Thursday, April 10, 2008

yandim televizyonun elinden

Ozellikle yeni cagin mesihi internetin televizyonun tahtini salladigina hukmeden, gazetelerin arka sayfalari icin tasarlanmis iyi ihtimalle kucuk orneklemli, kuvvetli ihtimalle masa basi teorilerden uydurmaca arastirmalar soyle dursun, televizyon halen en populer kitle iletisim araci. Basta yayin hizi (gunumuz televizyonculugunda “canli” yayin hukumranligi dikkate alindiginda cok kritik), goruntu kalitesi, navigasyon kolayligi, uzaktan tam kontrol kumanda imkani ve ergonomik izleme olanaklari gibi teknik-fizyolojik ozellikler, medyumun liderlik koltugunu saglamlastiriyor. Tabii isin bir de temel calisma prensibinin sekil verdigi sosyo-pratik yonu var. Tek yonlu iletisim mantigiyla isleyen “broadcasting”, tercih yapmak durumunda kaldiginda tercih yerine kisa devre yapan, acz icerisinde icsel catismalara gark olup felegiyle birlikte nereden baslayacagini sasan modern cag insaninin bu problemlerini ortadan kaldiriyor. Karsilikli etkilesime kapali bu diktatoryaya uzaktan kumanda, kablolu yayin, dijital platform, goruntu kaydedici/PVR gibi yollardan ihtilal girisimleri basarisizlikla sonuclanirken, televizyon, secmekten ziyade verileni almaya, yonetilmeye ve disipline edilmeye muhtac bireyler icin tedavuldeki en sifali recete.

televokasyon
Ogretim hayatim boyunca turkce kompozisyon/ingilizce essay konusu olarak defalarca kez karsilastigim televizyon yararli mi zararli mi tartismasinda kalemimin ucunu hep TV lehine sivriltmisimdir. Cunku bilincli kullanildiginda halen televizyondan alinabilecek cok seyin oldugu kanisindayim. Lakin kitlesel iletisim aracinin bir kitle imha silahi haline donusmekte oldugu gercegini de yadsiyamam. Ki medyanin bu ezici gucu de yeni bir sey degil. 2002 yilinda Bolivarci devrim sefi Hugo Chavez’i devirmek icin Amerikan menseili medya cuntasi is basindaydi. Ama “Revolution will not be Televised”. Ne yazik ki her girisim bu ornekte oldugu gibi fiyaskoyla sonuclanmiyor. Nihayetinde tum zamanlarin en basarili ve uzun soluklu sosyalizm uygulamalarindan biri olan, azimsanmayacak sayida farkli etnisite ve dinlerin tek cati altinda catismadan yasayabildigi Tito’nun Eski Yugoslavya’sini dagitma niyetli ulusalci propagandalarin siyasi kanali olmaya muktedir bir medyumdan soz ediyoruz. Bir propaganda ve provokasyon araci olarak televizyon, dunyanin gelecegine yon vermeye yetecek kudret ve titre sahip medya patronlarinin devlet politikalarina hukmetmede, ulkelerin, hatta kuresel boyutta dunyanin uzun vadeli kaderini yazmada, iktisadi ekonomilere yon vermede en onem verdigi iletisim kanali. Bu aracin bir de kitle bilincini imha silahi haline donusmesi durumu var ki, saniyorum en tehlikelisi bu…

telebilitasyon
Recete metaforu bosa degil. Televizyon ulasimi en kolay ve en legal uyusturucu. Metafordan bagimsiz radyasyonun beyine gercel uyusturucu etkisi de ayri mevzu tabii. Kiskirtma temelli kullanimi kadar, “halka ragmen demokrasi” anlayisiyla alttan alta sinsice yurutulen politikalarin basariya ulasmasi icin, “izleyiciye ragmen televizyonculuk” mantigiyla toplum bilincini pasifizasyon araci olarak yaygin bir kullanim agi var. Egemen guclerin, gelisimleri ve kalkinmalari toplumsal bilinc ve birliktelikten gecen ucuncu dunya ulkelerine western populer kultur enjeksiyonu da, zaten zayif toplumsal hareketleri iyice cilizlastiriyor. Vicdandan yoksun akillarin koca bir kitleye hitap gucunu yakalamisken hipnoz, paralizasyon, pasifizasyon gibi olgulari bu yazinin anahtar kelimeleri konumuna getirmeleri yerine, halki bilinclendirerek kendilerini bu kudrete ulastirmis sistemin carkina comak sokmalarini bekleyemeyiz, degil mi?... Yaratilan algi kirliligi, imge bombardimani ve kafa bosaltici yayin anlayisi toplumsal hafizayi, refleksi ve vicdani yerle bir ederken, mevcut durumu sorunsallastirarak sorgulama ve hakikate ulasma egilimini ortadan kaldiriyor. Izleyicinin kendisini fena halde televizyona kaptirmasinin bir baska yansimasi olan, izledigi dunyayi ve karakterleri icsellestirip kendi kimliginden kopmasi var ki, daha fazlasi icin “televizyonda” denk gelirseniz 1975 yapimi Mujdat Gezen’in “Televizyon Çocuğu” filmini kacirmayin...

telemisyon
Meslek duzeyinde tum bu kokusmus duzenden kendini patalojik bicimde soyut varsayan ve ozerkliginin oldugu sanrisina kapilan “televizyonculuk”un bahanesi her daim tetikte: Halk bunu istiyor. Hayir efendim, halk ne verirsen onu izliyor. The Jam’in “Going Underground” sarkisinda farkli dizelerde degindigi gibi: “Public gets what the public wants/Halk istedigini alir”. Ama ayni zamanda “Public wants what the public gets/Halk aldigini ister”. Evinde uyumadigi tum zamani televizyona gommus halk, elektrik kesildiginde can damarlari kesilmiscesine ölümle kardes bir komaya giriyor; tek careyi yine uyumakta buluyor. Cunku ters yonde bir akisla televizyon izleyemedigi zamani da uykuya gommek zorunda, ezberi bu... Televizyona muhtac bu bireyler ne verilirse izleyecek. Gerci uyumalari da istenmeyen bir durum olmazdi, ama ya bir gun uyanir ve cevabi verilmesi zor sorular sorarlarsa?

telefüzyon
Peki ya nitelikli-niteliksiz ayirmadan, balik hafizalara duyulan guvenle marka imajinin tam tersi programlara dahi sponsor olabilme midesizligini gosteren, milyarlarca dolarlik televizyon endustrisini dimdik ayakta tutan reklamverenlere ne demeli? Tum kalitenin dusmesinde ve televizyon denen aygitin frenkestein’lasmasinda en buyuk rolu onlar oynuyor. Tuketiciye ulasabilmek icin atmayacaklari takla, sergilemeyecekleri erdemsizlik yok. Nitelik citasi nasil mi yerin dibine geciyor? Alin size ölümcül bir döngü: Genis hitap gucu olan, kumandalarda ilk 9 u garantilemis bir kanal cok ucuz bir produksiyonla kepazelik bir programi prime-time’da ortaya atiyor. O kanalda, o saatte tuketiciyle duyusal-simgesel iliskiye girebilmek atesiyle yanip tutusan reklamveren (kufur gibi) icin bu kepazeligin hicbir onemi yok, ve dayiyor markasini. Beyni isinmis ve guce/ihtisama tapan ortalama izleyici de, program arasina giren reklam suresini ve kusaklarini gorunce, programi kendisinin farkedemedigi matah bir sey saniyor ve inatla takibe geciyor. Tabii, reklam alan program iyidir. Birbirini besleyen halkalar bu sekilde birbiri icine geciyor ve izleyici olusan bu zincire vuruluyor. Insan haliyle, acaba reklamverenler yayin kalitesini bilincli sekilde tarumar ederek TV’de izlenmeye deger tek sey olarak reklamlarin kalmasini mi hedefliyor diye dusunuyor. Ama bu, izledigi yapimlarin kalitesini sorgulayip reklamlari izlemeyi secen bir izleyici profilini baz almak olur ki, bu kisilerin de reklam yalanlarina karinlari tok olurdu. Hazir kurbanlari yakalamisken, hedef kitle (umitsiz tuketim toplumu) ile televizyon tutsaklari (tuketim cilginliginin bir baska turevi) arasindaki yuksek korelasyondan yurumek varken bu stratejiye ne gerek? Tuketim toplumunu sahlanma ve ayakta durma gucunu bu beyni uyusmus bireylerden aliyor. Bu iste para var cok milyon…

