Sunday, October 25, 2009

parantezi kapatamamak

Ortagimin yaktigi atese birkac odun da ben atayim. Biraz grup seansi/terapisine donecek ama dumanli hayatimda sadece uc yil once tek bir sigara birakma deneyimim oldu ve uc aylik muvaffakiyet sagladim. Esasinda Mark Twain’in “sigarayi birakmak kolay, ben yuzlerce kez yaptim” ironisinin kurbani olmamak, bir ve yalniz bir kez bu ise girismek icin hayatimdan ebediyyen sokup atmak istedigime emin oldugum zamana kadar denemeyi aklimdan dahi gecirmiyordum. Lakin isyerinde kolektif bir sigara birakma eyleminde nikotin bandinin maharetleri uzerine mavralar donerken, 24 saatlik nikotin ihtiyacimi gidermeye muktedir oldugu iddiasiyla bir adet bant verdiler ve denememi onemle rica ettiler. Dogrusu tam disime gore bir “challenge”di. Sonra o 24 saat gunlere, haftalara ve aylara donustu. Sigaraya donusumu toplum icinde her ne kadar “yapabilecegime ikna oldum ve bu kadari yeterliydi” sarkazmina dayandirarak gecistirmeye ugrassam da, sebeplerimin ortagiminkilerden eksigi yok fazlasi vardi. Anlasilan yukarida bahsi gecen zaman o zaman degildi. Butunluk hissimi topyekun yitirmistim. Belki kilo almamistim ama fitilim cok kisalmisti, cabucak parlayiveriyordum. Artiriyorum, O meretle birlestigim bir ruya daha gorme olanagim varken sabahlari yatagimdan kalkacak motivasyonu dahi bulamiyordum.... Herseyin ne anlami vardi ki?

Lanet olasi mereti cok seviyorum, en buyuk sorun da bu. Ornegin tek ve buyuk biraderim sigarayi yer, oyle ki disari cikip birlikte yaktiktan sonra ben yarilamadan o bitirmis ve sondurmus olur, cabucak da donmek ister. Bu keyfimi hep zamansiz sonlandirdigi icin cok kizarim fakat –hiperaktif olmasi ve bir yerde duramamasi disinda- sigarayi nefretle ve gorev icabi ictigini gorebiliyorum. Zaten kendisi sikayet ederek icen gruptan. Bu nefret buyuyecek, birikecek ve bir noktada belki ona yeterli motivasyonu saglayacak. Cevremdeki tutun kaleleri birer birer duserken halen dumani aheste aheste cigerime cekiyorum. Dahasi meretin zihnimi actigina, daha salim kararlar aldirdigina, isyerinde islerimi duzenledigine filan inanmak gibi hastalikli dusunceler besliyorum. Herhangi bir proje ile ilgili ne zaman bir cikmaza girsem, yalniz sigara icmeye cikarim ve duman beynime hucum ettiginde onunde sonunda tuzruhu misali zihindeki tikanikligi acici bir cozum yaratirim. Sigara icimi mi parantez, yoksa hayat mi sigara icimi icinde acilmis bir uzam pek ayirdina varamiyorum. Neyse tum bu dusunceler cok sacma ve tehlikeli… Ah, isin bir de “oral fixation” boyutu var. Onume konan bir kase kuruyemise kayitsiz kalmayi ve bir cirpida bitirmemeyi becerebildigim gun, sigarayi da birakabilecegim herhalde…

Minor denemeleri olmus fakat sigaranin kendisine gore olmadigini farketmis grubu bir kenara koyuyorum; gelelim hayati boyunca agizina hic sigara surmemis, yani bu parantezi bir kez dahi acmamis olanlara... Kimse gucenmesin, bu insanlarin cok sıkıcı oldugunu dusunuyorum. Bu kadar yaygin ve erisimi kolay bir edime kayitsiz kalmak, ne bileyim haftalarca evde duran oyun konsoluna hic merak etmeyip bir kez dahi dokunmamakla, duvarda duran darta tek bir ok firlatmamakla, yerde duran bir topa yillarca vurma istegi duymamakla ayni seymis gibi geliyor. Fazla merak kediyi oldurur tamam da, ote yandan “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. “all work and no play make them dull people”. tamam duruyorum, saglikla oyun olmaz...

Neyse, hic degilse iclerinde sigaraya karsi oldugu gibi yasagina da karsi olan ve yanlarinda icilmesinden rahasiz olmayan cok ufak ve sempatik bir grup var. Bu grup bir kisim sonradan birakmis cetin sigara dusmanlarina oranla cok daha anlayisli. Suc ortagim patolojik inkardan kendini arindirmis ve herseyin farkinda bir birakici. Ancak bahsettigim diger birakici ve propagandaci grup bana askerde adaptasyonu abartip kendini kaybeden, sanki hep oradaymis hatta asker dogmus gibi davranan kisileri andirirken mudaheleleriyle beni de canimdan bezdiriyor.

Suphesiz en ozendigim, sigarayi bagimlilik raddesine tasimadan zevk duzeyinde ve az icen, tiryaki olmayan iciciler. Var boyle uc-bes gun sigara icmeyip meyhanede yarim paket deviren, sonra ertesi gun tum boyu dokunmayan tipler. Kiskaniyorum cunku omrun sonuna kadar bu meretle belirli bir duzeyde icli-disli olabilmenin tek yolu bu olsa gerek. Ben de bu aliskanlik duzeyimle omrumun sonuna kadar icebilirim aslinda, ama nispeten kisa bir omur olacagi kesin. Neyse, ortagim sigarasini sondururken benim atesimi harladi. Ne zaman sigara birakma hikayesi duysam ve kendime –yuzeye soyle bir degip gececek seviyede dahi olsa- uygulama ihtimalini kurgulasam muthis bir duman cekme istegi duyarim. Izninizle bir tane yakiyorum. Hey ahbap, su lanet olasi cakmagi uzatir misin!

