Tuesday, December 27, 2011

o son nefes mi?

sen ölüme "ebedi istirahat" de,
sonra insanlardan son nefese kadar [it gibi] çalışmasını bekle!

Thursday, November 10, 2011

hayatın anlamı; siyah beyazdı

Woody Allen, azımsanmayacak sayıda takipçisinin başyapıtı saydığı siyah beyaz filmi Manhattan'da kendine göre hayatın anlamını, daha doğrusu hayatı anlamlı kılan kimi şeyleri sayıp döküyor. Bu kısa liste şimdilik köşede dursun. Belki bir gün biz de kendimizinkini yaparız.


"Groucho Marx; Willie Mays; the second movement of the Jupiter Symphony; Louis Armstrong's recording of Potato-head Blues; Swedish movies; Sentimental Education by Flaubert; Marlon Brando; Frank Sinatra; those incredible apples and pears by Cézanne; the crabs at Sam Wo's; and, of course, Tracy's face"

Thursday, October 20, 2011

I love & hate my city

İstanbul'da hiç yaşamadığımdan belki de, metropolümüz halkının kentle kurduğu ilişkiyi de uzun süre çözemedim. Benim tanıdığım İstanbullular (ya da İstanbul'da ikamet edenler) içerisinde bulundukları koşullardan şikayet eden ve hatta bazen o büyük şehre lanetler yağdıran insanlar. Ortak ve ortalama hayalimiz olan "günün birinde bir balıkçı kasabasına yerleşmek"ten en çok ve sıklıkla söz açanlar da yine bu koca kentin aceleci ve mutsuz sakinleri.

Öte yandan modern dünyanın kültürel kıblesi New York için başka bir yönelim, daha doğrusu alışkanlıklar bütünü söz konusu. NYC sakinleri, şehirlerini öve öve bitiremiyorlar. Arap saçına dönmüş trafiğini, pahalılığını ve dahi güvenilmezliğini kendilerine tanınmış bir ayrıcalık olarak görüyor ve New Yorker kimliği ile büyük gurur duyuyorlar. Kentlerine Big Apple, NYC, The City Never Sleeps gibi yakışıklı sıfatlar buluyorlar. Bizim yadırgadığımız, sımsıkı bir aidiyettir bu.

İsmini ve fikirlerini anmaktan sıkılmadığım John Berger (herhalde Edebiyat ve Eleştiri dergisinde) okuduğum bir makalesinde İstanbul'u elbette çok sevdiğini, fakat onu değerlendirirken New York, Londra gibi batı metropolleri yerine Mumbai, Mexico City gibi 3. Dünya metropolleri ile kıyaslamanın ya da kümelendirmenin daha sağlıklı/hakça olacağını söylüyordu.

Güvenlik, sosyal güvence, ulaşım, kentleşme, pahalılık gibi kriterler göz önüne alındığında İstanbul'u (veya herhangi bir şehrimizi) "muhasır medeniyetler"in iftihar ettikleri büyük merkezleri ile karşılaştırmanın kendi koşullarımıza haksızlık etmek olacağına ben de katılıyorum. Ancak İstanbul'un tarihsel önemi ve güncel yükselişini de göz önüne alırsak, metropolümüzü kalın çizgilerle ayrılmış bir tasnifleme sisteminde hangi çekmeceye koyacağımı bilemiyorum.

Belki de, İstanbul kültürümüzün kendine has niteliklerini yoğun olarak barındırdığından hiçbir genel kategoriye dahil edilemezdir. Baştaki örneğe dönecek olursak; New Yorker şehri ile kıvanç duyar ve barındırdığı hemen her şeyi nimet sayar. I <3 NY baskılı tişörtler uzun süredir dünyanın her köşesinde popülerken İstanbul baskılı kıyafetler birkaç senelik hikayedir. İstanbullu trafikten, insandan, havadan ve çevresinde hemen ne varsa, hepsinden yakınır. Oysa İstanbullu da dışarıya karşı şehrini savunmaktan ve onun ne kıymetli olduğunu tekrarlamaktan sakınmaz. Demek ki İstanbullunun şehrini sevme biçimi şikayettir. Sızlanarak, öf pöf ederek İstanbullu kimliğini oluşturur. Sevgi ve nefret karışımı, yoğun ve aynı anda yüzeysel bu duygu da herhalde bizim dışımızda pek az toplumda bulunur.

Monday, September 19, 2011

hastalık meselesi ve hasta olma sanatı

İlk defa ne zaman hasta olduğumu hatırlamıyorum. Muhtemelen birkaç aylıktım ve gecenin kör saatinde havale ya da onun gibi bir şey geçiriyordum. Acil durum sinyallerine uyanan annem babamı güç bela tatlı uykusundan (babamın uykusu gerçekten çok tatlıdır) kaldırıp beni , doğduğum ve hayatım boyunca sık sık ziyaret ettiğim, Hacettepe Hastanesi'ne taşımıştır herhalde.

Hatırladığım ilk hastalık anılarım ise kristal berraklığında. Fakat hangisinin önce olduğunu bilmiyorum ve onları zaman çizelgesi üzerinde doğru bir sıraya sokmam imkansız. Kızamık, kabakulak, ebola gibi her çocuğun başından geçen "doğal afetler"i saymıyorum. Aşağı yukarı iki yıllık bir zaman diliminde yüksek ateş, burnuma (veya kulağıma) leblebi kaçması (lanet olası leblebi!), tekrar yüksek ateş, arabaya çarpma (giden bir arabanın ön kapısına vurmuştum. Beş yaşında olmalıyım. Yanılmıyorsam yeşil bir Taunus'tu) ve tekrar yüksek ateş sebebiyle doktor huzuruna çıktığıma eminim. Bu vak'alar 4 - 6 yaş aralığına, evimizin Kızılay'da olduğu seksenli yılların ortasına ait.

Şöyle bir bakıyorum da, Hacettepe Hastanesi doktor ve hemşireleri benden nefret etmiş olsa gerek. Sahici bir derdim dahi olmadan, belki de yalnızca ilgi çekmek için ya da ufak tefek yaramızlıklarımın sonucu olarak değerli vakitlerini çalmışım. Onlara bir özür borçluyum. Günün birinde çok zengin bir adam olursam (ama gerçekten zengin yani) Hacettepe Üniversitesi Hastanesi Çocuk Sağlığı Birimi'ne önemli bağışlarda bulunurum.

Çocukluğumdan yetkişkinliğime kadar gelen ve devam eden süre zarfında da pek çok kereler hasta oldum. Bunlardan iki tanesi beni yatağa bağlayacak kadar sarsıcıydı.