televizyonu kapatma davasi
Erci-E bundan 15 kusur yil once populer kulturu tefe koyan sarkisinda "televizyon, ölü bir vizyon; bu iste para var cok milyon" derken gelecekte gun be gun cirkinlesecek TV ekranini erkenden haber veriyordu. Gecmisi/mi goz onune aldigimda halen televizyona inansam ve bir avuc ilke sahibi kanalin yayin anlayisini umit verici bulsam da, ahvalin geneli cok asap bozucu. Kendimce anten kablosunu cekip televizyonu bir haftaligina kapatma karari aliyorum. Mutfaktaki televizyon kapsam disi, tabii ki...

Wednesday, April 9, 2008

6nin 3lu kombinasyonu

Çoğalınız, üreyiniz, yoksullar ordusunu besleyiniz...
Illa 3 çocuk yapılacaksa, aşağıdakilerin kombinasyonu olsun. -bari?

-Achtung Panzer! Gunden Esprisi-

Beceriksizligin Psikopatolojisi

'gifted'

Ingilizceyi bu yüzden seviyorum işte. Ingilizce bir kelimenin Türkçe tam karşılığı aklınıza gelmeyince -ya da böyle bir anlam hiç olmayınca- o kelimeyi mırıldanıp dudağınızı 'hmmm' dercesine bükebilir ve sizi dinleyen kişiye 'hadi ama, bana yardımcı ol da şu dilimin ucundakini dökeyim!' sinyalleri gönderen el kol hareketleri yapabilirsiniz. Gifted da o kelime grubunda. Yetenekli olma durumu var, fakat bunlar kazanılmış şeyler değil. 'Metafizik bir varlık tarafından bahşedilmiş ayrıcalıklı kişi' ya da kısaca 'Allah'ın sevdiği kulu' anlamına geliyor. Ancak tek kelimelik doyurucu bir karşılığını bilmiyorum. Tek başına 'yetenekli' , 'maharetli' gibi adlandırmalar, aynı kuvvette / yoğunlukta değil . Gizem yok, mistifikasyon yok. Ne anladım ben o işten?



Her çarşamba günü öğleden sonraları toplantıya giriyorum. Masanın çevresindeki grup içerisinde birileri çeşitli şemalar eşliğinde birşeyler anlatıyor. Scorecard'lar, KPI'lar, Process'ler, Progress'ler havada uçuşuyor ama benim konuyla zerre ilgim yok. Sol dirseğimi masaya koyduğum ve başımı sol avucuma yasladığım halde, sanki akan görüntülere bakıyormuş gibi bir pozisyonda hafif bir uykuya geçmeye çalıyorum, ama bir yandan da tırsıyorum. Fark eden olursa büyük rezillik. Ne katakulliler yapabileceğimle ilgili gerilimleri yaşarken bir anda farklı bir boyutun kapıları açılıyor ve - guess what? - Sergen'i düşünmeye başlıyorum. İşte bu adam belki de benim ömrü hayatım boyunca izlediğim / izleyebileceğim en 'gifted' insandı. Bütün kariyeri boyunca yeteneklerini yeterli seviyede kullanmamakla eleştirildi. Fakat aslında, bana kalırsa onun en büyük meziyeti tam da bu noktadaydı. Asla taviz vermedi, canını hiç sıkmadı, kafasını yormadı, sonuna bakmadı, adam olmadı, gittiği - gezdiği her yerde çok sevildi. Üstelik, bu 'değerlendirilmemiş kabiliyet' durumu, Sergen'e hep 'o ki istese dünyaları yerinden oynatır' havası kattı. Kim bilir belki gerçekten de bunu başarabilirdi. Fakat, ya canını dişine taksaydı ve yine de arzu edilen seviyeye gelemeseydi? Aynı durum bütün erken göçen 'yetenekler' için de tartışılır; Hendrix ölmeseydi, Cobain yaşasaydı gibi... Peki ya yaşasalardı ve örneğin hayatının son demlerinde Vietnam savaşını savunacak kadar 'geriye giden' Jack London gibi kendi imgelerini berbat etselerdi?