Friday, October 23, 2009

parantezi kapatmak



Daha önce bir kez daha sıgarayı bırakmıştım. 2006 yılbaşının hemen ardında hasta oldum ve yatakta yüksek ateşle geçen bir kaç günün ardından yeniden sigaraya başlamamıştım. İnanın bana, canım bir kez olsun elime sigara almak istemedi. Hiç özlemedim. Yine de her nedense, 2008 yazında sigaraya geri döndüm. Aynı yaz -her yaz olduğu gibi- çok fazla içki içtim ve - bir Alaçatı Babylon dönüşü ehliyetimi polis amcalara teslim ettim. Aslına bakacak olursanız sigaraya dönüşümün nedenlerini biliyorum. Günlük çalışma saatlerinin arasına sıkıştırılacak kısa duman molaları, bir bara girildiğinde elin boş kalmaması (sürekli kadehle dolanmak da yorucu), rakı masasında söze girmeden önce ciğerlere dolduran duman için... bütün bunlardan ziyadesiyle zevk alıyordum. Sigara mühim meseledir aslında. Örneğin hayatı boyunca ağzına sigara koymamış olmakla övünen insanları anlayabilmiş değilim. Şahsen yakın çevremde böyle bir insan olduğunu da sanmıyorum. Fakat iş yerinde ya da okulda, birilerinin gururla, ömründe sigara içmediğinden bahsettiğini duydum. Bu insanlara karşı genel tepkim de sırtımı dönüp olay mahalinden uzaklaşmak oldu (tabii bütün saçma fikirlerine katlanılacak kadar güzel bir kız değilse).

John Berger 2005 senesinde Observer'a verdiği mulakatta şöyle diyor:

A cigarette is a breathing space. It makes a parenthesis. The time of a cigarette is a parenthesis, and if it is shared you are both in that parenthesis. It's like a proscenium arch for a dialogue.




Üzgünüm ama, gerçekten de öyledir. Sigara içen insanların sohbetleri, içmeyenlerle kıyasla daha samimi, derin, incelikli filandır... Sigara, bir uzam açar. Sigara içen iki kişi, bu uzamın sınırlarını çizen parantezin içerisinde kalır. Diğerleri ise, sokaktan geçen, acelesi olan, öylesine figürlerdir işte. Şimdi ben, ikinci defa sigarayı bıraktım. 15gün oldu, içmiyorum. Esasen, ne ellerim ne de dudaklarım hissediyor yokluğunu. Fiziki özlem yok yani. Yine de biraz eksilmiş hissediyorum kendimi. Elbette alışacağım, fakat bu eksiklik hissi bütünüyle geçmeyecek. Söylenmeye de hakkım yok üstelik, neticede bu benim tercihim. Bir kez daha, akciğer kanserine yakalanma korkum zevklerimi ve bireysel özgürlüğümü, kendim olma arzumu bastırdı... Şimdi ben o parantezi kendi ellerimle kapatıyorum. Asıl esaret sigara tiryakiliği değil, onu bırakıyor olmak...

Yalnız şimdiden söyleyeyim kilo filan alırsam, geri dönerim :S

Bu arada, Roll'daki (felix'in bahsettiği) teleröportaj'ı okudum. Yücel Göktürk bu memleketin görüp göreceği herhalde en donanımlı ve özgüvenli mulakatçı. Berger gibi önemli -ve nasıl desem- sanat eleştirisinde yarıtanrı mertebesindeki bir adamda ancak bu kadar rahat, detaylı ve nüktedan bir konuşma gerçekleştirilebilirdi. Üstelik telefonda! Hem söyleşi, hem de bu söyleşinin Türkçe'ye çevirisi çok başarılı, hissediyorsunuz. Berger'le konuşurken her hangi birşeyi "Dickensvari" diye tanımlamak - üstelik İngiliz dahi değilken- her baba yiğidin göze alabileceği bir risk değil sanki. Acaba nasıl dile getirdi bunu Göktürk... "Dickensish"? , "dickensonian"? ya da "it is sooo Dickens"?


*resimler Ahmad Zakii Anwar'ın "Smoker" serisinden.

Monday, October 19, 2009

break a leg (in hell)

okuldan, varolussal cigliklardan, genclik hezeyanlarindan ve belirli bir olaydan uzaklasabilmek icin yelkenim her turlu kacis ruzgarina acik oldugundan, universiteler arasi kalabalik bir organizasyon kapsaminda 99 yilinda, tam da bu tarihlerde adiyaman’in yolunu tuttum. kaciracagim ders sayisi dusunuldugunde ruzgarin yasal yollardan esmesi plani mukemmel kilmisti bile. ilk hafta hersey cok iyiydi. ancak gittigim yerdeki toplulukla daha entegre olamadan dezentegrasyon sureci yasadim. ustune hem kamp, hava ve ortam sartlari, hem de kafami allak bullak eden istanbul cenahi (sakli mutlaka geri doner) vaziyeti tam bir kabusa donusturdu. on gun zannederek katildigim macera uc haftayi buldugunda oynatmaya ramak kalmisti. agiz tadimi kaybetmistim ve dondukten birkac hafta sonra dahi geri kazanamayacaktim. artik umidi kesmisken nasil geri geldigini de animsamiyorum. velhasil insanin imdadina yine kendisi yetisiyor, camur icerisindeki cadirda hasere yuvasi uyku tulumu icerisinde tipayi cekmek uzereyken zor gunler icin sakladigim James Dean Bradfield roportaji (Roll'da) imdadima yetisti. 98 dunya kupasindan Nirvana’nin duzeyine erisme hayaline kadar cok seyi anlatiyordu. odasindaki duvarda iki posterin yer aldigini; bunlarin birinin Jeff Buckley, digerinin de Robert De Niro ile Joe Strummer’in Clash konseri oncesi, sahne arkasinda cektirdikleri fotograf oldugunu soyluyordu. bambaska dunyalara gitmis, ikilinin birlikte cektirdigi fotografi kafamda canlandirmis durmustum. on yil oncesinden daha yarim saat oncesine kadar gecen yaklasik on yillik sure zarfinda bu fotografi aratmak, ona ulasmayi denemek aklimin ucundan dahi gecmemisti (sakli hic degilse mutlaka geri doner). belki kafamdaki imgeyi korumak icindi. ama kurguladigimdan cok daha iyi ve dogal bir kareymis. ben ikisini sanki askerlik fotosu misali (o gun icinde bulundugum ortam bundan fazlasina imkan tanimazdi) omuz omuza, objektife bakarlerken duslemistim. JDB kusuruma bakmasin, fikri kendisinden apartiyorum ve bu fotografi her daim gorecegim bir bosluga ilistirecegim. ama sizler yapmayin. zaten bir sirrimi paylasmis gibi hissederken… bilmiyorum iste, yapmayin.

vay canina…

war of the chics



Gaz maskeleri Vuitton ve Gucci'den.

