Proust, zihnin –isleyisi geregi- en onemli dusunceleri en hareketsiz zaman dilimlerinde urettigini, bu zaman araliklarinda ise asla tam olarak “kendimiz“ olamayacagimizi savunurmus. Yani uretebilmek ve insan zihnindeki karanlik noktalari ortaya cikartip en iyi bicimde ifade edebilmek bu “ölü” zaman dilimlerinde mumkun. Kendisi daha 20.yuzyilin baslarinda bu zaman dilimlerine imkan tanimayan dunyadan yakinirken, yuzyilin kutsal kitaplarindan olacak yedi ciltlik “Kayip Zamanin Izinde”yi yazmak icin 14 yil Paris’teki odasina kapanmaya ihtiyac duyarken, belki de daha onemlisi donemin namli bir tip profesorunun oglu olarak bunu yapabilecek maddi guvence sahibiyken biz bu zamanda ne yapmaliyiz bilmiyorum. Hadi Proust sahsina munhasir bir hipokondriyak, icindeki denizinin muptelasi iflah olmaz bir mukemmeliyetciydi. Kendisine kiyasla once cilt sayisini eksiltsek, sonra her birini biraz inceltsek, isciligi kabalastirsak ve sosyallesme dozunu artirsak acaba kaydadeger bir sey cikar mi?
Tamam, bahis yazar gibi dunya literaturune isim kazimak icin zamandan biraz daha fazlasi, ne bileyim bir edebiyat dehasina sahip olmak filan gerek. Boyumuzu asmadan isin uretim tarafindan degil, hakikat arayisi yolunda hakkiyla, sindirerek ve ozumseyerek tuketim yolundan yurusek de durum pek farkli degil. Ustanin isaret ettigi tehlike, yani kendimiz olmadan gecirdigimiz zaman araliklari birbiri ardina eklenerek uzadikca uzuyor. Hayat cok gurultulu ve sayisiz istasyondan olusan dev bir radyo. Sessizlik ise bu istasyonlar arasina saklanmis zor bulunan, cok hassas bir ayar ve stabilizasyon gerektiren ozel bir frekans. Aslinda her zaman bu frekansi kendi eliyle yaratmaya, anteni diger radyo istasyonlarina kapatmaya muktedir eserler omrumuzun tuketmeye vefa etmeyecegi kadar var, belki halen cikiyor. Ancak mesele bunlari farkedebilecek zamanin fakirligi. Yani isimiz biraz sansa kalmis durumda.
Bu zamansizligin yarattigi ozensizligi onune katip seri uretime gecen icracilar muthis bir bilgi ve imge kirliligi yaratiyor. Ne varsa okudugu degil okumadiginda, izledigi degil izlemediginde, dinledigi degil dinlemediginde sanan, “aklindan cok hevesi, bilgisinden cok ozentisi olan”* ve yemeden yutan tuketiciler devreye girince soz konusu uretim ve tuketim mekanizmalarinin ucuculuklari mukemmel bicimde eslesiyor. “Yarım anlaşılmış ve yarı öğrenilmiş olan, eğitimin ön basamağı değil onun can düşmanıdır”, der Adorno”, der Tanil Bora “Tahsilli Cehaletin Cinneti”nde. Hani internetin actigi bilgi cagi filan bir yaniyla guzel, hayati kolaylastirici yanlari var; ancak bu kadar kotuye kullanildiktan, yerli yerine oturtulmadan bir caka satma aracina ya da kultur iddiasina donusturuldukten sonra acaba bilgiye giden yol daha cetrefilli mi olmaliydi diye hayiflaniyorum. Hem boylece herkesin herseyi bilmek zorunda hissetmedigi, cahil cesaretinin rahatsiz edici derecede ayyuka cikmadigi, ne bileyim branslasmanin arttigi, maymun istahli ureticilerin de azaldigi bir ortam olusurdu diye fantezi gelistiriyorum. Esasinda hayati kesintiye ugratan bunca dikkat dagitici ogenin azaldigi bir “back to basics” fantezisinin urunu, ya da onceli diyebiliriz...
Dun aksam bir ara elektrik kesildi. Iste agir aksak okumakta oldugum kitabin son on iki sayfasini bitirmek icin essiz bir firsat! Firsattan buyuyerek cikip :S hadiseyi “TEDAS’tan dev bir kultur hizmeti”ne cevirmek an meselesiydi. Ama once en azindan mum bulabilmek icin (sebebini bilmedigim sekilde yeri hep mutfak olagelmistir) bir aydinlatma aracina ihtiyacim vardi. Cakmak kaybetmekte ustume olmadigindan ve kim bilir nereden cikacak kestiremedigiden aramaya bile zahmet etmedim. Cep telefonu is gorebilirdi, ancak onu da bulamadim. Telsiz telefon vardi, caldirip saklandigi yerden bulup cikarabilirdim ama lanet olsun, telsiz telefon da elektrige bagli (requiem for analog). El yordamiyla cevreyi yoklarken elime PSP ilisti. Isigi isimi gorebilirdi. Actigimda daha once durdurmus oldugum, Galatasaray’a karsi 1-0 maglup durumda oldugumuz maci gordum. Takimimin bana ihtiyaci vardi. Yuklendikce yuklendim, defansta verdigim gedikler once ikinci sonra da ucuncu golu getirdi ve 3-0 maglup oldum. Bu senaryo hic yabanci degil. Sonra ikinci mac, ucuncu mac derken hezimet serisinin ardi arkasi kesilmedi. Hincimi alamayip oyunu en kolay seviyeye cektim, oyunun suresini uzattim ve basladim gol olup yagmaya. Kendimce hayali bir turnuva statusu getirdim ve uc macta yedigim toplam golun iki katini atarsam sampiyon olacaktim. Dedigimi yaptim evelallah. Sampiyonlugumu ilan ettigimde elektrigin coktan gelmis oldugunu soylememe gerek yoktur herhalde. Artik Everton – Stoke City macina kalmadigi yerden devam edebilirdim. PSP’de futbol oyunu uzerine mac izleyince de sanki futbolculari komuta ediyormus fakat muvaffak olamiyormus gibi asap bozucu bir kontol kaybi hissi, bir bas donmesi ve gerceklikle sanalligin catismasi hasil oluyor. Ha, kitabi soz bugun bitirecegim. Olmadi yarin…
* Yuzyilin mi bilmem ama otuz yilimin saheserlerinden Benim Adim Kirmizi’da, resim ustadlarindan birisine dair karakter tahlilinde gecen bir cumle. Dort supheliden hangisi icin kullanildigini, hangi sayfada gectigini bulmam imkansiza yakin. Birileri bunu basarmanin da dijitalize yolunu bulacaktir diye kafamdan gecirirken zaten e-book diye bir sey oldugunu hatirladim. Teknoloji kolaylik mi getiriyor, tembellik mi tartisilir lakin ortagimla birbirimizden habersiz ust uste benzer temayi en azindan bir yerde isleyecek kadar paralel dusunmemiz vaziyetin –yine en azindan bizim icin- endise vericiligini dogruluyor...
Monday, October 5, 2009
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment