baska meslek kollarina yoneltsin diye “wishful” dusunmuyor degilim.

Bu cehalete ve otekiye/ucubeye karsi zafer eylemini doyumun merkezine alan sozde sporu en iyi, 1960li yillarda cekilmis Kanada yapimi bir belgesel olan “Le Sport et les Hommes”a yazmis oldugu tekstle, Roland Barthes acikliyor sanirim. Internette var mi acaba diye aratmaya tenezzul etmeden ve usenmeden, elimdeki kitapciktan buraya buyuk bir zevkle geciyorum. Bir nevi yazarak calisiyorum ki kafama daha iyi girsin.




What needs have these men to attack? Why are men disturbed by this spectacle? Why are they totally committed to it? Why this useless combat? What is sport?

Bullfighting is hardly a sport, yet it is perhaps the model and the limit of all sports: strict rules of combat, strength of the adversary, man’s knowledge and courage; all our modern sports are in this spectacle from another age, heir of ancient religious sacrifices. But this theater is a false theater: real death occurs in it. The bull entering will die; and it is because this death is inevitable that the bullfight is a tragedy. This tragedy will be performed in four acts, of which the epilogue is death.

First, passes of the cape; the torero must learn to know the bull –that is to play with him; to provoke him, to avoid him, to entangle him deftly, in short to ensure his docility fighting according to the rules.

Then the picadors; here they come, on horseback at the far end of the ring, riding along the barrier. Their function is to exhaust the bull, to block his charges in order to diminish his excess of violence over the torero.

Act Three. The banderillas.

A man alone, with no other weapon than a slender beribboned hook, will tease the bull: cal out to him… stab him lightly… insouciantly slip away.

Here comes the final act. The bull is still the strongeri yet certainly die… The bullfight will tell men why man is best. First of all, because the man’s courage is conscious: his courage is the consciousness of fear, freely accepted, freely overcome.

Man’s second superiority is his knowledge. The bull does not know man; man knows the bull, anticipates his movements, their limits, and can lead his adversary to the site he has chosen, and if this site is dangerous, he knows it and has chosen it for this reason.

There is something else in this torero’s style. What is style? Style makes difficult action into a graceful gesture, introduces a rhythm into fatality. Style is to be courageous without disorder, to give necessity the appearance of freedom. Courage, knowledge, beauty, these are what man opposes to the strength of the animal, this is the human ordeal, of which the bull’s death will be the prize.

Furthermore what the crowd honors in the victor, tossing him flowers and gifts, which he graciously returns, is not man’s victory over the animal, for the bull is always defeated; it is man’s victory over ignorance, fear, necessity. Man has made his victory a spectacle, so that it might become the victory of all those watching him and recognizing themselves in him.

i'm a lucky man

Son birkac haftanin, belki de ayin aman vermez yogunluk ve yoruculugunun ardindan, kendimi nadasa birakmaktan benzer aralari pek firsata cevirmeye beceremedigim coluk-cocuk bayramini bu kez karga tulumba yakaladim ve ufak bir kacamagi onun yarattigi atil zaman araligina itiverdim. Zaten bir suredir yerimde durdugum yok ya, bu kez komputersiz, faresiz, adaptorsuz, abartmisken guvenlik noktalarinda isimi daha da kolaylastirsin diye kemersiz ve saatsiz, yalniz sirt cantasiyla hayatin disindan merkezine kucuk bir seyahat... Aslinda seyahatin aga babasini gecen hafta yasamistim. Bir of cektim, karsiki volkan patladi. Bir bakima iyi oldu, dunyanin tekrar ayagini yere basmasi gerekiyordu. Kaldi ki karayolunu hep sevmisimdir. Ama dakikalarla, hatta kita Avrupasi’nin halen teyyarelerin inip kalkabildigi neredeyse tek ucus noktasina bizden once varmasin diye kul bulutuyla amansiz bir yarisa girmenin cok da geregi yoktu sanki. Neyse, onu da sonra anlatirim…


Basimda bir bela var. Cok uzun zaman once islemis oldugum ve pismanlik duydugum sayili hatalardan birinin bedelini, “trouble every day” degil fakat sadece onun istedigi ve hortladigi araliklarla, farkli formlarda oduyorum. Bolum atladikca canavarin kollari artiyor, ama en olmadi gozunden vururum, olur biter diyorum. Aslinda kendimi cok da uzemiyorum. Sartre’in dedigi gibi, insan asla kendine duydugu ofkeden deliye donemez.



Tum agirliklarimdan siyrilip hayatla bulustugumda (ifade kabizligindan hayati gizemli ve belirsiz bir ozneye donusturmekten tiksinirim, ama kendimi alikoyamayacak kadar paslanmisim) tam bir zombiye dondum. Sanki gectigim tum sokaklar birer birer gerceklesirken kendi gercekligim geride kaliyor ve kayboluyordu. Gunes isitmiyor, istirap veriyordu. Bu kez doymak icin degil, yemek icin yiyordum lakin nasil tat alacagimi, ya da lezzetlere nasil tepki verecegimi bilmedigimden sanki butun tatlar birlik edip icimi kavurdu. Gerci bir sey hep eksik olacak ve asla “tat”min olmayacagiz; gercekten olsaydik bir daha tatmazdik, degil mi?