Thursday, October 15, 2009

mini classic(?)


mini...
paul smith'in karakteristik multi-stripe'i ile

no monkee biz

Iki ay kadar once yurtdisinda, agirlikli rock-barlarin oldugu bir sokagin girisindeki genc bir delikanli, elindeki cikartmalari sokaktan gecenlere dagitiyordu. Alirken ne olduguna bile bakmadan cantama ativermistim. Ertesi gun cantayi tasnif ederken gorup sevindigim, Arctic Monkeys’in yeni albumu Humbug’i haber veren cikartmayi doner donmez resimde oldugu gibi masamdaki panoya ilistirdim. Aslinda “sticker” veya “hand-out” en bilindik ve uygulamasi basit tanitim yonetmi. Ancak zaten ilgi duydugunuz bir gelismeyi haber veriyorsa cok etkili bir hatirlatma araci olurken tanittigi seyi algida hemen secme yardimi da sagliyor. Gecen hafta sagolsun halen muzigi yasal yollardan satin almayi tercih eden bir arkadasimin (aslinda sadece usengec ve parasi cok) arabasinda onceki gun almis oldugu bahis konusu albumun CD’sini gordum. Hemen oracikta hacca transfer ettim. O gun bugundur de arabada bangir bangir caliyorum (bangir kelimesi banger'dan geliyor olabilir mi?). Her gun cikartmasina maruz kaldigim bir imgeyi yakaladigim yerden cekip cikartmam kadar normali yok, degil mi? Arkadasim da kusura bakmasin artik.

Daha once Sheffield minvalinde islemis oldugumuz Alex Turner, uretkenligine zeval gelmesin, pekala bu onyilin muzik dehasi olarak kayda gecebilir. Pek cok rock ikonu gibi o da yan-proje modasina uydu, fakat yetenekli ve muzik mezhebi genis orneklerinde oldugu gibi, onu tanimamiza vesile olan grup ve muzikten farklilik/cesitlilik arz edebildi. Miles Kane’le birlikte yuruttugu proje grubu The Last Shadow Puppets’in The Age Of Understatement albumu, 60lar bagimsiz sinemasinin “art-house” atmosferini tasiyan, senfonik-orkestral ve gizemli havasiyla (studyo icin Fransa ilhama katkisiyla cok isabetli bir tercih olabilir) muzik alemine taptaze bir soluk verdi. Ancak suphelendigim bir sey vardi. O muzikalitesi yuksek, altyapisi guclu ve ticari endisesi dusuk atmosferden tekrar Arctic Monkeys’in eglencelik, biraz daha formularize ve ana akimi arkasina almis yuzeyselligine geri donecek miydi? Yoksa degisim The Last Shadow Puppets’dan menkuldu ve eklektizme katki farkli bir ornek olarak orada mi kalacakti?

Humbug’la Turner’in tabanina meydan okumaya devam ettigini soyleyebiliriz. Belki yine ve hala melodik bir album ancak Arctic Monkeys’in patlama yaptigi tarz ve muzigine kiyasla bariz bicimde derin, karanlik ve ruyamsi. Bunu sohrete giden yolda tavizler verip gerekli kudreti kazaninca yeraltina inmek gibi stratejik bir oyun, ya da populer muzik kamuoyundan bir intikam hikayesi gibi okumamak lazim. Her ne kadar henuz 20 yasinda yuzbinler onunde konser verirken bile kirk yildir sahnedeymis gibi olgun ve ayaklari yere basiyor gozuken bir delikanli da olsa, neticede cok genc bir muzisyen. Belki onun arayis ve olgunlasma surecine tanik oluyoruz. Kimi sanatcilar, isler hayal edilenin otesine gectiginde ya da kontrolden ciktiginda muziklerinde tersi degisimler yasayabiliyor. Muzigin yumusamasi, ofkenin azalmasi, ait oldugu siniftan uzaklasma, hedonizme yenik dusen uretim, caliskanlik ve detayciligin yol actigi daha acele, yuzeysel ve calakalem isler gibi… Ki bu desen bana gore daha yaygin. Kimileri de hayatini ele geciren popularitenin dehsetinden sakinip, kendi ic dunyasina donerek sinirlarini zorluyor ve hemen, belki de hedeflediginin cok disina tasmis olan olan hitap kitlesini rafine etmeye ugrasiyor. Turner belki de herseyi cok daha oldugu gibi ve yuzeysel de yasiyor olabilir, ancak dinledigim yerden gorunen bu. 2005’te NME kendisini “gezegenin en cool adami” olarak secmis. Ama kendisi asla tongaya gelip bu yalani yasamaya calismamis ve ozel hayatini korumus. Bu da fikrimce goruneni dogrular bir simge teskil ediyor. Katilmayan olabilir, ancak bu zitlarin birligi degil midir cihani yasanir kilan... Ne demis rahmetli John Peel? Barika-i efkardan mukaddeme-i hakikat dogar :S