Evet, ev ödevi olarak 300 kelimeyi aşmayacak şekilde "if I was Sergen, I would..." konulu bir kompozisyon bekliyorum.

Sunday, April 6, 2008

ölmek için güzel bir gün... 5 Nisan


Bazi olacaklar oncesinden cagiriyor olmali. Az once ajanslara dusen ölüm haberiyle birlikte IMDB’de son bir gorev icin ismini arattigimda, Charlton Heston linkini diger bakîr linklere kiyasla ayriksi bir renkte/ daha once tiklanmis gorunce hatirladim; bir hafta kadar once iptidai bir durtuyle Charlton Heston’in filmografisinde dolasmis, tum zamanlarin en gorkemli yapimlarimdan Ben-Hur’un karelerinde kaybolmustum. Tesaduftur canim, ustunde durmayalim. Ben-Hur takriben 7 yaslarimda, Charlton Heston’la ilk tanistigim filmidir. TRT 1’de bir Pazar gecesi yayinlandiginda, etkilesim icinde oldugum kendi yas grubumdan (ben dahil) yeterli dayaniklilik ve direncle uc kusur saatlik filmi tamamlamaya muvaffak olan cikmamisti. Ailenin topyekun geri kalaninin gunlerce filmden bahsine misafir dinleyici olarak katildikca hayiflanirken, ne sanstir ki, komsumuzun videosu kisa bir sure sonra ukteyi doyurmustu. O gun tanistigim kahraman dun, 5 Nisan 2008 tarihinde, 84 yasinda birkac yildir mucadele verdigi cetin dusmani alzhemier'a bayrak cekip dunyadan goctu. Ancak ölümlü dunyanin uye alimi konusunda pek despot ölümsüzler listesine resimde gordugunuz ihtisami ve imzasiyla ebediyyen girmisti bile…

Tuhaf olan, 14 yil once dun, Sonic Youth’un bana verdigi ogutu gerceklestiremeyip bir turlu olduremedigim idollerimden Kurt Cobain kendini oldurmustu bile. Ve dun muzik tarihimin/nin bu kirilma noktasiyla ilgili bir seyler yazip cizmek konusunda tereddutte kalmisken, kendi 5 Nisan Kararlari’ma (kahrolasi bu hadise de Cobain’in ölümüyle yastas; 1994) imza atarak pas gectim. Cunku bu eylemle birlikte, performatif olarak, bet bir halet-i ruhiyenin gunumun geri kalanina sirayet edecegini dusundum. Oysa ki Cobain trajedisinden en agir darbeyi alanlardan biri olarak takip eden birkac yilda dogumgunu zehrolan bir arkadasimiz ayni gun-5 nisan'da iyi ki dogmustu, ve biraz eglenmek/kutlamak zamaniydi. Hem ölümü kendi diyalektiginde, baska bir boyutta yeni bir baslangic saymak kisinin kendi imânina kalsin, tercih edilmis ölüm en azindan acilarin sona ermesi anlamina gelmiyor muydu? Bana kalsa, en ilkel ve bencil bir dilekle, keske Cobain yasadigi hayat iskencesini surdurme pahasina bana sanat yapmaya devam etseydi. Lakin yeni karar paketinde bizim icin yikici etkiye sahip bu tercihe anlayis birinci maddeyi olusturuyor.

Peki ya tercih dahilinde bir ölüm olmasa da, yillardir alzhemier’in pencesinde ve 84 yasinda kim bir gun daha fazla yasamak ister ki? Iyi ki öldün Heston…

gercekler acitir


Evlat edinilen bir çocuğa hayat veren ve onu büyüten aileleri arasındaki dava süreçleri ya da, o çocuğun yaşadığı duygusal gel-git'ler, trajik tercihler üzerine kaç film izlediniz? ( Gelen cevapları grupladım ve çan eğresinin 3-5 arasında zirve yaptığını gözlemledim ) Bu hikayelerin dramatik kuvvetinin kaynağı - Ayşecik / Sezercik ekolünü dıştalayarak söylersek - pek çoğunun 'based on a true story' ibaresi taşıyor olması, taşımayanların da taşıyanlardan farklı olmamasında. Link'teki haber ise gerçek hikayenin ta kendisi;


Arjantin'de gözaltında 'kaybolan' solcuların yasadışı evlat edinilen çocuklarından biri, sahte aileye açtığı davayı kazanıp bir ilke imza attı. Sahte anne sekiz, baba yedi, bebeği veren subay 10 yıl hapis yedi.


Arjantin Cuntası, tıpkı diğer cuntalar gibi toplumsal bir yıkım ve totaliter baskı dönemi. Bu karanlık dönem içerisinde anne ve babası hapishanede öldürülen 78 doğumlu Maria, düşman neslini rehabilite etme projesi çerçevesinde asker / asker yakını ailelere teslim edilmiş bebeklerden biri... Kendisini evlat edinen ve 20küsür sene boyunca derin bir yalanı büyüten sahte ailesini toplumsal vicdan ve yargı yoluyla mahkum ettirmeyi başardı. Bu gerçeklikte, herhalde kimse Maria'nın tercihini tartışmayacak...umarım?



Bizim cuntamız bu tip projeler üretecek kadar şeytani veya hasta değil miydi? Bilemiyorum... Ancak kesin olan bir şey varsa, cuntaların her coğrafyada aşağı yukarı aynı bahanelerle gelip, aynı yıkımlarla göçtüğüdür. Tayfundan sonra geriye kalan yıkıntıları temizlemek, toplumların sorumluluğu. Batı komşumuzun ve Latin Amerika toplumlarının yaptığı gibi...Bahaneler ancak var olan durumu meşrulaştırır. Arjantinliler yakın tarih muhasebesinde bizden bir kaç yüz adım ileride. Biz unuttuk; onlarsa geri çağırıyor, hatırlıyor, hesap soruyor.

Friday, April 4, 2008

Istanbul Modern'se Tate ne(y)?

Modern sanat müzelerinin alameti farikası, diğer geleneksel müzelerle karşılaştığında, yaşayan mekanlar olmaları... (bu tespiti de şimdi yaptım. çok yakışıklı durdu bence). Experiment #1 : Bugün iş çıkışı arkeoloji müzesine gidin. Aynı müzeyi daha sonra, mesela 2010 yılında ziyaret ettiginizde pek bir değişiklik göze çarpmayacaktır. 2000 küsür yıldır ayakta kalmayı başarmış heykeller 2 senede heba olmaz ya? Üstelik, onları deforme edemez, ya da boyayamazsınız. Bu ulu Zeus'a karşı işlenmiş gerçek bir suçtur ve lanetlenme ihtimaliniz epey yüksektir. Öte taraftan, örneğin Louvre gibi oturaklı bir kurum'u baştan ve yine/ yeni / yeniden yerleştirmek, 3metreye 5metre ebatlarındaki o caaanım rönesans tablolarını yerinden oynatmak kolay iş değil.


Oysa plastik çağın müzeleri, ilerici mimarileri ile ve içerdikleri sanat eserlerinin müspet anlamda hafifliği sayesinde, hem biçim değiştirmeye hem de multi amaçlı kullanıma elverişli alanlar. Şimdi benim dünyada gezmediğim modern sanat müzesi kalmadı, dersem, yalanın ağababasını söylemiş olurum. Centre Pompidou ve İstanbul Modern dışında görmüşlüğüm, geçirmişiliğim yok. Ancak en azından neye benzedikleri ve işlevleri üzerine bir miktar fikrim var. Yine de New York / Bilbao Guggenheim Müzeleri ve London Tate'i görmek isterdim doğrusu.



Tate'te 26 Mayıs'a kadar Marcel Duchamp, Man Ray ve Francis Picabia sergisi var. Sergi'nin yerine egzibişın mı desem? Modern sanatı derinden etkileyen erken 20. yüzyıl avant garde'ları bahar ayları boyunca arzı endam eyleyecekler. Duchamp'ın pisuar'ından Warhol'un tenekesine oradan da nihayet Altered Native'in eteklerine uzanan 'sanat, sepet içindir' mottosunun izini sürmek isteyenlere iyi bir başlangıç. "Hay aksi, Temmuz'a kadar memleketim Londra'dan uzak kalacağım!" diyenlere yaz önerisi; 23 Mayıs - 25 Agustos tarihleri arasındaki Street Art sergisi... Dünyanın dört bir yanından "seçkin" sokak sanatçıları, Tate Modern'ın duvarlarını işgal edecekler (sponsored by Nissan). Aşağı yukarı aynı zaman diliminde -ancak bu sefer dış duvarların içerisinde- 'An Urban History of Photography' sergi ve stüdyosu (stüdyo? işte modern sanat müzesi; katılımcılığa yer açar!) güncel fotoğrafçılığın yönelimleri ve teknikleri ile ziyaretçileri zenginleştirecek. (Eğer bu sergiye gidebilseydim, WAD ve i-D gibi hip dergilerde yer alan karelerin ne ayak olduğunu anlayabilirdim belki.) Kısaca, aynı anda birbirinden stylish 2 sergi biz saygıdeğer Londralıların beğenisine sunulacak.


Student : 5pound

Tam: 20şilin (o da neyse artık...)

Thursday, April 3, 2008

bıraktık işi gücü - bastır hayalgücü

Daha önce fırsatını bulup kulağını çınlatmıştık; üst yönetim kademelerinden emekli olup sayfiye lokasyonlarına (bayılıyorum bu devşirme kelimeye) kapağı atmak, veya 10 küsür metrelik bir tekne - ya da yat, kotra, traleyleyleeeybüs, artık adı her ne ise - ile 180 günde devr-i ekvator seyahatlerine çıkmak, oldukça trendy bir burjuva tercihi. Ayhan Sicimoğlu gevşekliği / gevrekliği ile 'Karayip adalarının alayında coconut kırdım...hastasıyım!' diyebilmek hak'katen fiyakalı bir fantezi. Ne hoş! Şimdi 'biz' diye kümelendirebileceğim tonla beyazyakalı evladı aynı hayalin, daha doğrusu bir gün aynı hayali kurabilecek pozisyona gelebilmenin peşinde, iş hayatının anaforları içerisinde debeleniyor. Bir soyutlama olarak 'Başarı' myth'inin kendisi, orada bir yerlerde, bütün genç heveslerin rüyalarını ateşlendirmeye devam ediyor. O halde, let it bleed.


Bize uzak olmasını dilediğimiz bütün o kariyer planlamaları bir yana, herkes iyi / kötü bu yolun yolcusu olmak zorunda mı? 50 küsür yaşına kadar gündüz saatlerinde kravat takıp, iyi ihtimalle 18:00 dan sonra aslında ne kadar da outgoing ve o iş ortamına outsider olduğunu ıspat ihtiyacını tatmin etmekle... araf'ta geçecek destelerce seneyi tecrübe etmeye mecbur muyuz? Bu düğüm, daha erken çözülemez mi? Modern bireyin (bi'rey - bir'ey) pek muğlak özlemi 'özgürlük' (libertad!) kafadaki saç telleri bir çırpıda sayılıcak kıvama gelene dek bir hülya olarak mı kalmalı? Başka bir hayat mümkün...yani öyle olmalı...değil mi?

Geçen gün bütün bu rahatsızlıklardan dolayı bir doktora gittim. Ciğer röntgenime baktı ve 'Neyiniz olduğunu bulduk. 10 ytl çip paranız birikmiş' dedi. Durumu olgunlukla karşılayıp bir sigara yaktım...

p.s. excel'i bulan / geliştiren / güncelleyen kişi ve kurumlarla ayrıca ilgileneceğim.

bank holiday festivalleri

Evvelden Kapikule’nin otesindeki bu tip festival haberleri ahlayip vahlamak, yanlis topraklarda dogmus olmaya hayiflanmak niyetli dolasirdi. Devran yavastan donuyor kanimca. Halen siradanlasacak kadar hayatimiza nufuz etmis olmasa da cevremizden bu festivallere intibak haberleri gelmiyor degil. Dolayisiyla haber, –muhtemelen bu yil da pas gececek benim gibiler icin- hem meraklisina, hem de pratik duzeyde ciddi ciddi ilgilisine...