Demezken, Pazar sabahi bende hikayesi oldukca eski o malum sarki calmaya basladi... Kahretsin, hala sansliyim! (U-Turn finalinde son nefesini vermekte olan Sean Penn gibi oldu, tahtaya vurayim)...


I’m a lucky man
With fire in my hands

I hope you understand
I hope you understand

Thursday, April 22, 2010

heil to mother earth

Takvimlere göre bugün earth day,

Dünyaya saygı duruşu günü.

Mutlulukla soluduğumuz bahar havası ve ağzımızı şapırdatarak yediğimiz yemyeşil elmalar için doğa anaya teşekkür etme zamanı..










Cameron'un Avatar'ı değil, Dünya'nın Borneo'su..


İmzalanan anlaşmalar ile koruma altına alınan Borneo yağmur ormanlarında 2007 yılından beri yürütülen araştırmalar neticesinde 123 yeni tür keşfedilmiş. Doğrusu, bu son zamanlarda okuduğum ve beni en çok heyecanlandıran haber oldu. Canımı sıkan yegane şey, keşfedilen türlerin içerisinde 10cm'lik bir hamamböceğinin de olması :S  

Tuesday, April 20, 2010

wilde gone wild

şimdi şöyle bir düşündüm de, gerçekten çok zeki insanlar var. tamam bu pek devlet sırrı sayılmaz ancak bazen, yani gerçekten dikkat ettiğiniz zaman, bu insanların zekası karşısında hayrete düşmeniz hiç de şaşılacak bir durum değil. anne ve babaları, bu akıllı evlatlarla gurur duymalı.. üreten, söyleyen, düşünen, yazan vs.. kimi zaman huzursuz bir hayretle, kimi zaman apaçık imrenmeyle takip ettiğim bu adam ve kadınlar, esaslı birer provokatör. onların sayesinde, onların ateşlediği tutku fitiliyle ve aslen belki de onlara karşı koyabilmek adına, bazen gerçekten de yazmaya çalışıyorum. 

Friday, April 16, 2010

mercy'nize sığınarak...

soul'u -bir parça da guilty pleasure seviyesinde- seviyorum.

bana kalırsa -biraz fazla ingiliz de olsa- duffy gerçekten iyi. örneğin syrup & honey'i üst üste epey bi' dinlemişliğim var.

yandaki LP'i aldığım için ayrıca mutluyum. bernard butler iyi iş çıkarmış.



Thursday, April 15, 2010

nostalji, kolektif hafıza ve gelecek üzerine 10+1 tez

1) başından geçip giden vakaları belli zaman ve mekan özelliklerine göre tasnifleyip -ihtiyaç hissedildiğinde su yüzüne çıkartamak üzere- hatıratına kaydetmek insanın doğal bir yeteneği. tuhaf olan, bu hatıralar ansiklopedisi, genel olarak hep iyi / olumlu olaylara dolu..

"oğlum olursa askere göndereni..." diyen adam, tezkeresini aldıktan kısa bir süre sonra, yeşil üniforma ile geçen günlerini rakı masasında kahkahalar atarak anlatıyor. hatta masadaki erkekler, en komik anıyı anlatmak için birbirlerinden sıra kapmaya çalışıyor. lise ve üniversite yıllarına ilişkin de hep mutlu hatırılar var. "bize okulda hababam sınıfı derlerdi" cümlesini kaç kişiden duyduğumu bilmiyorum, ama galiba çok :S

komutan, öğretmen, müdür gibi hiyerarşik dizin içerisinde yukarıda yer alan ve otoriteyi temsil eden kavramlar, bela savıldıktan (askerlik bittikten, okuldan mezun olduktan, işten ayrıldıktan ya da terfi aldıktan) sonra tahakküm niteliğini yitiriyor ve o üstünlük/iktidar sıfatını taşıyan kişi ile yaşanan komik olaylar manzumesi ile hatırlanıyor; "içtimada komutan dedi ki...", "öğretmen sınıfa girdi...", "müdür odasına çağırdı..."

2) daha geniş ve belli bir mekan ya da tek bir iş ile ilgili olmayan, ancak sosyal değişimleri, döneme özgün tarzı da içine alan, dolayısıyla kolektif anlamlar taşıyan hatıralar klasörüne on yıllar (decade) diyoruz. lise, askerlik, uzun soluklu ilk sevgili, ilk iş, evlilik, çocuk vs. birer fasikülken; o dönem beraber gidilen filmler, fonda çalan müzik, sokak dili, geçerliliği o dönem ile sınırlı kalmış kelimeler, giyim tarzı vs. bütünü koca bir cilt'tir.