Tuesday, October 13, 2009

john "ginseng" berger

Bir gün ölüm haberini almaktan korktuğum yaşlı adamlar var; Süleyman Seba, Fidel Castro, John Wayne :S filan gibi... Benim için önemli şey veya dönemleri temsil eden adamlar... John Berger de bu ürkütücü listedeki ihtiyarlardan birisi işte. Kısa süre sonra 83 yaşında olacak. Görme Biçimleri okuduklarım içerisinde beni en derinden etkileyen 5 kitaptan birisidir. Fotokopiler, Domuz Toprak, Düğüne, G. , Sanat ve Devrim (çok aradıktan sonra bir sahafta bulmuştum), Kral ve okuduğum çeşitli makalelerinin hemen hepsi... Şu doğal, organik vs. haplar var ya; hani sizin konstantrasyon seviyenizi yukarıya çekiyor filan... İşte o sayfalar, o kitaplar, benim üzerimde zihin açıcı bitkisel hapların vaat ettiği etkiyi yarattı. John Berger'e çok şey borçluyum. Bugün aklıma düştü, kitaplarını okurken aldığım notları aradım, çoktan kaybolmuşlar tabii. Fakat, bana Berger okuduğum günlerdeki heyecanımı anımsatan, altı özenle ya da süratle çizili satırlar hala duruyor. Geçmişteki öğrenme azmimi, şaşkınlığımı ve hevesimi hatırlamak bile beni yeterince mutlu etti.

John, daha uzun süre bizimle kal adamım. Şimdiden, iyi ki doğdun.

Monday, October 12, 2009

arşa değer belki başın

Geçen haftalardan yakın birinde -Ntv'de sanırım- bir belgesele rastladım (doğruyu söylemek gerekirse tesadüfi değilse belgesel izlemiyorum). Görüntüdeki orta yaşını aşmış adam, NYC'nin tonla gökdeleninden biri olan Rockefeller binasını geziyordu. Çoğu gökdelenin aksine Rockefeller binasının kübik bir görüntüsü yok. Sanki bir heykeltraş eline malasını alıp önündeki dikdörtgen prizmayı yanlardan kat kat, aşağı doğru oymuş, ya da yine aynı sanatçı, ince binaya yanlardan ekleme yapmış ancak daha geniş bir prizma elde edecek malzemesi tükenmiş de, işini yarım bırakmak zorunda kalmış gibi bir görüntü var. Söz konusu tamamlanmamışlık hissi, aslında binaya ayrı bir hava katmanın yanında işlevsel de. Böylelikle daha fazla köşe ofis elde edilmiş. Basitçe, çoğu katın dört değil de sekiz köşesi var. Buraya kadar, söz konusu yapının salt fiziki özelliklerinden bahsettik. Oysa bence (ve sunucu amcaya göre de) Rockefeller gökdelenin alameti farikası, bu yüksek iş merkezinin aynı zamanda sosyal bir alan olması. Tanıdığımız gökdelenlerde, farklı ofislerde veya bölümlerde çalışan insanların sivil teması son derece kısıtlıdır. Ana kapıdan giriş ve çıkışınız arasında geçen uzun zaman diliminde işinize ve önünüzdeki makinalara yoğunlaşırsınız ve bu binalar size mekansal bir konfor sunmak gibi dertler taşımazlar. Yan masada oturan arkadaşınızla iletişimiziniz ofis odasından taşmaz. Oysa Rockefeller binası üst katında bir seyir terası, hemen altında bir roof restoran barındırıyor. Tamam bunlar da normal diyelim, peki ya binanın altındaki çeşitli restoranlara, buz pateni pistine ve sonuç olarak gün içerisinde ana kapıdan giriş yapan insanların büyük kısmının aslında orada çalışmayanlar oluşuna ne buyurursunuz, "ha" ? ( elleri belinde siyah kadın öfkesi)

Gökdelen, esasen çevresindeki bir kaç binayı da içine alan Rockefeller bölgesinin bir parçası. Tasarımcılar, daha o tarihte bölgenin içerisindeki bütün binaların çevresini ağaçlandırıp, ağaç diplerine ortak süslemeler yapmışlar. Böylece, her hangi bir yurttaş (citizen) olarak eller cepte dolanırken dahi, yalnızca ağaç diplerindeki oldukça şık işaretlere bakarak özel bir bölgede olduğunuzu hissedebilirsiniz. Şahsen çok zekice bulduğum bir mimleme biçimi.

Manhattan'la ilgili birşeyler seyrederken, asıl dikkatimi çeken sonsuz sayıdaymış gibi görünen gökdelenlerin kendilerini şehirden soyutlamak yerine dostça görünen bir biçimde, yan yana dizilmiş olmaları. Yarım saatlik bir kaldırım yürüyüşü sırasında, dünyanın finans-kapital merkezinin en kritik ofislerinin önünden elinizi kolunuzu sallayarak geçebilirsiniz ve bu kimsenin umrunda olmaz. Elbette, kapıdan girişinizle beraber yüksek güvenlik önlemleri ve akıl almaz bir psikolojik baskı ile karşılaşıyorsunuzdur. Buna itiraz edemem. Fakat burada güzel olan, bu hayati ehemmiyetteki, pahalı, mega yapılar gerçekten de NY'a ait olmayı tercih etmişler. Bizim ne yazık ki Kuzey Amerika'dakine benzer barışçıl, inşa edildiği kentin parçası olmaktan gurur duyan gökdelenlerimiz yok. Yaz başında izlediğim bir başka belgesel -bu galiba Cnnturk'teydi İstanbul'un finans merkezi Levent bölgesini inceliyordu. Bankaların, holdinglerin sahip olmakla övündükleri koca binaların önünden yürüyemiyorsunuz. Eğer orada çalışmıyorsanız, yapacak bir halt yok. Üstelik bu kibirli gökdelenler, öylesine korkak ki, güvenlik önlemleri daha binanın dışından başlıyor. Bir bankanın genel müdürlüğünde çalışıyorsanız, servisle yada arabayla gelip, mesai bitiminde aynı hızla evinize kaçıyorsunuz. Konu bölge sizin sosyal ihtiyaçlarınızı tatmin etmek adına birşeyler sunmuyor.