Biri askerdeyken başıma geldi. Psikolojim berbat haldeydi. Bütün koğuşu saran, askerleri tek tek gezen beter bir salgından kendimi korumak için elimden geleni yapıyordum. Bir bardak taze limon suyuna aspirin ezmek gibi garip formüllerim vardı. Orada çıkan yemeklerle aram olmadığından günü bir kuru tost ve bir portakalla kapattığımı iyi hatırlıyorum. Yine de iyi idare ediyordum doğrusu. Derken bir gece, aslında psikolojik tetikliyicilerin etkisiyle, fenalaştım ve sabahı zor ettim. Takip eden üç günü revirde, serumla beslenerek geçirdim. Beş buçuk ay gibi kısa bir süre zarfında neredeyse yirmi kilo vermiştim. Sağlıksızdım.

İkincisi ise yaklaşık bir buçuk sene evveldi. Gün içerisinde kötüydüm. Geceyse durumum artık berbattı. Sonradan öğrendiğime göre sayıklıyormuşum. Yatakta kavrulduğumu, başımın -sanki üzerinde bir tonluk külçe demir varmış gibi- yastığa yapıştığını, ayak parmaklarımın dahi ağrıdığını ve hiç durman terlediğimi hatırlıyorum. Sabaha karşı kendime geldim. Hemen yakınlardaki hastaneye yürüyecek kadar enerjim vardı. Ateşimi 39.5 derece (bu düşmüş haliydi) ölçüp kıçıma bir iğne vurdukları gibi beni geri postaladılar. Biraz zaman alsa da iyileştim.

Şimdi yine hastayım. Her hastalık hali kendi içerisinde yeni deneyler barındırıyor. Mesela dün aleleda bir hapşırıktan sonra omuzlarım sızladı. Bu nasıl oldu, ikisinin arasında ne gibi bir bağ var, hiçbir fikrim yok.

Yine de, hayatım boyunca defalarca kez hasta oldum ve öğrendiğim kimi şeyler oldu. Niyetim bu tecrübelerimi genç hastalar ve hasta adayları ile paylaşmak; onlara bir nebze olsun faydam dokunması beni gerçekten çok mutlu eder.

1) Medication / Haplanma

İlaçlar hastanın düşmanı değildir. Bilakis, en yakın dostudur. Biraz huysuz ve sanırım şımarık bir oğlan çocuğu olarak çilek aromalı öksük şurubundan, acımtırak beyaz haplardan hatta çocuk aspirininden nefret ettiğimi hatırlıyorum. Bu nefret ilerleyen yaşlarda kendisine çocuksu da olsa felsefi bir arka plan yarattı, ergenlik yıllarımda artık "ilaçlara karşı olduğum için" (ne demekse?) eczane çözümlerinden uzak duruyordum. Büyüdükçe bu inadım kırıldı. Şimdi bizim de içerisinde rengarenk kutuların, neşeli jelatinlerin, mentollü merhemlerin barındığı bir ilaç sepetimiz var. Vücudumda sinsi bir kırgınlık hissettiğim an davranıyorum Supradyn'e, Minoset'e. Üstelik Aspirin'in her derde deva olduğuna ilişkin gazete safsatalarına da tuhaf biçimde ve içten içe inanıyorum.

2) İstirahat paradoksu

ÜSYE kısaltmasını ilk kez lisede, doktorumun bana saman kağıt üzerine yazdığı raporun üzerinde gördüm. Üst Solunum Yolları Enfeksiyonu gibi ciddi bir isme sahip olduğuna göre durumum gerçekten kritik olmaydı. Bağdemciklerimin, daha fenası boğazımın alınmasına lüzum doğabileceğini düşünüp korktum. Öyle olmadı.

İşte bu ÜSYE ve benzerleri, bizim ömür boyu dostumuzdur. Varlıklarını kanıksadığımız gibi kısa süre sonra vücudumuzu terk edeceklerini de biliriz. Dolayısıyla elimizden gelen tek şey beklemek; ilaç takviyesi ile bir süre istirahat etmektir. Oysa istirahat, başlı başına önemli bir sorundur.

İlkokul beşinci sınıfta filan olmalıyım. Ciğer gibi yanıyorum, sular seller gibi terliyorum ve evet, tanrıya şükürler olsun o gün okula gitmiyorum! O gün saatlerce, annemin hazırladığı"nane-limon sıvısı"ndan içtim ve en sevdiğim oyun olan river ride'ı oynadım. Akşama kadar durmadan nane-limon içtim ve river ride oynadım. Ertesi sabah uyandığımda daha fena hasta olmuştum ve river ride'dan artık nefret ediyordum (tabii nane limondan da).

Benzer bir tecrübe de ortaokul dönemine ait. O yıllarda HBB isimli bir televizyon kanalı hayli tuhaf bir yayın politikası sürüyor. Onların sayesinde Amerikan futbolu izleyoruz. Hayatımıza interception! touch down! gibi yeni ve yabancı terimler giriyor. New Jersey Jets bench'inde oturan bıyıklı bir Türk oyuncu olduğunu dahi hatırlıyorum fakat bunun konumuzla ilişkisi olmadığından süratle geçiyorum. Bu HBB'nin başka bir enterasnlığı daha var, bir dönemler popüler olan Hint dizi ve filmlerini yeniden piyasaya sürüyor. İşte bir gün, yin kızarmış burnumu çekmekten bitkin bir halde kanepede uzanmış istirah ederken gün boyu Hint filmleri izleyip sonunda Güney Asyalı herşeyden ve -belki Gandhi hariç- herkesten nefret etmiştim.

Demek ki istirahat halinde iken sevdiğiniz şeylerle meşgul olmamalısınız. Bol bol uyuyun. Duş yapın. Biraz televizyon seyredin, dergi okuyun, tekrar uyuyun filan.

3) Hastalığın İletişimi

Hasta ve hasta yakını ilişkisine kısaca hastalığın iletişimi diyelim. Birbirine yakın (anne-çocuk, karı-koca, iki sevgili/dost vs.) iki kişiden biri hasta olduğunda ihtiyaçları ve beklentileri aniden başkalaşır. Dolayısıyla bu kişiler arasındaki yeni ve geçici ilişki biçimini tanımlamak da önemli olabilir.

İlk hapşırık (okuyucunun yaşı 16'dan küçükse hapşuruk da diyebilir) içten, samimi bir "çok yaşa" ile karşılanır. Hapşıranın hevesle "sen de gör" demesi ile bu iki kişinin arasındaki bağ kuvvetlenir. İyi niyetler insanları şüphesiz yakınlaştırık. Peşinden gelen hapşırık bu sefer biraz daha kısık bir sesle, ve hatta sonunu dahi getirmeye üşenerek "çok yaş.." diye karşılanır. Hapşiran kişi (yani hasta) bu sefer yalnızca kafasını sallayarak, öyle bir selamla ve onaylamayla geçiştirir durumu. Üçünçü hapşırık ise ne yazık ki karşılık bulamaz, durum (hastalık) artık her iki taraf için de kanıksanmıştır. Lakin kimse bu durumun acısı ile derbeder olmaz. Hayat v e hastalık sürer gider.