3) decade'ler (...70s, 80s, 90s...) karikatürize edilmiş zaman dilimleridir, popüler olaylar ile anılır. şeylerin duygusal anlamlar ile doldurulup paketlenmesi yoluyla oluşurlar. dolayısıyla decade'ler, aslında hiçbir zaman yaşanmaz (burada kast edilen elbette takvim on yılları değil). kolektif hafıza, ayrıntılardan ve dikenlerden kurtarılmış köşeli ve mutlak tanımlar ile vücut bulur. decade'ler tam da bu bahsedilen soyut kolektif vücut içerisinde zuhur ederler.

işte bu nedenle 80ler new order değil modern talking'dir; 90lar stone roses değil boy band'ler dir... ne yazık ki benim 80lerim ya da benim 90larım gibi bir sınıflandırma yapma şansına sahip değiliz. decade'ler ancak çoğulun yaşadığı, -hiç değilse- varlığını kabul ettiği öğeler bütünüdür. 80ler, 80ler alt kültürünü ancak bir ayrıntı olarak içerir. Tıpkı sokakta yanınızdan geçerken dikkatinizi çeken ancak hayatınızla teması bu kadar ile sınırlı kalmış tehditkar görünümlü bir punk'un anılarınızda kaplayacağı kısıtlı alan gibi...

4) yine de bireysel ve kolektif bellekler arasında önemli bağlar, benzerlik var. bunlardan biri ve belki de başlıcası, iyimserlik. askerliğin gerçeklikten anı'ya geçişi duygusal düzlemde korkudan komiğe doğru iken, popüler kimi olayların gündem'den nostalji'ye hareketi de şaşkınlıktan kolektif eğlenceye (anı) doğru yaşanıyor. genel geçer kanunlar ile nostalji kutusuna sığdıramadığımız kimi olaylar (90larda gazi katliamı, uğur mumcu ve onlarca faili meçhul cinayet) unutulmaya yüz tutarken yaşandığı dönemde sıkıntı ile karşılanan pek çok vak'a bugün yalnızca "aaa evet" denilip geçilecek kadar silikleşmiş durumda.

90ların en çok ilgi çeken karakterlerinden bazılarını bir çırpıda sayalım;

engin civan (civangate) / ergun göksel , nurdan erbuğ ve feray göknel (iski skandalı) / müslüm gündüz / fadime şahin / ali kalkancı / zeynep uludağ ve gülten kızılkaya (kumkapı cinayeti) / sarah ve musa / şevki yılmaz / uğur ve dündar kılıç / tansu çiller / merve kavakçı.

5) nostalji, sisteminin manevi devamlılığını sağlayan sacayaklarından biri. ortak bir geçmişimiz olduğunu hatırlatan, kapitalist toplumun olduğu biçimi ile ve bireysel ölçekte "yeterli mesafede" varlığını sürdürmesini olanaklı kılan mühim bir vasat.

geçmişi; bugüne ve geleceğe dair taşıdığı tehditkar niteliklerinden arındırıp rafine eden, onu evcil anılara dönüştüren bir mekanizma.

oldies but goldies partilerinin de uzun süredir rağbet görüyor olmasının ardında, kolektif belleğin sunduğu rahatlığı yeniden ve yeniden tesis etme, geçmişle zayıflayan bağı sağlamlaştırma ihtiyacı nedenleri yatıyor.

6) kapitalizm, kendi mezar kazıcılarını yaratmanın yanında kendi kendisini de aşıyor. 20. yüzyıl özellikle son çeyreğinde üretim ve tüketimde gerçekleşen ivme, bireysel yaşamımızı da dönüştüren teknik ilerleme karşısında kafa karışıklığımız sürüyor. değişim ve hareket, her daim olduğu gibi kaçınılmaz. ancak bunları yorumlamak eskisine göre daha girift bir çaba haline geldi.

yine de şurası kesin, iyimserlik çağının sonuna geliyoruz.

henüz 2010 yılı dahi bitmeden 90lar nostaljisini tüketmiş olmamızın başka bir izahı yok. bugün ve nostaljik tarih arasındaki fark, neredeyse 5 seneye kadar indi. bu açı, bugünün farkına varılmasını engellemek için epey dar.

7) decade'ler varsayımsal, duygusal zaman dilimleridir. dolayısıyla takvim yılları ile birebir örtüşmezler. iç içe geçebilecekleri gibi, aralarında sahiplenilmeyen, kimliksiz boşluklar da bulunabilir.

80ler müzikal anlamda 70lerin sonunda başlayıp kazağını pantolonunun içine sokan son insan 95 senesinde bilinmeyen bir nedenle ortadan kaybolana kadar devam etti. aynı biçimde, 90lar körfez savaşı ile başlayıp kaset satışları cd satışlarının gerisine düşünceye kadar devam etti.

8) 90lar the bodyguard ve whitney houston ile başladı, titanic ve celine dion ile zirve yaptı. kapanışı beklenmedik biçimde american beauty, matrix ve fight club ile gerçekleşti. zizek'in tabiri ile "hollywood marksizmi" hız kesmeden yükseliyor. kapitalizmin krizi derinleşerek sürüyor.

9) bu kriz ve kapitalizmin bizzat kendini aşma eğilimi farklı olanakların ve daha önce bilim kurgu edebiyatı dışında pek de ciddiye alınmamış bir çağ dönümünün eşiğinde olduğumuzu müjdeliyor. simülasyon nihayet, üzerine modellendiği gerçek ile bire bir örtüşecek seviyeye geldi.

10) karbon nanotube, humanoid ve robot teknolojisindeki süratli gelişim nedeniyle, çok uzak olmayan bir gelecekte, bildiğimiz üretim ilişkilerinin ve üretim araçları üzerindeki mülkiyet temelli toplumsal sınıflaşmanın sona ereceğini, gündelik hayatımıza egemen kavram ve çelişkilerin buhar olacağını, bu anlamda yaşadığımız dünyaya ait politik ve sosyal paradigmaların -belki de yerlerini başkalarına bırakmak üzere- ortadan kalkacağını görmek için kahin olmaya gerek yok.

11) bu tezi hepimiz ezbere biliyoruz.

peki 12 numarayı kitaba bakmadan söyleyebilecek olan var mı? :S

Tuesday, April 13, 2010

do I know you?

geçen gün, bir arkadaşımın masa üzerinde hareketsiz duran kırmızı ojeli elini görünce aklıma geldi.. kitsch benim için tam da bu sabunluktur. hafif bir mide bulantısına sebep olan, tuhaf anılar canlandıran, çirkin görünümlü fakat zamanında çok popüler olduğu için varlığına ve yaygınlığına şahitlik etmiş -ancak akıl erdirememiş- kuşağın kolektif hafızasının parçası olmayı başarmış bir nesne (ne yazık ki bulabildiğim en düzgün fotoğrafı bu). arzu nesnesi... kitsch'e çoğu zaman tutkuyla ve nefretle  bağlıyızdır. şimdi bir tezgahta görsem onu, mutlaka alırım. bir banyo duvarda görsem, söker cebime atarım. sonra, dolabımın kimse tarafından kurcalanmayacak bir köşesinde saklar, ara sıra çıkartıp bakarım. orası da kimseyi "enterese etmez" :S

Monday, April 12, 2010

shower gel, body cream and lotion

çocukluğumuzdan beri bize tutumlu olmak öğretilir. trt'de yayınlanan uyarı programı hem elektrikten, hem de sudan nasıl tasarruf sağlanacağını hayli didaktik biçimde de olsa, bilinç altımıza işledi. annemden en çok duyduğum 10 default cümleden biri de "ışığı söndür" olabilir mesela.. tüketim dünyasında yaşıyor olsak da, bizimki daha çok biriktirme/tasarruf toplumu(ydu, aslında bazı yönleri ile hala öyle)..

biz hep biriktirmeye çalışırız da, el oğlu hiç oralı olmuyor. bir new yorklu'nun günlük ortalama su tüketimi 690litreye kadar yükselmiş (buna tabii şehir/belediye ve sanayi tüketimi de dahil). bizim aklımızın bir köşesinde hala tutumlu olmak varken, new yorklu çoktan koyvermiş. ne sonraki kuşaklar, ne de dünyanın başka tarafları umrunda. yeter ki egsoz dumanı ile kirlenen saçları yeniden ahenkle dans etsin!

haftada 1 -taş çatlasın 2- gün banyo yapılan huzurlu günlerden, her gün duş alınan koşturmacalı zamanlara geldik. banyo yapmak hacı şakir sabunlu, daha etraflı bir temizliği işaret ederken duş almak pratik ve sabundan ziyade kremli bir temizlik biçimini getiriyor akla (fiiller de ilginç bu arada; yapmak vs almak). kurala uysam da, neden her gün duşa girdiğimi tam olarak anlayabilmiş değilim. üstelik, seneler geçip ben duş/banyo aralığımı daralttıkça saçım daha çabuk yağlanmaya ve kendimi daha çabuk kirli hissetmeye başladım.

beden derslerinden sonra, yüzü koşmaktan kızarmış ve terli okul çocukları ile dolu o dar soyunma odalarının leş kokusunu hatırlayın. sizi bilmiyorum ancak, biz üstümüzü değiştirip aynen matematik sınıfına koştururduk. elden ele dolaşan bir iki deodorant hepimizin işini görürdü. pistik ama mutluyduk :S şimdi size en doğrusunun bu olduğunu söylemiyorum fakat, sabah yataktan kalkınca, iş çıkışı spordan sonra ve nihayetinde gece, yatak odası faaliyetlerini takiben (lionel richieee), yani günde toplam 3 defa duşa girmenin de makul bir durum olduğunu iddia edemeyiz, değil mi? birbirimize temizimcilik oynamayalım. şu duş sayınızı biraz düşürmeye bakın, bulaşık makinenizi tam dolunca çalıştırın ve sahip olduğunuz lanet limuzini zırt pırt yıkamayın :S

Saturday, April 10, 2010

rest in chaos


bugün tarz'a ilişkin bir fikrimiz varsa, bunu biraz da ona borçluyuz.

anıları çengelli iğnemizde yaşayacak.

Thursday, April 8, 2010

dicitıl layf iz e mirikıl

bu bahar yorgunluğu denilen şey, son senelerin uydurması bence. "nisan mayıs ayları, gevşer gönül yayları"ndan alerjilere, baş ağrılarına ve kronik uykusuzluğa biz hangi arada geçtik? polenle filan sorunum yok. çiçekler, ağaçlar güzel şeyler. severim bunları (böceklerden nefret ettiğimi daha önce söylemiş miydim?). fakat yine de, o eski "baharın gelişi" coşkusunu yaşayamıyorum. büyüdükçe artan kaygıları, sorumlulukları filan taşımanın zorluğu dışında, giderek daralan sosyal çevre, azalan özgür saat sayısı ve bütün gün monitöre bakma zulmü insanın içerisinde bir yerlerde barınan heyecanın yüzeye taşmasını başarıyla engelliyor. hele o monitör yok mu...ah a camı çatlayasıca, tuz buz olasıca monitör!

şimdi yalan yok, bilgisayar ile epey erken bir yaşta tanıştım. millet henüz amiga'sından ayrılamamışken ben "baba ama ders çalışcam. çok yardımcı bu ödevlere yaa" zırlamaları ile bilgisayarı kaptım. tabii o zaman henüz özellikle bilgisayar kullanımı için tasarlanmış masalar olmadığından (ya da olan tasarımlarda pahalı ve yalnızca ofislerde kullanıldığı için), henüz günlük kullanıma açılmamış -misafire özel- salonumuzdaki yemek masasının üzerine yerleştirdim küçük teknoloji üssümü. sene 92 filan olmalı..

ilk bilgisayarımda windows var mıydı, emin değilim. fakat takip eden senelerde de -taa ki win95e kadar- bu gereksiz programı zırt diye sildiğimi hatırlıyorum. neredeyse hiçbir oyun windows'ta çalışmıyordu. aslan gibi dos, herşeye yetiyordu. dir , dir/p, del, c: , cd civ (civilization oyununun kısaltması), gibi güzide komutlarım vardı, ırmaklarım vardı, çakıl taşlarım vardı benim.. seneler içerisinde bu aleti kullanmaktaki teknik bilgim 1 milim ilerlemedi. kimi çocuklar henüz commodore'da basit programlar yazmaya başlamışken ben donanımlı pc'm ile fifa, alone in the dark, sensible soccer, elbette civilization filan takılıyordum. bu arada (hangi ara?) bilgisayara olan ilgim de giderek azalıyordu. lise yıllarımı çok güzel geçirdiğimi söyleyebilirim. ilk hevesimi aldığımdan mıdır nedir, lisede kendimi sokaklara vurdum. 20 olan devamsız gün hakkımı 19.5a kadar afiyetle sömüyordum.

ilk mail adresimi de yanılmıyorsam 99 senesinin başında aldım. üniversitedeki ilk yılımda. sırtta eastpak, gerçek bir junior'dım. galiba mühendislik binasındaki bilgisayar lab.ına gidip, emre ile (liseden arkadaşımdı) kendimize nur topu gibi birer yahoo adresi almıştık. maksat mail adresimiz olsun. zaten ilk birkaç gün "naber lan götüm?" , "senin var ya..." gibi içerik ve mana dolu yazışmalar için kullandıktan sonra e-mail olayından da sıkıldım, nitekim o ilk yahoo adresi de böylelikle tarih oldu. şu an kullandığım gmail hesabına geçene kadar (takriben 2005'e kadar yani), 10defa daha yahoo ve hotmail hesapları alıp, hepsinin şifresini unuttum. hani şu filmlerde bilgisayar kasası açıkta duran, alete zırt pırt çipler takan amerikalı geek çocuklar vardır ya? hah işte, benim onlarla uzaktan yakından alakam yok. üniversite yıllarında da evde geçirmek istediğim anlamsız öğle saatlerini championship manager'la filan tükettikten sonra, oyun işini de hepten bıraktım. play station'la filan alakam olmaz. gerçi evde wii var ama, onun oyunları daha kolay ve hareketli olduğu için seviyorum. 1 yıldır yalnızca iki oyun aldım; star wars force unleashed ve guitar hero IV ..


aslına bakacak olursanız, bu aletle ilgili sevdiğim yegane şey internet. hala internet deniyor buna değil mi? kimi zaman "web'de gördüm abi çok güzel alet" gibi cümleler duyduğumdan, hangisini ne zaman kullanmam gerektiğini karıştırabiliyorum ama sanırım siz neyi kast ettiğimi anladınız ve önemli olan da tamamen bu (yalnız "surf" kelimesi artık kullanılmıyor, bilginiz olsun. "internette surf yapmaca" filan derseniz, genç kuşaklar sizi ayıplar). söylemeye biraz utanıyorum ama, henüz bir adet film ya da dizi indirmişliğim yok. download olayına -kısa bir süre kullandığım soulseek dışında- ısınadım. yine de, gerçekten çok şey öğreniyorum. özellikle keyfim yerindeyse, oradan oraya zıplamak sureti ile saatlerim ekranın karşısında uçup gidiyor. benim için o, bir ağrı kesici.. sanal dünyada yığılı durumdaki erişilebilir bilgi, sonsuz cehaletiminden dolayı duyduğum acıyı biraz olsun dindiriyor. gün içerisinde yaşadıklarımdan, internette gezerken gördüklerimden ve dahası beklenmedik bir anda parlayan fikirlerden biriktirdiklerimi dökmemi, kayıt altına almamı sağlayan alter[ed]native de yine bu internet sayesinde var. tanrı blogları korusun ve yüceltsin..

şimdi şu yaklaşık 3 senelik alter[ed]native arşivine baktığımda, yazdıklarımız bana -en hafif deyimi ile- tuhaf geliyor. doğrudan memleket ya da dünya gündemine ilişkin kayıtlarımız o kadar az ki! hani neredeyse, kimsenin kafa yormadığı, ilgisini- gerçekten ilgi gösterecek kadar- çekmediği şeylerle ya da popüler bir konuya hiç de ana akım olmayan bir biçimde yaklaşmakla uğraşmışız. uğraşmak yanlış kelime, biz blogumuz için esasen hiç uğraşmadık.. böyle birşeye gerçekten ihtiyaç var mıydı bilmiyorum.. ancak kesin olan şey, buradaki birikimimiz bizi ziyadesi ile tatmin ediyor. sanırım önceden de bahsetmiştim, biz en çok da kendimiz için yazıyoruz. geriye dönüp baktığımız zaman hayret ve kıvançla "vay lan" diyebiliyoruz. hayatta gerçekten kıvanç duyduğum, yapmış olmakla övündüğüm fazla bi'şey yok. alter[ed]native -bütün eleştirilere açık olmakla birlikte- kısacık "övünülecek işler" listemin tepesinde duruyor.



interneti seviyorum (yoksa web'i mi demeliydim?)

<3 <3 <3

Wednesday, April 7, 2010

video kill the video star

şimdi sağda solda kulak misafiri oluyorum / okuyorum, lostseverler lostzede'ye dönüşmüş durumda. şahsen bu dizinin düzenli takibini bundan seneler evvel, henüz 3. sezonunun sonunda bırakmış idim. epeydir dizimax'te zaplarken rastlayıp şöyle bir beş dakika bakıyor ve geçiyorum. anladığım kadarı ile, en güzel yerinde ve tam da doğru zamanda bu maceraya son vermişim. lost ilk üç sezonda önerdiği gizemlerin neredeyse hiçbirini doyurucu biçimde çözmediği gibi, insanların beklentilerini yıkacak derecede basit, mistik bir cevaba doğru ilerliyor. izleyici ilk sezonlarda bölüm başına 5 adet bulmaca ile baş başa bırakılıyordu. sanırım bunların çok çok azı gerçekten "aa evet ya!" dedirtecek bir şekilde yanıt bulmuş. şurası aşikar; dizi, yapımcıları tarafından haddinden fazla uzatıldı. sonunda sadık takipçileri dahi lost'u geçmişten taşıdıkları bir alışkanlık nedeni ile izler, heyecan duymaz oldular. fan'ların kaleme aldığı tonla teori, şimdiden çöp tenekesini boyladı. matematikten, felsefeden, mitolojiden, tarihten yapılan binlerce alıntı, kuantum olayı filan, dizinin bilinmeyenlerini su yüzüne çıkartma çabası, harcanan onca emek ve saat, aslında bir hiç içindi. yine ve yeniden, lost'ta da, iyiyle kötünün amansız/kadim mücadelesi ile başbaşa kaldık.

aslına bakılırsa, lost'un yarattığı bu garip durum belki de orson wells'in radyoda yayınladığı ve dinleyenleri dehşete düşüren marslı istilası kadar önemli bir iletişim fenomeni. her ikisinde de "alıcı kitle" kendilerine iletileni yanlış/farklı daha ziyade over yorumlamış ve olmadık işlere kalkışmıştı. ünlü bir siyaset adamımızın hesap tekniğini kullanalım: dharma inisiyatifi'nin kurucularının yaşını toplayıp 5le çarp, sonra 108 çıkar, etti mi sana 2010? demek ki 2010 lost severlerin büyük bir hayal kırıklığına uğradığı sene olacak.


stephen king, bu keskin zekalı, yardımsever ve öngörülü dostumuz, tee şubat 2007'de lost yapımcılarını uyaran ve onlara diziyi uzatıp berbat etmemeleri için neredeyse yalvaran bir yazı kaleme almış.


okuduğum kadarı ile, bir dönem msn iletilerine yazılan, tshirtlere baskı olan o meşhur 6 sayının gizemi de "jacob sayılarla oynamayı severdi" gibisinden eften püften bir gerekçe ile geçiştirilivermiş. bu -ilk 3 sezonu ile tv tarihinin belki de en gösterişli dizisi olan lost için trajik bir durum. King, bahsettiğim yazısında bu ve benzeri olası hayal kırıklıklarını çok önceden görüp, dizi yapımcılarının düşecekleri gafleti bire bir aktarmış:


The creators themselves may not know why the numbers on Hurley's winning lottery ticket are replicated on the side of the hatch, or the significance of the polar bear in the comic book 9-year-old Walt was reading shortly before Sawyer shot a real one on the llano, but who cares? The chief attributes of creators are faith and arrogance: faith that there is a solution, and the arrogance to believe they are exactly the right people to find it. The hard part will be telling ABC that Lost is going to conclude with season 3 or season 4, while the audience is still crazy about the show.


king'in bahsettiği o "hard part" hiçbir zaman gelmedi. yapımcılar para hırsını yenip işi tadında bırakmayı beceremediler. jj abrams ve saz arkadaşları, lost'u 6. sezona kadar sündürdüler. king'in aynı yazısından tarihi ancak değerlendirilememiş bir bölüm daha:

None of that changes the basic facts: When a meal is perfectly cooked, it's time to take it out of the oven. And when a story is perfectly told, it's time to fade to black. It doesn't matter to me if Jack, Kate, and the others realize they're all dead and descend that shaft into a bright white Kübler-Ross beam of light or if they go to war with each other in a final burst of Lord of the Flies savagery. They can discover they're part of an experiment (human or alien). Jack can even — groan! —wake up and discover the whole thing's a dream (actually, I'd hate that).

But please, guys — don't beat this sweet cow to death with years of ponderous flashback padding. End it any way you want, but when it's time for closure, provide it. Don't just keep on wagon-training.

aradan geçen senelerde, diziye yeni vagonlar eklendikçe eklendi... ilk 3 sezondaki olaylar, dağınıklık, katmanlar izleyenleri mest etmişti ancak lost ekibi takip eden sezonlarda (anladığım ve ara sıra kısa bölümler halinde dizimax'te izlediğim üzere) bu dağınıklığı toparlamayı başaramadılar. üzülerek söylüyorum, hiçbir final bu işin altından kalkmayı beceremez. işin aslı dizi şu an sürünüyor ve tarihe muhtemelen en büyük tv fiyaskolarından biri olarak geçecek. olabildiğince yüksek kar etme hırsı, bir kez daha kaliteyi / içeriği yerle bir etti. böylelikle televizyon, yine televizyon'un bizzat kendisi için kotarılan belki de en iyi projeyi yemiş olacak.

Tuesday, April 6, 2010

lost in transgender













japonya'nın underground üretimi hayli ilginç. kendilerini daha ziyade çalışkanlıkları, üstün teknolojileri, barış manço sevgileri ve geri çağırdıkları toyota'ları ile tanıyorsak da, kimi zaman gazetelerin haftasonu eklerine yansıyan renkli street fashion kareleri de esasen bu kalabalık toplumun sandığımız kadar tekdüze olmadığına, ya da tam da tahmin ettiğimiz kadar tekdüze olduğu için kimi deliklerden hava kaçırıyor olduğuna dair deliller topluyoruz. elbette şahitliklerimiz bunlarla sınırlı kalmıyor. engin animasyon külliyatı bize güncel japon kimliğinin geçmişine, bugününe ve batı medeniyeti ile arasındaki alışverişe ilişkin kimi -kimi değil aslında, pek çok- ipucu sunuyor. hentai'lerden, ne bileyim sonra... şimdi burada terbiyemin ve görgümün yazmaya izin vermediği geniş pornografi kayıt ve terminolojisine kadar daha pek çok görsel ve yazılı evrak var ki, modern japon mainstream ve yeraltı kültürel üretimini bizlere ulaştırıyor.



eğer bunlara vaktim yok diyorsanız, lost in translation'ı izleyin. sofia coppola'nın bu gerçekten iyi filmi, epey bir fikir verecektir. şimdi bir sahneyi hatırlayalım, ya da izlemeyenler için tasvir edelim. reklam çekimi için japonya'ya gelen bill murray, burada bir de tv show'una katılır. sunucu yerinde durmayan, alacalı bulacalı kıyafler giymiş, avazı çıktığı kadar bağırarak konuşan ve ardı arkası gelmeyen kahkahaları ile izleyiciye nefes aldırmayan bir garip modeldir. set de fena halde renklidir. bill murray, algılarına yapılan bu ses, hareket ve renk bombardımanı karşısında neye uğradığını şaşırır...



nitekim, japon popüler televizyonculuğu işte tam da böyle birşey. sonsuz bir hareket ve renk cümbüşü. yine referans olarak göstereceğimiz o tekdüze disiplinli hayatın -fena halde eğlenceli mesajları ile- emniyet kemeri. lsd'yle fiziki temas kurmadan lsd kafası..



masaki sitani, japonya için sıradan bir tv figürü. üniversitede ticaret okuduktan sonra -tıpkı amerikalı örnekleri gibi- "profesyonel güreşçi" olmuş. hani şu tamamen kurmaca olmakla beraber izleyicelerin gerçekten kendilerini kaptırmayı başardığı idiot işi temaşa vardır ya? smackdown filan, hah işte, sitani bu işte epey başarılı olmuş. "Yingling the Erotic Terrorist" karşısındaki zaferi hala konuşuluyormuş.. razor ramon ismi ile yarattığı güreşçi figürü o kadar ilgi görmüş ki, sonunda işi tv show'una taşımış.