Bu durum, bize özgü değil. Üçüncü dünyadaki sermaye gruplarının övündükleri yüksek binaların asıl mahareti, işlevsellikten ve şehre uyumluluktan ziyade salt gösteriş... Bu nedenle, özendikleri emsallerinin kötü ve güncel taklitleri olmaktan öteye geçmiyor. Kuala Lumpur'daki ikiz kuleler son derece şatafatlı. Fakat Kuala Lumpur'luların gerçekten yüzde kaçı o binayı kendilerini tedirgin hissetmeden gezebiliyor? Üçüncü dünyanın gösterişli yapıları, ilerlemenin değil gelir adaletsizliğinin, kalkınmanın değil taklitçiliğin sembolü olmaktan öteye geçmiyor. Epey önce, Nobel ödüllü yazar Napaul'un Taklitçiler isimli romanını okumuştum. İngiliz sömürgelerindeki elitin İngiliz taklitçiliği üzerine filan, fena bir kitap değildi. Galiba Orhan Pamuk da bir nevi bizim Napaul'umuz. Elif Şafak da kadın Orhan Pamuk'umuz olduğuna göreee... lanet olsun adamım, buradan bir önermeye varamadım :S Velhasıl, Doğu ve Batı'nın kültürel farklılıkları, arada kalmışlıklar, yaşanmamışlıklar, hüzünbazlıklar (şahsen bu kelimelerin hepsinden nefret ederim, sıralamak istedim) vs. üzerine yazan Doğu tabiyetli fakat Batıyı benimsemiş yazarların başı her zaman okşanıyor. Kadim Doğu... Sonsuz çayırları üzerinde atlı yiğitlerin hüküm sürdüğü Güneşin bilge imparatorluğu... Yalnız ve güzel Oryantım. Hadi ordan! Bu numaracılar evcil siyam veya iran kedisi gibiler... Yoksa Paul Auster gerçekten neden Salman Rushdi ile kanka olsun ki? Orhan Pamuk romanlarındaki olmadık Avrupai yakıştırmaları sizce de abartılı değil mi? Yani gerçekten, hangi insan zırt pırt karşısındakini "doğulu-batılı" diye sınıflandırır ki? Size her hangi bir Pamuk romanının kültürel arka planını 15 kelime ile özetliyorum: batılı aile, doğulu fakir, doğulu, rakı, batı, doğulu aile,doğu, batı, mutaassıp, batılı zengin, doğu....

Taklitçilik, yakından tanıdığımız bir ruh hali. Kötü taklit ise, bizzat yaşadığımız hayatın özeti. Lise edebiyat derslerinin unutmadığım kalıbıdır; "batılılaşmanın yanlış anlaşılması". Hafızam bana kötü bir oyun oynamıyorsa, bu kalıp batılı örneklerinin zayıf imitasyonu olmaktan öteye geçmeyen ilk dönem modern Türk edebiyatı için kullanılıyordu. Yoksa bu edebiyat iyiydi de, ele aldığı dejenere karakterler (Kanal D dizilerindeki şu yaramaz kızlar ve afacan oğlanlar) mi batılılaşmayı yanlış anlamıştı? Hatırlayamadım şimdi :S

Thursday, October 8, 2009

bir tutam animal nitrate aman

Kufur denen meret, kufur-argo arasinda bir yere konumlanmis ve esasen cok da kelime anlami olmayan ifadeleri bir kenara koyarsak, dogasi ve dinamigi geregi bir baska tur, cesit, irk veya cinsiyeti hedeflemeden/gucendirmeden islenemiyor. Yani herhangi bir kufur yoneltildigi noktaya varana kadar once baslangic olmak uzere yol uzerinde baska baska duraklari dumduz edip yolculugunu oyle tamamliyor. Hepsinin orijini bu tip bir duruma tekabul ederken kullanim esnasindaki kasit ve motifler kullanicisinin boynuna. Kotu kufur sahibinindir diyebiliriz ki bu da basli basina hep bir tartisma konusudur. Gercekten birileri tarafindan icerigi sorgulanmaksizin ve kast edilmeksizin alelade bir refleksle mi sarf ediliyor, baslangictaki hakaretamiz icerigin hedefiyle bir alip-veremedik var midir, niyet ve sebep ne olursa olsun gucendirdigi baslangic noktasinin temsil ettigi nesne, kurum veya kisilerin deformasyonuna ve yipranmasina yol aciyor mu bunlar daha kapsamli arastirmalarin konusu. Ancak hayvanlarin kufur araci olarak kullanilmasi cok eskilerden yerlesmis ve yeri kolay kolay sarsilmaz bir toplumsal aliskanlik.











Bu aralar sokaklardaki reklam panolarinda gozume carpan, amacinin tam da bizlere bu konuyu konusturtmak amacli olduguna emin oldugum asagilik bir reklam kampanyasina dikkat cekmek istiyorum. Reklam isimsiz, belli ki amac once bahsini ettirerek kendini merak ettirmek. Birkac versiyonu var ve hepsi bir hayvani alenen kufur olarak kullaniyor. Ornegin, “bir laptop’a bu kadar para verecek kadar kaz kafali miyim?” yaziyor ve kurumsal ofis kilikli bir kadinin basina kaz kafasi monte edilmis. Benzer bicimde bir plazma televizyona tomarla para gommenin kus beyinlilik, bir baska elektronik araca raicinden fazlasini odemenin sazanlik oldugu gibi ayni fikir ve uygulama uzerinden ilerliyor. Insan evladinin kendini tasiyabilecegi bu gulunc ve zavalli seviyeyi resimlemek isterdim ancak gece vakti oldugundan cep telefonum secilebilir bir goruntu elde etmeye yetmedi.

Soz hakki olmayan canli turlerinin kendine ozgu safligini –ki bu da antropomorfizm tuzaginin budalaca bir karsiligi- karsilastirma araci ve dolayisiyla hakaret unsuru olarak kullanip reklamini yapmak ve urununu pazarlamaya calismak fasizmin, yaraticilik eksikliginin, ahmakligin ve bayagiligin onden gidenidir. Ne utanc verici ki bu fikir yalnizca hastalikli bir beynin urunu olarak havada kalmiyor, bu beyinden tureyen kotucul, acinasi ve kompleks dolu fikir kolektif bir calismayla uygulanabiliyor. Hitap ettigi ve reklamdan etkilenip oraya hucum edecek, hayatta en buyuk korkusu bu hayvanlardan biri olmak olan kitlenin de bu kolektivizmin parcasi oldugunu dusunmek bu ulkede irkcilik yok diyen kesmin neden bu kadar kalabalik oldugunu da izah ediyor. Zikredileni fikir olarak kabul etmek zorunda oldugumuz, ikna olmama gibi bir hakkimizin olmadigi bir tuhaf toplumdayiz iste. “Bu reklamda hicbir asagilama yok, hayvanlik yapma!” gibi manali bir arguman gelebilir mesela fikir ureticilerinden. Yok diyorsa yoktur iste, neyin pesindeyiz? Ben de gezegenin tum canlilarina esit mesafede oldugum iddiasinda degilim ve halen cozulmesi gereken insan meselelerinin hayvan haklarindan biraz daha trajik boyutta olduguna inaniyorum. Asagilama icermedigi olcude "hayvan"in benzetme veya kiyas kriteri amacli kullanilmasina da karsi degilim. Ancak bu rezillige karsi durmak icin illa Panter Emel olmak gerekmiyor. Hadi o hayvancagizlar belki kendi namina yaratilan bu idiotlojiden habersiz ve bundan direkt zarar gormuyor, ancak asil akla zarar olan insanligin rekabet ugruna dustugu aciz canlilara saldirarak yucelmeye ugrasma acizligi. Kendilerinden soz ettirme amacinin bir araci oldugu icin ozur diliyor, ancak amaclarini en dolaysiz sekilde saptirdigimi umarak yine dolambacsiz bicimde lanet ve yaziklar okuyorum.

Monday, October 5, 2009

bonus track - sound of silence

Proust, zihnin –isleyisi geregi- en onemli dusunceleri en hareketsiz zaman dilimlerinde urettigini, bu zaman araliklarinda ise asla tam olarak “kendimiz“ olamayacagimizi savunurmus. Yani uretebilmek ve insan zihnindeki karanlik noktalari ortaya cikartip en iyi bicimde ifade edebilmek bu “ölü” zaman dilimlerinde mumkun. Kendisi daha 20.yuzyilin baslarinda bu zaman dilimlerine imkan tanimayan dunyadan yakinirken, yuzyilin kutsal kitaplarindan olacak yedi ciltlik “Kayip Zamanin Izinde”yi yazmak icin 14 yil Paris’teki odasina kapanmaya ihtiyac duyarken, belki de daha onemlisi donemin namli bir tip profesorunun oglu olarak bunu yapabilecek maddi guvence sahibiyken biz bu zamanda ne yapmaliyiz bilmiyorum. Hadi Proust sahsina munhasir bir hipokondriyak, icindeki denizinin muptelasi iflah olmaz bir mukemmeliyetciydi. Kendisine kiyasla once cilt sayisini eksiltsek, sonra her birini biraz inceltsek, isciligi kabalastirsak ve sosyallesme dozunu artirsak acaba kaydadeger bir sey cikar mi?

Tamam, bahis yazar gibi dunya literaturune isim kazimak icin zamandan biraz daha fazlasi, ne bileyim bir edebiyat dehasina sahip olmak filan gerek. Boyumuzu asmadan isin uretim tarafindan degil, hakikat arayisi yolunda hakkiyla, sindirerek ve ozumseyerek tuketim yolundan yurusek de durum pek farkli degil. Ustanin isaret ettigi tehlike, yani kendimiz olmadan gecirdigimiz zaman araliklari birbiri ardina eklenerek uzadikca uzuyor. Hayat cok gurultulu ve sayisiz istasyondan olusan dev bir radyo. Sessizlik ise bu istasyonlar arasina saklanmis zor bulunan, cok hassas bir ayar ve stabilizasyon gerektiren ozel bir frekans. Aslinda her zaman bu frekansi kendi eliyle yaratmaya, anteni diger radyo istasyonlarina kapatmaya muktedir eserler omrumuzun tuketmeye vefa etmeyecegi kadar var, belki halen cikiyor. Ancak mesele bunlari farkedebilecek zamanin fakirligi. Yani isimiz biraz sansa kalmis durumda.
















Bu zamansizligin yarattigi ozensizligi onune katip seri uretime gecen icracilar muthis bir bilgi ve imge kirliligi yaratiyor. Ne varsa okudugu degil okumadiginda, izledigi degil izlemediginde, dinledigi degil dinlemediginde sanan, “aklindan cok hevesi, bilgisinden cok ozentisi olan”* ve yemeden yutan tuketiciler devreye girince soz konusu uretim ve tuketim mekanizmalarinin ucuculuklari mukemmel bicimde eslesiyor. “Yarım anlaşılmış ve yarı öğrenilmiş olan, eğitimin ön basamağı değil onun can düşmanıdır”, der Adorno”, der Tanil Bora “Tahsilli Cehaletin Cinneti”nde. Hani internetin actigi bilgi cagi filan bir yaniyla guzel, hayati kolaylastirici yanlari var; ancak bu kadar kotuye kullanildiktan, yerli yerine oturtulmadan bir caka satma aracina ya da kultur iddiasina donusturuldukten sonra acaba bilgiye giden yol daha cetrefilli mi olmaliydi diye hayiflaniyorum. Hem boylece herkesin herseyi bilmek zorunda hissetmedigi, cahil cesaretinin rahatsiz edici derecede ayyuka cikmadigi, ne bileyim branslasmanin arttigi, maymun istahli ureticilerin de azaldigi bir ortam olusurdu diye fantezi gelistiriyorum. Esasinda hayati kesintiye ugratan bunca dikkat dagitici ogenin azaldigi bir “back to basics” fantezisinin urunu, ya da onceli diyebiliriz...