Kısaca, hasta kişi ilgi beklentisini doğru/rasyonel bir zeminde kurmalıdır. Ne kadar yakın olursa olsun, ikinci kişi ikinci kişidir; başka bir bireydir. İnsanlığın binlerce yıllık hastalık tarihi bize bunu öğretir.

4) Adaptasyon Aşaması

Hasta olmak zordur. Fakat iyileşip gündelik hayata dönmek daha da zordur. Hastayken size tölerans gösterilir. İş yerindeyken üzerinize fazla gelinmez. Durum biraz daha kötüyse zaten evdesiniz demektir. Siz hastalıkla boğuşurken başka insanlar da size gösterilen ihtimama karşı diş bilerler. Evet, hastalıktan dönüşte herşey iki katı daha zordur. Hasta olurken bu gerçeği bilmeli, planlarınızı buna göre geliştirmelisiniz. İnsanları çok fena hasta olduğunuza ya da hasta olmanıza karşın çalışmakta direndiğinize inandırırsanız, bu erdemli haliniz sizi kimi saldırılardan korur ve hastalıktan koşturmaya geçişinizi kolaylaştırabilir.


Wednesday, September 7, 2011

akıl var, mantık var. peki ya vicdan?

(tr) Bilinç: (ing.) Conscience
(tr) Vicdan: (ing.) Conscience

Kısa bir giriş:

Kelimeler farklı dillere çevrilirken kimi zaman onların bire bir karşılıklarını bulmak güç bir durumdur. Hatta bir dildeki kelimenin başka bir dilde tam karşılığı olmadığı da az rastlanır vak'a değildir.

Yukarıdaki örneğin üzerinde daha uzun boylu durmak, diller arasındaki mevzu bahis farklılıkların nedenlerine ilişkin kimi temel ipuçları sunabilir. Ne yazık ki etimolog değilim (böyle bir dal'ın varlığını dahi çok sonraları öğrendim). Lingulist olmadığım da bir sır değil (böyle havalı bir sıfatım olsaydı durmadan başınıza kakardım zaten). O halde benim çıkarımlarım bilimsel dayanaktan yoksun, çoğunlukla da kişisel duygu ve fikirlerden hareketle yaratılmış safsatalardan ibaret olacaktır. Toplumların kültürleri, ve bu kültürlerin baş aktörü olarak dil gelişirken, ifade biçimleri ortaya çıkarken ve değişirken bu müthiş devinimin itici güçlerinden biri de duygular olduğuna göre; benim safsatalarım da bir parça tutarlı ve hatta doğrudur.

Meselenin Özü:

bilinç ve vicdan, bizim toplumumuzda birbirinden hayli uzak iki kavramdır. Gündelik yaşamımızda da, her nedense, bu ikisini birbirinden ayırırız. Bir harekette bilinç düzeyi yükseldikçe vicdani tutumun azaldığına, vicdanlı davranışların ise bilinç çerçevesinde işlenmediğine inanırız.

Bir de hem bilinç hem de vicdan kavramlarının karşılığı olabilen conscience kelimesine bakalım.
Con, birlikte/birliktelik manasına gelir (sır değil doğrusu). Science ise, bilim/bilmek demektir (ki bunu da hepimiz biliriz :s).

O halde Consience'ın Latince'den tercümesi pekala, birlikte bilmek daha doğrusu "kolektif bilgi" şeklinde olabilir. Dolayısyla Consience, bilinç ve vicdan'ı ayrıştırmanın lüzumlu ve/veya mümkün olmadığı bir kültürel evrene aittir.

Uzun Lafın Kısası:

Türkçe'de vicdan ve bilinç ayrı tanımlanmışsa, bunun yegane nedeni iki farklı tanıma ve kavrama ihtiyaç duyulmasıdır. Dolayısıyla bizim toplumumuzda bu iki kavram (yukarıda da kısaca izah edildiği üzere) farklı -ve çoğunlukla zıt- hareket ederler.

İngilizce dünyasında ise Consience vardır. Kolektif bilgi, yeterli bir izahtır.

Hipotezler:

Bir dildeki kelime sayısının izafi azlığı, o dilin kısırlığı ile ilgilise olabileceği gibi, doğrudan ve yalnızca "yetersizlik" anlamına gelmez.

Bir kültürde var olan bir ögenin diğerinde bulunmaması illa eksiklik değildir; ihtiyaçsızlıktan doğan yok olma hali de mümkün ve dahası yaygındır.

Küçük gezegenimizde, yaşayan dillerin birbirlerine tercümelerinde güçlükler çıkması normaldir. Bu zorlayıcılığın esas sebebi bir dilin diğerine üstünlüğü değil, ancak farklı şartlarda doğan dillerin kısmen de olsa farklı ihtiyaçları karşılamayı sürdürmeleridir.

Thursday, August 25, 2011

urbanism

Alaçatı'da tanıştığım, ayak üstü sohbet ettiğim bir çift... Herhalde 40lı yaşlarındalar, fotoğrafçılık mesleği ile iştigal ediyorlarmış. Ne mutlu! Kadın Alaçatı'nın mevcut durumunu, "İstanbul istilası"nı kaygı ve üzüntüyle karşılıyor. Kendisi de İstanbullu olmasına karşın, doğal dokunun tahribinden şikayetçi. Ona göre Alaçatı, tıpkı 10 sene öncesi gibi, dingin ve mutlu 1 balıkçı kasabası olarak kalsaymış, ne de güzel olurmuş!

Birinci sorun şu; Alaçatı hiçbir zaman balıkçı kasabası değildi. Kadının kentli algısında kırsal ancak balıkçı kasabası ise olumlanıyor herhalde. Oysa Alaçatı geçimini tarım ve hayvancılık ile sağlayan bir kasaba(ymış). Sonra sonra, lise mezunu olanlar çevredeki otellere kapağı atmaya başlamış. Mevcut durum ise ortada. Bu hikayenin ne başında ne de kıçında balıkçılık var.

İkinci sorun; taşra ya da yerel her zaman, "doğal olarak" iyi değildir. Böyle bir önkoşul yoktur. "Yerli halk" pekala kurnaz, köşe dönmeci ve hatta art niyetli olabilir.

Üçüncü sorun; bu fotoğrafçı çift özünde, eleştirdikleri "yağmacı" memleketlilerinden farklı değiller. Sosyetik İstanbullular Alaçatı'yı (geçmişte Bodrum'u) entelektüel hemşerilerinden öğrendiler. Bu iki kitle birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Aydınlar, burjuvazinin sırtından geçinirler, burjuvaziye çalışırlar.

Sonuç; ikiyüzlülük mide bulandırıcıdır.