kendiliğinden de olsa, blog'a video koymamak gibi bir prensibimiz oluştuğu için, buraya ekleme yapmıyorum ama siz youtube'u açıp "hard gay" i aratın. orada, bizim ancak polis akademisi ve mavi istiridye bar'dan [dıt dııırı dııırı dıııııııın] tanıdığımız head to toe deri kıyafetli gay karikatürü ile zuhur eden sitani'nin program katılımcılarına ne şen şakrak "gay şakaları" yaptığını, aralıksız kahkahalardan ve anlamsız hareketlerden bunalarak / bulanarak izleyeceksiniz.


japonlar, bize bir şekilde huzur veriyorlar. yeşil çay, samurai öğretisi, katı ataerkillik, hattori hanzo filan :S sağlık ya da bilim alanında korkuya düştüğünüz bir anda "neyse, zaten japonlar bunu da çözerler" diyebiliyorsunuz. aynı üstün nitelikleri almanlar'a da atfediyoruz. biz bütün tembelliğimiz ve üretim fukaralığımız ile kebap yaparken, dünyanın uzak köşelerinde başka toplumlar harıl harıl çalışıp insanlığı ileri taşıyacak yeni şeyler buluyorlar.


fakat işin garibi, japon güncel kültürünü kendi otantik kılıfından sıyırdığınız an, batı'nın çirkin bir parodisi olmaktan öteye gidemediği gerçiği ile yüz yüze geliyorsunuz. japonya'nın geçmişine feodal çağın güzellemesi (samurai'dir ninja'dır, ejderha'dır efendim) ile oryantalist bir bakış atan batı'nın karşısında, popüler batı kültürünün sakil bir imitasyonu ile dikilen modern japonya... kimlik bunalımı ve 90ların popüler deyimi "kaybolmak" (kayıp kuşak geyiklerini unutmadık), tam da böyle bir şey olsa gerek... diye lafı yuvarlamak sureti ile japonya dosyasını -şimdilik- kapatıyorum.

Monday, April 5, 2010

Le Pain Maudit


Bugüne kadar okuduğum en korkutucu komplo teorisi. ölçeğin küçüklüğü ve içerisinde "delilik" halinin yer alması, bu olayı benim için 9/11 ve hakkında komplolar üretilen bütün vakalardan daha ayrı ve daha ürkütücü bir noktaya taşıdı.

Olaylar bundan 60 sene önce yukarıda fotoğrafını eklediğim dünyanın belki de en şirin kasabalarından birinde cereyan etmiş..


14 Mart tarihli Radikal'den:

LONDRA - Fransa’nın güneyinde yer alan Pont-Saint-Esprit adlı köyde yaşayanlar 60 yıl önce başlarına gelen tuhaf olayların sebebini sonunda anladı. Köylüler, yıllar önce bir gün aniden halüsinasyonlar görmeye başlamış, bazılarının sonu akıl hastanesinde bitmiş, bazıları ise yaşamını yitirmişti. Olayın arkasındansa ABD istihbarat örgütü CIA çıktı.
Amerikalı bir gazeteci tarafından yapılan bir araştırma sonucunda 60 yıl önce Fransa’da meydana gelen ilginç olayın ardında CIA’in bir deneyi olduğu ortaya çıktı. Araştırmaya göre, CIA, köylülerin ekmeğine halüsinasyon ve histeriye yol açan LSD katmış. 16 Ağustos 1951’de yaşanan ve ‘lanetli ekmek’ (Le Pain Maudit) olarak tarihe geçen olayda beş kişi ölmüş ve yüzlerce kişi korkunç halüsinasyonlar görerek çıldırmıştı. Gazeteci H.P. Albarelli, yaptığı araştırma sonucunda elde ettiği belgelere dayanarak, CIA’in LSD’nin etkilerini test için bu olaya yol açtığını söylüyor. Gazeteciye göre CIA’in suiistimallerine dair 1975 tarihli bir Beyaz Saray raporunda bu olaya atıfta bulunuluyor.

‘Ben uçağım’
Gazeteci, olayın CIA’in ‘zihin kontrolü’ kapsamında yaptığı bir deney olduğu iddiasını ortaya attı. Buna göre, CIA, köyün ekmeklerine bilerek ‘LSD’ adı verilen sentetik uyuşturucu katmış ve neler olacağını görmek istemişti. Albarelli’ye göre bu deney ABD ordusunun Özel Operasyonlar Birimi tarafından yapıldı. Köylüler, LSD’den o kadar etkilenmiş ki, biri yılanların onu yediğini düşündüğünü söylemiş. Halk polise, sürekli ejderha gördüklerini, kendilerine saldırdığını söylüyormuş. Bir çocuk bıçakla büyük annesine saldırmış. Bir diğeri, ‘Ben uçağım’ diyerek kendini ikinci kattan aşağı atmış. Doktora koşan biri ise, “Kalbim çıktı, ne olur yerine takın” diye yalvarmış. Sokaklar çıldıran insanlarla dolmuş. Olayda 5 kişi ölmüş, 300 kişi yaralanmış. Uzmanlar o dönem, bu olaya, ekmeğin içinde uyuşturucu etkisi yapan bir yaban mantarının neden olduğunu söylemiş.
Mağdurlarsa daha fazla cevap istiyor. 71 yaşındaki Charles Granjoh, “Neredeyse ölüyordum, nedenini bilmek istiyorum” diyor. (The Daily Telegraph)