Dun aksam bir ara elektrik kesildi. Iste agir aksak okumakta oldugum kitabin son on iki sayfasini bitirmek icin essiz bir firsat! Firsattan buyuyerek cikip :S hadiseyi “TEDAS’tan dev bir kultur hizmeti”ne cevirmek an meselesiydi. Ama once en azindan mum bulabilmek icin (sebebini bilmedigim sekilde yeri hep mutfak olagelmistir) bir aydinlatma aracina ihtiyacim vardi. Cakmak kaybetmekte ustume olmadigindan ve kim bilir nereden cikacak kestiremedigiden aramaya bile zahmet etmedim. Cep telefonu is gorebilirdi, ancak onu da bulamadim. Telsiz telefon vardi, caldirip saklandigi yerden bulup cikarabilirdim ama lanet olsun, telsiz telefon da elektrige bagli (requiem for analog). El yordamiyla cevreyi yoklarken elime PSP ilisti. Isigi isimi gorebilirdi. Actigimda daha once durdurmus oldugum, Galatasaray’a karsi 1-0 maglup durumda oldugumuz maci gordum. Takimimin bana ihtiyaci vardi. Yuklendikce yuklendim, defansta verdigim gedikler once ikinci sonra da ucuncu golu getirdi ve 3-0 maglup oldum. Bu senaryo hic yabanci degil. Sonra ikinci mac, ucuncu mac derken hezimet serisinin ardi arkasi kesilmedi. Hincimi alamayip oyunu en kolay seviyeye cektim, oyunun suresini uzattim ve basladim gol olup yagmaya. Kendimce hayali bir turnuva statusu getirdim ve uc macta yedigim toplam golun iki katini atarsam sampiyon olacaktim. Dedigimi yaptim evelallah. Sampiyonlugumu ilan ettigimde elektrigin coktan gelmis oldugunu soylememe gerek yoktur herhalde. Artik Everton – Stoke City macina kalmadigi yerden devam edebilirdim. PSP’de futbol oyunu uzerine mac izleyince de sanki futbolculari komuta ediyormus fakat muvaffak olamiyormus gibi asap bozucu bir kontol kaybi hissi, bir bas donmesi ve gerceklikle sanalligin catismasi hasil oluyor. Ha, kitabi soz bugun bitirecegim. Olmadi yarin…



* Yuzyilin mi bilmem ama otuz yilimin saheserlerinden Benim Adim Kirmizi’da, resim ustadlarindan birisine dair karakter tahlilinde gecen bir cumle. Dort supheliden hangisi icin kullanildigini, hangi sayfada gectigini bulmam imkansiza yakin. Birileri bunu basarmanin da dijitalize yolunu bulacaktir diye kafamdan gecirirken zaten e-book diye bir sey oldugunu hatirladim. Teknoloji kolaylik mi getiriyor, tembellik mi tartisilir lakin ortagimla birbirimizden habersiz ust uste benzer temayi en azindan bir yerde isleyecek kadar paralel dusunmemiz vaziyetin –yine en azindan bizim icin- endise vericiligini dogruluyor...

Sunday, October 4, 2009

Kırmızı meyveler

Pazar günlerini hava kararıncaya kadar seviyorum. Çocukluğumdan beri böyle...

~~
Lunch n Learn diye bir olay çıkardılar. Öğlen dışarı çıkıp dışarıda yemek yerine ofiste kalıp seçilen bir konuda kısaca eğitiliyorsunuz. Üstelik öğle yemeği de şirketten. Bu gibi etkinlikler ay sonuna doğru olursa ilaç gibi geliyor, malum ticket'lar yetişmiyor. Yemek fişlerini idareli kullanmayı senelerdir öğrenemedim. Ayın 1-2-3ü, pizza ya da balık ve yanında bazen şarap takviyesi sayesinde sefa içerisinde geçerken, 29-30 ve varsa lanetli 31i bitimizi kızartarak geçiriyoruz. Çarşamba günü galiba, stres yönetimi semineri vardı. Elbette iştirak ettik. Tavuklu salata ve şeftali suyu... Dostum, bu gerçekten hiç de fena sayılmaz :S Şirket doktorunun anlattıklarına bakarsak, meğer stres denilen nane, bizim ona yüklediğimiz bütün olumsuz anlamlara rağmen motivayson sağlayan, enerji veren, odaklanmaya filan yarayan bir şeymiş. Önemli olan, onu kontrol edebilme yetisini geliştirmekmiş. Stres (yani "dış uyarıcılara karşı verdiğimiz içsel tepki") yoğun iş temposunun bir sonucu olduğu gibi, aslında bu yoğunluğu düzenleyebilmemizi filan da sağlıyormuş. Yumurta tavuk ilişkisi gibi galiba, pek anlamadım sanırım. Her neyse, stresle başa çıkmak için öncelikli ihtiyacınız, sağlam bir vücut. Kahvaltı edin, spor yapın, sebzeleri ihmal etmeyin, bol su için filan. Ne yalan söyleyeyim bu tip anlatılar beni genelde -hayli kısa vadeli de olsa- etkiliyor. Eğitim gününden beri tatlı ya da fast food'a yaklaşmadığım gibi elimden geldiğince su içmeye ve kırmızı ve yeşil meyve-sebzeler tüketmeye çalışıyorum. Küçük bir tip, kırmızı bitkiler çok faydalıymış. Doktorumuzun söylediğine göre, doğa bizi her mevsim değişik kırmızılar ile ödüllendiriliyormuş ve biz de bu fırsattan istifade etmeliymişiz. Domates, nar, çilek, kuşburnu filan...