Thursday, August 11, 2011

güz, yeniden..

Sözcükler, eylül - ekim 2011 sayısını "daha önce hiçbir yerde ürünü yayınlanmamış yeni yazarlara" ayırıyor. Bu sayıda okuyacağımız birkaç iyi öykünün moralimizi yükselteceği, henüz parlamamış bir iki yeteneği keşfetmenin hazzını yaşatacağı kesin (Evet. Bunlardan biri benim ama konumuz bu değil :S).

Bana öyle gelir ki, esas yılbaşı eylül ayıdır. Yaz mevsiminin kavurucuğu sıcağı diner bir kere. Algımızın üzerine yoğun bir sis bulutu gibi çöken tatil fikri/özlemi de dağılır gider. Caddeler kalabalıklaşır, trafik kilitlenir, gündelik koşuşturmaca kaldığı yerden devam eder. Öğrenciler okula, çalışanlarsa ait oldukları umutsuzluk çukuruna tıpış tıpış dönerler. Sinema salonları, AVM koridorları dolar taşar. Futbol kaldığı yerden devam eder. Televizyonda yeni sezonun sükseli dizileri yayına başlar. Vitrinleri yeni sezon, muhtemelen toprak rengi, ürünler ele geçirir. Biraz daha bronz ve belki biraz daha kuvvetliyizdir artık.

Bu yüzden işte, eylül sayıları iyidir.

Wednesday, August 10, 2011

hippileri neden çok severiz?

Benim adıma, yanıtı son derece açık. Kütlesel olarak modernizme karşı çıkan, iş güç derdine sırtını dönen, mutluluğun ve huzurun peşine düşen, hep güneşle gezen bu insanlar bana olimpos'un tanrılarından daha masalsı gelir. böyledir...

Monday, July 25, 2011

belki?

hakikati ne kadar iyi ve yakından bilirse bilsin, bireyin "aslında hiç de özel olmadığını" açık yüreklilikle kabullenmesi pek de kolay bir iş sayılmaz. tevazu hele ki bu asırda, her babayiğidin harcı değildir. belki insana bunu hakkıyla hissettiren de yalnızca beatles vardır. dinlerken sizi mutlu ve aynı zamanda evrende ufacık hissettirmeyi başaran başkaca bir topluluk yoktur. bu ilişki biçimi elbette ilahi çağrışımlara vesile olur. dinleyici inançlı bir kulun huzurunu, mütevazilik bilincini yaşar. bu kullukta metazori yoktur, beatles evrenseldir. o halde, beatles için yapılan ve onların (çağdaş) müziğin tanrısı olduğunu ilişkin teşbihler pek yerinde ve doğrudur.

Thursday, June 16, 2011

go straight to hell, boy


Gercek hayatta fazla kahramanim yoktu. Dogrusu pek ihtiyacim da yoktu. Hakan Abi (abi dememe yine kizacaktir) benim icin ihtiyac fazlasi, kendiliginden bir kahramandi. Bunun icin hicbir sey yapmadi. Yol arkadaslari degildik belki ama nereye gitse pesinde, kendisinin ve bize gostermedigi yolun yolculariydik. Onun oldugu yerde gucluyduk, havaliydik. Ozguvenimiz biraz eksikti sanki... Evet, kiz arkadaslarimizin cogu ona asikti, ama onlari kim suclayabilirdi ki? Ve tabii ki guvendeydik. Cogunlukla uzaktaydik ama icimiz rahatti, en kotu o vardi. Artik yok. Bu da yeterince kotu. Cok uzgunum. Hakan'imizi kaybettik. Gencligimiz gozunun onunde kaydi. Ona ise hicbir sey olmazdi. Baska turlu yikilmayacagini bildikleri icin bolum sonuna trafik canavari koymuslar. Bu klisenin altinda ezilmek de varmis, ama artik bazi seyler hak'katen eskisi gibi olmayacak... Tum sevenlerinin acisini derince paylasiyorum, hepimizin basi sagolsun. Toprak ve huzur senin olsun abi... Bizi merak etme.



"yavrum benim"

Friday, March 11, 2011

peki ya istimlak bedeli?

Bloglarin, daha ozel ifadeyle, blogspot.com’un gectigimiz gunlerde kapatilma karari alindi. Bu karari yonetimde bulunan sansurcu kolektif aklin uygulamadaki tezahuru olarak okumak yaklasimlarin en su goturmeyeni olur. Bu dupeduz emek ve alan hirsizliginin mumessili olarak, davaci taraf olan futbol maclarinin yayinci kurulusu gosteriliyor. Once bu konuyu didiklemek gerekiyor.


Biz yanlis hesaplarin, hatali planlamalarin, sagliksiz yola cikislarin toplumuyuz. Olayi akisina, kervani da yola birakmak ve kendiliginden duzelmesini beklemek bu topraklarin kronik bir rahatsizligi. Ve bu yolda kacaga, planlananin disinda kalan, daha dogrusu ortada planlanan bir sey olmadigi icin, hesapta olmayan herhangi bir unsura tahammul yok. Kiraathaneler, yoldan gecenler televizyondaki maca bakmasinlar diye cevresine minyatur bir cin seddi orer. Belestepeye yogun engelleyici guvenlik onlemleri alinir. Kitapevlerinde muasir medeniyetlerde oldugu gibi, maazallah bir kitabi alip iki saat icinde okur da bitirirsiniz diye orta yerlerde rahat koltuklar yoktur. Parmakla sayilir coklukta masasi olan bir cafe’de uzerinizdeki baski yuksek, barinma sureniz de kisadir. Kapikuleden obur tarafta sahit oldugum, iki kisi tek bir icki istedi diye masayi ve mekani kibarca terk etmeleri istenen tek yer, Amsterdam’in gobeginde bir cafeydi. Ne hikmetse sahipleri ve calisanlari da Turk’tu. Evet, muhtemelen uc aile o isletmenin geliriyle yasiyor. Ama sorun tam da burada. Belki de o isletme, uc ailenin gecim kaynagi olacak bir mekan, margarin cikarilacak sinek, tum umitlerin gomulecegi bir yer degildi. Alt yapisi olmayan beklentilerin sonucu beyhude cirpinislar ve anlamsiz aksiyonlar; hesap disi her unsur da paranoya paratoneri, ugursuzluk, ekmek teknesine saldirmis bir kemirgen oluyor.