Ikiz kardesler Reading ve Leeds Festivallerinin line-up’i dun belli oldu. Yeni eklentiler olursa, her ikisi icin de olacak. Replika line-up’lar, yalniz sahneye cikis sirasina gore aralarinda degisiklik arzedebiliyor. Devran sadece yurtdisi festivallerine insan ihraci konusunda degil, lokal event takvimindeki zenginlesmeyle de degisim gosteriyor. Bu topraklarda halen bu isimlerin hepsini tek festival altinda toplamak pek mumkun olmasa da, teker teker bakildiginda belli bir popularite ve begeni kitlesi yakalamis isim sahibi gruplar arasinda burda gorulmesi imkansizi yok gibi. Zaten maksat gorulmeyeni/gorulmeyecegi yerinde görmek kadar, topraklarina yillar oncesinde tohumlari ekilmis dogal bitki ortusunun her yil verdigi festival meyvesinden tatmak, o ruha ortak olmak degil mi?

Kamp ucretiyle birlikte £155. Her iki festivale birden basindan sonuna katilma sansiniz yok, zira cok basit fakat cinfikir bir algoritmayla gunler rotasyona sokulmus. Ayni anda iki yerde olabilme gibi bir dogaustu gucunuz varsa ne ala tabii. Ha, misal ben Babyshambles manyagiyim, 22'sinde Reading'de, 23'unde Leeds'te izlerim derseniz gruba yamanin, yalvarin-yakarin, belki sizi 1 gunlugune groupie'leri yaparlar. Boylece hem yolu tepmenin ucuz yolunu bulmus olursunuz, hem de hayat hikayenize essiz bir chapter girer. Lakin simdi yine bakiyorum, ve sampiyonlar liginde acaba biz ne zaman boyle zorlu bir gruba dusecegiz diye de ic gecirmiyor degilim. Tesaduf minyatur festival sampiyonluklariyla nereye kadar...

Tuesday, April 1, 2008

tekrar çal ibo


Bugün sızılı bir günse, bu suç ortağımın suçu değil. Onun suçları kendine ve kendi periferine karşı işlenmiş sıradan suçlar. Üstelik, sadece 24 saat içerisinde işlenmiş bundan çok daha büyük günahlar biliyorum. Tabii kendi periferi de ona karşı suç işlemiştir mutlaka . Bense, benimkilere karşı... Yani, tam olarak anlatamam belki ama, bir şekilde boktan bir gün işte. Kendimi hala 18 yaşında hissediyorsam , bu en çok da benim hata'm. İşin kötüsü, bir gün -hem de çok yakın bir gün- 18 + 12 = 30 olduğumu kabul etmek zorunda kalacağım. Ve o arada çevremde, ben anlamadan geçen 12 yılın hesabını sorabileceğim kimse olmayacak. Ömür, akıp gidiyor ve galiba ben biraz da pişmanım. Yaşayamadıklarım, ve en çok da yaşatamadıklarım için... Bugün Piedra Irmağı'nın kenarında oturup ağlayan bir tek ben olduysam, lanet olsun öyle ırmağa af'edersin. Arabex'se de, arabex icabında.

april's fool

bu sabah 10'da cep telefonum, muhtemelen uzun zaman once kurdugum fakat hatirlamadigim bir reminderla, neredeyse masayla birlikte titremeye basladi. ekranda hatirlatma konusunu belirten not, manic street preachers'in know your enemy albumundeki sarkidan esinle soyle diyordu: "found that soul". ne oldugunu anlamam uzun surmedi. ne ve neden oldugunu paylasmam anlamsiz. ama yasadigim agir bir kaybin sonrasinda tam bu tarihte sarkinin su sozlerini dogrular bir sey basima gelmisti:

Not a subject
Not a subject am I
Sick and pale but
Strangely alive
Broken blood vessels
Line my cheeks
Reflections look bad
And somehow unreal
But I found that soul
Yeah I found that home
But I found that soul


uzerine doves'dan lost souls iyi gider sanirim...