Hatırlarsınız, kuşburnunu Tansu Çiller sayesinde tanımıştık. Güzelliğini kuşburnu suyuna mı borçluydu ne?.. Geçenlerde elime 90ların başına ait bir Fırt cildinin kapağında Çiller'in sansasyonel "2 anahtar" vaadine yönelik bir çizim vardı. Hayli çekici bir kadın olarak tasfir edilmiş Çiller'in peşinden giden abaza tiplerden biri muzur gülümsemesi ile "biz sana önce bir şey verelim, sen sonra anahtarları verirsin" gibi sınırları son derece zorlayan bir laf ediyor. Esprinin çirkinliği, çiğliği bir yana bugün bir derginin kapağında böylesine iddialı bir karikatürün yer alabileceğine inanbiliyor musunuz? Birileri buna cesaret edebilir mi? Hiç sanmıyorum, toplum giderek muhafazakarlaşıyor ve biz bunun farkına varmakta gecikiyoruz... Bir fotoğraf makinam ya da scanner'ım olmadığı için konu karikatürü paylaşamıyorum. Bunun için özür dilerim.
~~

Aslına bakacak olursanız, kendi evimde internet bağlantısı dahi yok. Bu benim bilinçli tercihim. Hafta içerisinde mesai saatlerini bilgisayar karşısında harcıyorum ve internete koşulsuz köleliğimi engellemek adına eve modem sokmamaya karar vermiştim. Böylece beslendiğim diğer kanallar olan televizyon, dergiler ve kitaplara da vakit ayırabiliyorum. Bu yöndeki son hamlem, Lig Tv'yi kapattırıp Digiturk'te yer alan diğer bütün kanalları açtırmak oldu. Malum Beşiktaş çok kötü gidiyor ve eğer tuttuğunuz takımda bir numara yoksa, Turkcell Super Ligi'ni izlemenin de bir anlamı kalmıyor. Artık sinema, dizi, aktualite ve belgesel kanallarının tamamını takıp edebilirim. Bu akşam Fox life'ta 22oo'da Tim Roth'lu Lie To Me var. Tim Roth'u çok severim ve uzun zamandır neler yaptığına dair bir fikrim yoktu. Meğer dizi çekiyormuş...

~~

Harman / Kordon marka ağır, güzel ve eski bir anfim var. Fakat teknik konularaki yetersizliğimden dolayı, kimi zaman meydana gelen arızaların telafisinde yetersiz kalıyorum. Beni sürekli uğraştırıyor ama onu hala çok seviyorum. Üzerindeki şık Sanyo plak çalar ve çevresindeki technics kabinler ile gayet cool duruyor. Hafta başında yine ufak bir sorun çıkardı. Minik tüp şeklindeki speaker sigortaları yanmış. Bu sigortaların tanesi 15kuruş fakat bakkalda ya da mahalle hırdıvatçısında satılmıyorlar. İstanbul'da nereden alınır bilmiyorum (Eminönü - Sirkeci bölgesi olsa gerek) ama Ankara'da Ulus, İzmir'de ise Çankaya bölgesinde yer alan elektrik-elektronikçilerden edinebiliyorsunuz. Bu "elektrik-elektronik" dükkanları bana son derece karışık geliyor. Raflarda yer alan eski kameralar, setler, vhs videolar, kimi devreler, ıskartaya çıkmış tonla makine... Dijital dönemde bu tip alet ve parçalara ihtiyaç giderek daralıyor ve artık yalnızca özel ilgi alanı bu antika parçalar olan insanlar pasajları ziyaret ediyor. Pasajların üzerine serpilmiş ölü toprağını hissediyorsunuz... Gidip o küçük sigortalardan 4ünü 60kuruş karşılığı satın aldım. Üzerimde bozukluk yoktu ve dükkandaki adam bu kadar küçük bir alışveriş için 10lira uzatmış olmama bozuldu. Velhasıl, amfi yeniden kusursuz çalışıyor. Son günlerde Sanyo'nun üzerinde Danimarkalı Kashmir'in No Balance Palace LP'si dönüyor. David Bowie ve Lou Reed'in de sesini duyabileceğiniz, 2005 tarihli sıkı bir albüm. Hani içindeki her şarkıya yakınlık duyduğunuz, ısındığınız türden, nadide bir iş. Yani en azından benim için öyle...

~~

Bu sıralar din ve inanç karşıtı işler ilgimi çekiyor. Richard Dawkins'in youtube'da bayağı faydalı, evrime ilişkin temel bilgileri anlattığı videoları mevcut. Göz atmanızı öneririm. Bunun yanında politik komedyen Bill Maher'in Religulous'ını seyrettim. Filmin adı religion ve ridiculous kelimelerinin kaynaştırılmasından geliyor. Maher bütün büyük dinlerin önemli temsilcileri ile görüşüyor ve din'in düşmanca doğasını ortaya seriyor. Hristiyanların çoğu dünyanın sonunun yakın olduğuna inanıyor ve bu nedenle bir çokları açıkça gezegenin nereye gittiğini -sonu da bu kadar yakınken- umursamıyor. Bir milyarın üzerindeki müslümanlar 14milyonluk musevi toplumuna düşman ve musevilerse kibirden çatlamak üzere. Dinler, dünyanın sonuna inanıyor ve örgütlü dinin, inancın, gerçekten de düşmanlık yolu ile bu sonu hazırlayacak kitlesel desteği de mevcut. Maher'in belgeseli dinlerden kurtulmamız gerektiğini ortaya koyuyor ve "grow up or die" cümlesi ile sona eriyor. Paralel biçimde Dawkins, bahsettiğim youtube videolarından birisinde Amerikan televizyonuna, tanrının ancak bir diş perisi kadar inandırıcı olduğunu söylüyor. Bu karşılaştırmaya bayıldım. İnanç ya da örgütlü dinin karşısında duran daha fazla yapıma ihtiyaç var.

~~

Senelerce kamp yapan çocukların ateşte çevirdiği şeyi mantar, Ghostbusters'ın finalindeki canavarı "mantar adam" diye tercüme edip bize yutturanlara yazıklar olsun! Meğer onun aslı marshmellow imiş! Yumuşak çirkin şekerleme, Halley'in filan içinde olur hani...