Saniyorum yayinci kurulus da Super Lig’in marka degerini dunyada ilk 10’a sokacak yatirim teklifini yaptiginda bir seyleri yanlis hesapladi. Ortada bir sacmalik oldugu acikti. Simdi en ince catlaklari dahi sivama, sizan kacaklari onleme savasimina girmis durumda. Uzun suredir vardi bu dava. Bunun adi malina sahip cikmak filan degil, enikonu ac gozluluktur. Bakin, kalabalik yerlerde calsiyorum, bes farkli egitim kurumundan mezun oldum, turlu turlu insan profilleriyle hasir nesir oluyorum, dolayisiyla farkli kesimlerden yuzlerce insan taniyorum diyebilirim. Yani beni pekala bir arastirma denegi kabul edebilirsiniz. Onca tanidigim insan Digiturk uyesiyse, ve ben iclerinden bir tanesinin dahi “maclari blogspot’tan izliyorum”u dedigini duymadiysam, kimse beni bu kacagin, kurumun ocagina incir agaci diktigine ikna edemez. Kaldi ki burada musterilerini de cezalandirdiginin farkinda olmayan, aslinda bunu umursamayan trajikomik bir yaklasim da var. Koyun surusunden hallice musteriler oldugumuz icin cok da problem degil ama durum, sokakta kulaklari sagir edercesine korna calip o kornayi sadece onundeki aracin duyacagini sanan embesil soforlerin ironisi gibi…




Olay en ozet haliyle su; bugunun piyasasinda ya musterisinizdir, ya da degilsinizdir. Arada kalan uc-bes “nasiplenmeci” tayfa en buyuk dusman ve hedeftir. Ayrica musterilik de oyle somut bir metaya veya hizmete, ona bicilen fiyata mukabil talep olmakla sinirli degil. Isletmecilerin kendi belirledikleri kistaslar dahilinde musterisinizdir. Ya en az iki icecek alan, ya mac izleyen ama blog okumayan/yazmayan, ya da duvari asip mac parasinin yaninda uc-bes cay icen bir musteri olmaniz beklenir. Peki suclu sadece kurum mu? Kesinlikle hayir. Bir kere bir yolu actiniz mi, o yol acik kalmaya mahkum olur. Dogdugum gunden beri bir kapatma davasidir gidiyor. Kapatma edimi bir kez cozumden sayildi mi, artik herkes gorece magduriyetinde bunu talep ediyor. Paradigma olarak nasil ortaya cikmis, nasil siradanlasmis ve kemiklesmis, zihnim ve fikrim almiyor. Ne de olsa kanal bir kez acilmis, tum hukuki mucadele bu ihtimal uzerine dayandiriliyor. Ozellikle internet tarafinda hukumetin en gozde uygulamasi bu oldugundan, yayinci kurulusun da ilk hedefi buydu. Kapatmadan musdarip oldugu icin yillarca mazlumu oynayan karar vericilerin bugun kapatma histerisine batmis olmasi da ayrica dusundurucu.

Peki kalem kirildi, adres kapatildi. Oncelikle, elbette uretilen, yazilan ve cizilen hersey paylasilmalidir. Bunlara ayna olacak otekilere ihtiyacimiz var. Bizim icin de buranin varligi, devamliligi onemli. Hatta gurur kaynagimiz. Ancak bizim bu blogdan, genel olarak internetten herhangi, evet abartili tinlamakla birlikte, herhangi bir beklentimiz yok. Benim sanal alemle iliksim kazandibiyle olan iliskime benzer. Onume konursa severek yerim, ama yoksa herhangi bir krize girmem. Biraz da radyo-televizyondan ibaret teknoloji jenerasyonuyla, internete dogan nesil arasinda bir yerlede oldugumuzdandir. Bugune kiyasla mahrumiyeti de gorduk, bugunu de... Esasen, bu blogspot hikayesine her ne kadar klavyem burada tam tur calisiyorsa da, yuregim ve hislerim o kadar da duyarli olamiyor. Lakin bizden cok daha ihtiyac sahibi insanlar, buradan gecim saglayan, maddi degilse manevi doygunluk kazanan, yani bir sekilde kendini bu alanlar uzerinden tanimlayan ve ifade eden insanlar icin durum cok daha bozguna ugratici vahimlikte. Buradaki tepkim daha ziyade onlarin ugradigi haksizligi kapsiyor.

Ote yandan, her turlu yolsuzluga, zulume, somuruye kulagini tikayip sanal alemine zeval gelince mangalda kul birakmayan siber devrimcilerinden biri gibi tinlamak, dogrusu en son isteyecegim sey olur. Masa basi magduriyeti, yine masa basindan yurutulen protesto dalgasiyla giderilemez, bunu da artik tum ruya alemcilerinin bilmesi gerekiyor. Sanal mecranin, burada yapilan uretimin herhangi bir kiymeti ya da hukmu olsaydi, zaten boylesine pervasizca, bir cirpida kapatilmazdik. Bu konuda da magduriyet sahiplerinin, eger kendilerini gercekten magdur hissediyorlarsa, haklarini baska sekillerde aramasi gerekiyor. Revolution will not be digitalized.

Cok onemli fakat goz arda edilen bir onemli mesele daha var. Dusunun ki bir dukkaniniz var. Belediye, sozde kentsel donusum, ozde yeni peskes alanlari yaratim surecinde burayi istimlak ediyor. Bunun karsiliginda gecim kaynaginizi aktarabileceginiz yeni bir yer sunmak durumundalardir. Diyelim ki blogspot da istimlak edildi. Peki nerede bunun tazminati? Uc yildir bizim, daha uzun yillar ve daha yogun bicimde baska bloglar, yazip cizilen onca nesriyat ne olacak? Iste bunun kitaplarin yakilmasindan, filmlerin toplatilmasindan hicbir farki yok. Iste bunun adi emek hirsizligidir. Ortada bu nesriyatin yeni bir yere tasinmasi, tekrar topluma geri kazandirilmasi icin en ufak bir teklif, tesebbus, yardim dahi yok. Yapilamaz mi? En azindan bir basvuru mercii olusturulur, dileyenler buraya basvurur, blog alani incelenir ve onaylanarak tekrar yasal alana geri dondurulur. Ama imkansiz, cunku bu zihniyete gore her turlu kulturel kapital uretildigi andan itibaren coptur. Tipki heykeller, resimler, kitaplar gibi. Ve tek bir kararla sonsuzluga, ya da karanliga mahkum edilir.

Saturday, February 26, 2011

let's go vegetarian










Tuesday, February 8, 2011

ifrazat over müfredat

Benimle aynı yaşta, Fransa’da doğup büyümüş bir kuzenim var, adı Murat. Sivri zeka, muhtemelen bu yüzden de yarı-deli bir çocuktu. 2 yıl kadar önce görüştüm, bir de Amsterdam maceramız oldu. Halen öyle olduğunu söyleyebilirim. Hayatımız benim hiç de arzu etmediğim bir simetride paralel olarak ilerlemiştir. Arzu etmediğim simetri diyorum çünkü bana kalırsa o dönemlerde bu topraklarda yaşamak hiç ama hiç çekici değildi. Her şeyin gerisindeydik. Küçük yaşlarda, teknoloji ve refah seviyesindeki geri kalmışlık canımı sıkarken, delikanlılık dönemlerinde en çok zihniyet ve genlerdeki gerici kodların ıstırabını yaşıyordum. Onunla yıldan yıla görüşmek, benimle, bilmediğim ama bizimkinden çok daha ileri olduğuna emin olduğum medeniyetler arasına en kestirme hattı çekerdi. Bugün ise aynı Murat, İstanbul’da kıyak bir ekspat iş kapabilmek için can atar. Hatta onun büyüdüğü ve 18ine gelir gelmez kaçtığı kasabayı sonradan görecek, orada bir gençlik yaşamanın, bir gençlik harcamaya eşdeğer olduğuna kanaat getirecektim.

Öğrenim hayatımız da paralel gidiyordu. Liseyi bitirip üniversite aşamasına geldiğimizde dirsek teması halindeydik. Tercihlerimiz uyuşuyordu, aynı bölüm/meslek dalına dalış için uğraş veriyorduk. ÖYS sınavlarının açıklandığı dönem tesadüfen İstanbul’daydı. Aradaki en belirgin fark; o bizimki kadar travmatik ve hayatın dönüm noktası niteliğinde bir sınav sürecinden geçmemişti. Her zaman evrenselliği konusunda nedense bir türlü ikna olamadığım matematik, fen gibi pozitif bilimlerin gerçekten Fransa’da, burayla aynı olup olmadığını çok merak ediyordum. Yani tamam, paralel gidiyorduk ama aynı şeyleri mi biliyorduk? Evde birlikte otururken kağıt kalemi çıkarıp, bir güzel sınava çektim hergeleyi. İşe logaritma sorusuyla başladım. Gidiş yolu bizimkinden biraz farklı da olsa, bir şekilde çözdü. Sonra menzili uzun bir sıçramayla, integrale geçtim. Hani meşhur bir integral sorusu vardır, görünürde çok kolaydır, fakat çözümü saatler sürer: Integral 1/e. Soruya baktı ve mazeretini bildirdi: “biz daha S’yi görmedik” :S. Evet, integral onun için sembol itibariyle bir S harfinden ibaretti. Daha kötüsü, yanlış bir ibaret oluş şekliydi bu. Toplam sembolüne E harfini vermek gibi… Sonra türev dedim, “haaa apostrof? Almıştım bir ders ama anlamadım”. Matematik bölümünden sınava giren biz universite adayları uzay geometrisi kısmen hatmetmişken, Murat neredeyse Lise 1 seviyesindeydi. Evet, hep gelişmiş ülkelerdeki hayatın daha kolay olduğunu, burada çektiklerimizi asla anlayamadıklarını düşünürdüm. Her alanda yenik olduğumuza inancımın, bir alanda daha sağlaması yapılmıştı. Onların şikayetleri şımarık züppelerin sığ şikayetleri kadar gerçek dışıydı.

Kendimi bir matematik profesörü kadar yetkin, bir o kadar da yorgun hissediyordum. Bizim sırtımıza yüklenmiş olan ağır müfredatın ve onun ürettiği skolyoz dostu ağır çantaların geçmişini ve geleceğinin pasını bir güzel yüksek sesle aldım. Murat da büyük ihtimalle çözemediği soruların ardında kafası basmayan bir öğrenci konumuna düşmek, aramızdaki çekişmede ağır bir yenilgi almış gibi görünmektense, benim küfür-sinkaflarıma eşlik ve uğradığımız haksızlığa çok içten bir görünümle ortaklık etti. İçimden, “ulan Murat bilgisizi, sana aynı sınavı üniversite 3. sınıfta da çekicem, tek bir tanesini bilecek olursan kendimi keserim, o kadar da iddialı konuşuyorum” dedim. Sivri zeka olabilirdi ama tembel tenekenin tekiydi, buna emindim.

O günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Her yaşta ağır müfredat kurbanıyız, buna üniversite de dahil. Bazen çocukların ders kitaplarına denk geliyor ve tedrisatın ayni hantal haliyle son sürat devam ettiğini anlıyorum. Şuncağız çocuklar için gereksiz, kullanışsız ve zararlı [evet, zararlı] ne kadar bilgi varsa, o ders kitaplarının içine istiflenmiş halde. Zaten bugünkü şartlarda çocukların işi eğitim konusunda olabildiğince zorken, bir de içinden geçtikleri bilgi çöplüğü, yorgun ya da motivasyonsuz gelecek nesiller için tam isabet. İşleri zor, çünkü dünya bundan on beş yıl önce bu kadar dikkat dağıtıcı, konsantrasyon düşmanı bir mekan değildi. Derslerimize asılmamız karşısında en büyük engel, olsa olsa, televizyon ve sokaklardı. Her daim müptelası olmaktan çekinmediğim televizyon, duruma göre tehlike olabilirdi evet. Lakin hiçbir ailenin çocuğunu sokak bağımlısı diye doktora sürüklediğine şahit olmadım. Bugün cep telefonu, sms, oyun konsolu, bilgisayar bağımlısı olduğu için pedagoglara, ya da diğer psiko-bilim insanlarına başvurmak zorunda kalan yüzlerce anne-baba var. ÖYS’ye hazırlanırken dış dünyayla ilişkimi rahatlıkla kesip (tüm yapmam gereken televizyonu kapatmaktı) 40 dakikalık kesintisiz, biraz da üniversite sınavı simülasyonu blok testler çözebilirdim. Bugün evde 40 dakikalık bir çalışma için, hiç yoksa iki-üç saatlik efektif olmayan bir zaman dilimine ihtiyacı var. Yine bugün, ilk-orta seviye bir öğrenci adına, bu kadar aygıt arasında başarılı olma motivasyonunun ne olabileceğine, neyin onlar için itici güç oluşturabileceğine mantıklı karşılıklar bulamıyorum. Yeni dünyanın yazdığı başarısızlık senaryosu yetmiyormuş gibi, müfredat hala çok ağır. Bu ağırlığın altından normal tempoda kalkılamadığından, devreye ek kurslar giriyor. Tabii bunda çıkar odaklarının, standart işleyişinde medeni yaşam koşullarından uzakta bırakılan öğretim görevlileri için korsan hat arayışının da rolü büyük. Etrafımdaki örnekler de bu durumu doğruluyor. Kiminin dersler tepe taklak gidiyor, kimi bir çocuk için dayanılması güç aygıtlar arasında kafayı çiziyor, kimiyse bu gencecik çağında halen vecibelerini yerine getirmek için fazladan harcadığı mesainin etkisiyle yorgun ve bitap.

Birileri bu müfredat mevzuna ilişkin bana bir şeyler söylemişti. O an için, Amerika’nın çıkarılmasına izin vermediği şu meşhur gizli bor maden yatakları konulu ötelenmiş elektronik postalara, hemen her ulusal meseleyi çok farklı ideoloji, doktrin ve saikleri aynı çatı altında toplayabilen anti-emperyalizme getiren komplo teorilerinden birine benzetmiştim. Teoriye göre müfredatımız, özellikle gençlerin entelekt düzeyini belirli bir seviyenin altında tutmaya, bombardıman yoluyla bilgi açlığına ve boşluğa yer bırakmayıp, genç bireyleri araştırmaktan, sorgulamaktan alı koymaya yönelik yıldırıcı özel bir programmış. Bu bilgi ve eğitim hevesini çökertme politikasında Amerika’nın, CIA’nin filan da parmağı varmış. Düşünüyorum da, CIA gelip Maraş’ı, Çorum’u karıştırmakla uğraşıyor da, bu kadar başarılı ve kitlesel bir programın oluşumuyla mı uğraşmayacak? Çok da mantıksız gelmiyor. Tamam, ille bu ülke ve kurumlar olmak zorunda değil. Önemli olan niyet; farklı güç odaklarınca, bizzat kendi içimizden de bilinçli yürütülen bir politika olabilir. Öyle “bu dünyaya çocuk getirmenin...” şeklinde başlayıp manasız açılımlara girecek değilim. Ama istisnasız, bütün çocuklara ömürlerinin önemli bir parçasını yiyecek okul yolunda çok ama çok acıyorum. Onlar adına içim bildiğiniz, cızzzz ediyor. Çocukluklarını yaşayamama pahasına, hepsine biran evvel büyümelerini diliyorum...

Saturday, January 29, 2011

küstüm, almıyorum

Yaşadığınız dünyada olan bitenden ne ölçüde haberdarsınız? Tunus ve son olarak Mısır'daki ayaklanmalar, uzak yerlerdeki doğal afetler, Turkiye'de alkol kullanımı düzenlemesi ve yaş sınırı tartışmaları, genel seçim öncesi etkisi katlanmış siyasal manevralar 2011 takviminin başlangıç taşlarını döşerken, aslında yakın geçmişte, yazın ve konuşma aleminde insanlık tarihinin en hayati hatalarından birinden dönüldü. Son on yıl içinde "girişimde bulunmak", "başlatmak", "teşebbüste bulunmak" gibi kalıplar kavramı tam anlamıyla, ya da sarsıcı bir etkiyle ifade edemediği için hayatımıza giren "insiyatif" kelimesi buyuk bir ıstıraptan kurtularak, aslına, yani "inisiyatif"e döndü. Kim bilir, bu kurtarma operasyonunun basarisi ve telafinin sagladigi rahatlama, bazılarımızın basini yastiga huzurla koymasina vesile olmustur.

Bunu ilk kim fark etti, ya da zaten farkındaydı da nihayet sesini duyurup genel farkındalığı etkiledi, çok merak etmiyorum. Ancak fark edilmemesi imkansız olan, sözcüğün yeni formunu ne kadar çok ve abartılı kullanırsak, bu tarihi hatadan o ölçüde sıyrılmış, hatta belki geçmişi bile bütünüyle temize çıkarırmışız gibi, ortalıkta bir "inisiyatif" bombardımanı olduğu. Herhangi bir konuda bu doyumsuz telafi hissini beyhude biçimde doyurabilmek için kavramı yoktan var eden fırsat avcılarına bile rastlamak mümkün. Peki sözcüğün -öyle sanıyorum- Fransızca aslına mot’a mot dönmek çok mu gerekliydi? Düşünün, yazımdaki aslına bağlı kalacağız diye bir anda sondaki “t“ harfini damağın dibine kadar bastırırcasına “restorant” demeye başladığımızı... Ne kadar can sıkıcı. Yıllarca "cavs" dediğimiz köpekbalığına bir anda "coows" demek zorunda olmak kadar da sinire dokunucu.

Ganimete veya çalıntıya saygıyı anlarım ama, devşirilmiş, özlük hissini daha baştan yitirmiş bir sözcüğün sonradan, kalıcı misafir olarak yerleştiği bu yeni dildeki yapıya, ortalama diksiyona uygun biçimde evrilmesi çok mu anormal? Tabii sözcükleri apartıp kendi keyfimize göre modifiye edelim, doğrusunu [bu durumda doğru kelimesi de biraz ironik kalıyor ya] söyleme zahmetine katlanmayalım demiyorum. Ama söylenişini kolaylaştırmanın nesi kötü? Örneğin zaman içinde kendini mecburen kabul ettirmiş, dilin doğruları arasına girmiş “septik” demenin pratikliğinin yanında, “skeptik”te ısrar etmenin ne gibi bir faydası olabilir, bilemiyorum. Özel bir şey yapmaya gerek yok, zaman içinde kamuya yayılan yanlış belki de dilin doğrusudur. Evet üzülerek söylüyorum, belki de “şarj” kelimesinin Türkçe dilindeki, damağındaki, armonisindeki yeri “şarz”dır. Sebebi tembellik değilse, bu kadar insan yanılıyor olamaz. Aman “sweetshirt” demeyelim, cunku hem daha kolay filan değil, hem de burada absurt bir anlam kayması da var. Bir turist şarz kelimesini duyunca en kötü ihtimal hiç anlamayabilir, ama “sweetshirt”ü duyunca krize girebilir. Neyse bu bambaşka bir konu. “In[i]siyatif” meselesine dönersek, oynamıyorum arkadaş! Eski halini kullansam, cahilliğe, ya da yeniliğe kapalılığa yorulacak. Yeni haline hallensem, özentimden çıldıracağım. Kısaca “inisiyatif”i kullanma insiyatifini almıyor ve sözcüğü haznemden defediyorum. Hatta kavramı da çıkarıyorum, her ne haltsa, onu almıyorum. Bundan böyle kimse benden herhangi bir konuda girişimcilik, elimi taşın altına koymacılık [ama bunların hiçbiri olmuyor ki ya :((], beklemesin :S

Monday, January 17, 2011

plastic beach

petrokimyevi bir urun olan plastige karsiyiz, degil mi? yani oyle olmasi gerekiyor. ben de sadece oyle olmasi gerektigi icin karsiyim. kanserojen madde, gereksiz petrol tuketimi vs. ama, az once ufak bir seyahat icin hazirlanirken dusundum ve farkina vardim ki, bir plastik urune fena halde zaafim var. kullanim amacim hicbir zaman isminin hukmettigi sekilde olmasa da, buzdolabi poseti. bilmiyorum ama son 20 yilin en iyi buluslarindan biri gibi geliyor bana. ozellikle akiskan maddeleri muhafaza eden sise ya da tupleri korumaya almak icin kendi kucuk, faydasi buyuk bir bulus. birkac tane de yedek alirim hep. kirli corap, kullanilmis ic camasir, yani tecrite mahkum her turlu parca icin na-gecirgen ideallikte bir zar. hic karizmatik degil, degil mi? zip-lock filan cok daha havali tabii ama batidan aldigimiz ahlaksizliklar listesine henuz giremedi.

gaia'ya ozurlerimle. azaltma sozu veriyorum ama katiyen birakmak... asla. gerekirse kafama gecirir giderim.

Sunday, January 16, 2011

the flaubert effect

aynı anda birkaç kitap okumak, nasıl geliştiğini bilmeden edindiğim hoş bir adettir. Kimi zaman beni zorlasa, ve okuma ağırlığımı bir kitaba yöneltmem sonucunda diğerleri ile bağımı zayıflatsa da, bu alışkanlığımı sürdürüyor olmaktan memnunum. "teen" yıllarımı okumasız, yalnızca izleyerek geçirmiş olmamın intikamı ve açlığı da olabilir nedeni, bilmiyorum...lakin bu davranışın beni şaşırtan, zihin açıcı müspet sonuçları ile karşılaşmak da doğru bir iş yaptığımı ispatlıyor aslında.

yazma eylemiyle ilişkimin, kişisel tarihimde en kritik dönemece girmesi okuma süratim ve şevkimi de kamçıladı. bu sürpriz, önemli bir mutluluk benim adıma. şu aralar orhan pamuk - manzaradan parçalar, chesterton - apollon'un gözü, james wood - kurmaca nasıl işler ve art-sit'in situasyonist enternasyonel nüshalarını okuyorum. nick hornby how to be good, kolay ve eğlenceli diliyle aradan sıyrılıp finiş çizgisini ilk gören kitap oldu. kendisini tebrik ediyor, başarılarının devamını diliyoruz. ondan boşalan yeri, reşad ekrem koçu'nun forsa halil romanı aldı.

konuyu çok dağıtmayayım. yazının amacı, paralel okumalarımda yakaladığım hoş bir tesadüfü, anlatım biçimlerine dair kıyak bir tüyoyu alterednative'ın amansız müptelaları ile paylaşmak. olmadığını ve muhtemelen asla oluşmayacağını bildiğimiz değerli tiryakiler... blogumuzun okur ilgisinden yoksun kalması hüzün verici olsa da, yıllara yayılmış aksak devamlılığında bu ilgisizliğin ve dolayısıyla "bize özgülüğün" de bir katkısı bulunduğunu pekala biliyorum. her neyse... alterednative iptiladır, müptelalara selam!



Orhan Pamuk / Manzaradan parçalar (İletişim Yayınları, 2010)

Bay Flaubert Benim! başlığı altında, sayfa 241

Flaubert kahramanlarının düşüncelerine ve onların ruhsal dünyalarına, romandaki anlatıcı sesin çok yaklaşabilmesi için özel bir teknik geliştirmiştir. Önce Fransa'da, daha sonra bütün dünyada taklit edilen, yayılan ve okurlarından çok Flaubert uzmanlarının takdir ettiği bu sese, bu anlatım tekniğine "dolayımlı serbest üslup" denir. Flaubert'in keşfetmekten çok geliştirdiği bu anlatı üslubu, kahramanların düşünceleriyle, tanık oldukları çevre ve olaylar arasında bir fark gözetmez. Anlatanın dili, zaman zaman kahramanın ruhuna, dertlerine, o kişinin özel sözlerini, argosunu kullanarak yaklaşır, ama anlatıcı ses bizi "diye düşündü" , "diye aklından geçirdi" diye uyarmaz. Manzara ve çevre tasvirleri de, bir romanda olması gerektiği gibi, kahramanın ruh durumunu hem ayrıntılarıyla hem de seçilen kelimelerle temsil eder. Böylece biz okurlar, dünyayı, tasvir edilen olayları ve manzarayı kahramanların gözüyle ve onları duygu, dert ve kelimelerinin içinden yakın bir şekilde görürüz.




James Wood / Kurmaca Nasıl İşler (Ayrıntı Yayınları)

"Anlatım" bölümü altında, sayfa 19

5

Diğer taraftan, her şeye hakim anlatım nadiren göründüğü kadar her şeye hakimdir. Öncelikle, yarazın üslubu, bir şekilde, üçüncü şahıs hakimiyetini taraflı ve etki altında gösterir. Yazarın üslubu, ilgimizi yazara, yazarın inşasının ustalığına ve dolayısıyla da yazarın kendi eserine çekme eğilimindedir. Bı nedenle, Flaubert'in, yazarın "kişisel olmaması", Tanrı gibi ve mesafeli olması yönündeki ünlü arzusuna karşılık, kendi üslubunun oldukça kişisel olması, her bir sayfadaki sanki Tanrı'nın kaleminden çıkmış şatafatlı bir imzaya benzeyen o mükemmel cümleleri ve detayları, onun neredeyse komik denilebilecek ikilemini ortaya koyar.Dolayısıyla, kişisel olmayan yazar buraya kadardır.


(wood yazısının devamında örnek bir cümlenin farklı biçimlerle aktarılması üzerinden, serbest dolaylı anlatımın üstünlüğünü ortaya koyuyor. bense alıntıları burada kesip, size her iki kitabı da edinmenizi tavsiye etmekle yetiniyorum. daha fazlasını paylaşıp okuma şevkinizi kırmak istemem.)

Thursday, January 13, 2011

kır kalemi kes koçanı, otoparksız neyleyim?

belediyeye ait alanlarda çalışan üniformalı otopark görevlilerinin meziyeti karşısında hayrete düşüyorum. arabanın ancak sığacağı bir boşluğa, bazen tek bir manevrada park etmelerinde büyüleyici bir yan buluyorum. hayli düşük bir ücret karşılığında icra edilen, sıradan görünümlü mesleğin kazandırdığı yetenek ve tecrübeye özeniyorum. Genellikle kadın bir sürücünün ya da acelesi olan herhangi bir müşterinin bıraktığı çalışır vaziyetteki otomobili alıp, tereddüt dahi etmeden zınk diye boşluğa yerleştirmeleri, işlem bittikten sonra çekilen el freninin keskin ve kademeli sesi fena halde hoşuma gidiyor. Otomatik veya manuel şanzıman, kamyonet veya iki kişilik bir spor araba fark etmiyor. Usta eller ne yapması gerektiğini ezbere biliyor. Hayatta hepimizin sıkıntı çektiği, özellikle sahada çalışan insanlar için kimi zaman bir eziyete dönüşen park eyleminde ihtisas sahibi olmalarını saygıyla karşılıyorum. İşini gizli bir gururla, büyük şehirdeki park sorunun bilincinde olduklarından belki biraz da övünerek ve soğuk hava şartları ya da düşük ücret nedeniyle şikayet dahi etmeden yapan bu adamları takdir ediyorum.