Sunday, October 4, 2009

Kırmızı meyveler

Pazar günlerini hava kararıncaya kadar seviyorum. Çocukluğumdan beri böyle...

~~
Lunch n Learn diye bir olay çıkardılar. Öğlen dışarı çıkıp dışarıda yemek yerine ofiste kalıp seçilen bir konuda kısaca eğitiliyorsunuz. Üstelik öğle yemeği de şirketten. Bu gibi etkinlikler ay sonuna doğru olursa ilaç gibi geliyor, malum ticket'lar yetişmiyor. Yemek fişlerini idareli kullanmayı senelerdir öğrenemedim. Ayın 1-2-3ü, pizza ya da balık ve yanında bazen şarap takviyesi sayesinde sefa içerisinde geçerken, 29-30 ve varsa lanetli 31i bitimizi kızartarak geçiriyoruz. Çarşamba günü galiba, stres yönetimi semineri vardı. Elbette iştirak ettik. Tavuklu salata ve şeftali suyu... Dostum, bu gerçekten hiç de fena sayılmaz :S Şirket doktorunun anlattıklarına bakarsak, meğer stres denilen nane, bizim ona yüklediğimiz bütün olumsuz anlamlara rağmen motivayson sağlayan, enerji veren, odaklanmaya filan yarayan bir şeymiş. Önemli olan, onu kontrol edebilme yetisini geliştirmekmiş. Stres (yani "dış uyarıcılara karşı verdiğimiz içsel tepki") yoğun iş temposunun bir sonucu olduğu gibi, aslında bu yoğunluğu düzenleyebilmemizi filan da sağlıyormuş. Yumurta tavuk ilişkisi gibi galiba, pek anlamadım sanırım. Her neyse, stresle başa çıkmak için öncelikli ihtiyacınız, sağlam bir vücut. Kahvaltı edin, spor yapın, sebzeleri ihmal etmeyin, bol su için filan. Ne yalan söyleyeyim bu tip anlatılar beni genelde -hayli kısa vadeli de olsa- etkiliyor. Eğitim gününden beri tatlı ya da fast food'a yaklaşmadığım gibi elimden geldiğince su içmeye ve kırmızı ve yeşil meyve-sebzeler tüketmeye çalışıyorum. Küçük bir tip, kırmızı bitkiler çok faydalıymış. Doktorumuzun söylediğine göre, doğa bizi her mevsim değişik kırmızılar ile ödüllendiriliyormuş ve biz de bu fırsattan istifade etmeliymişiz. Domates, nar, çilek, kuşburnu filan...


Hatırlarsınız, kuşburnunu Tansu Çiller sayesinde tanımıştık. Güzelliğini kuşburnu suyuna mı borçluydu ne?.. Geçenlerde elime 90ların başına ait bir Fırt cildinin kapağında Çiller'in sansasyonel "2 anahtar" vaadine yönelik bir çizim vardı. Hayli çekici bir kadın olarak tasfir edilmiş Çiller'in peşinden giden abaza tiplerden biri muzur gülümsemesi ile "biz sana önce bir şey verelim, sen sonra anahtarları verirsin" gibi sınırları son derece zorlayan bir laf ediyor. Esprinin çirkinliği, çiğliği bir yana bugün bir derginin kapağında böylesine iddialı bir karikatürün yer alabileceğine inanbiliyor musunuz? Birileri buna cesaret edebilir mi? Hiç sanmıyorum, toplum giderek muhafazakarlaşıyor ve biz bunun farkına varmakta gecikiyoruz... Bir fotoğraf makinam ya da scanner'ım olmadığı için konu karikatürü paylaşamıyorum. Bunun için özür dilerim.
~~

Aslına bakacak olursanız, kendi evimde internet bağlantısı dahi yok. Bu benim bilinçli tercihim. Hafta içerisinde mesai saatlerini bilgisayar karşısında harcıyorum ve internete koşulsuz köleliğimi engellemek adına eve modem sokmamaya karar vermiştim. Böylece beslendiğim diğer kanallar olan televizyon, dergiler ve kitaplara da vakit ayırabiliyorum. Bu yöndeki son hamlem, Lig Tv'yi kapattırıp Digiturk'te yer alan diğer bütün kanalları açtırmak oldu. Malum Beşiktaş çok kötü gidiyor ve eğer tuttuğunuz takımda bir numara yoksa, Turkcell Super Ligi'ni izlemenin de bir anlamı kalmıyor. Artık sinema, dizi, aktualite ve belgesel kanallarının tamamını takıp edebilirim. Bu akşam Fox life'ta 22oo'da Tim Roth'lu Lie To Me var. Tim Roth'u çok severim ve uzun zamandır neler yaptığına dair bir fikrim yoktu. Meğer dizi çekiyormuş...

~~

Harman / Kordon marka ağır, güzel ve eski bir anfim var. Fakat teknik konularaki yetersizliğimden dolayı, kimi zaman meydana gelen arızaların telafisinde yetersiz kalıyorum. Beni sürekli uğraştırıyor ama onu hala çok seviyorum. Üzerindeki şık Sanyo plak çalar ve çevresindeki technics kabinler ile gayet cool duruyor. Hafta başında yine ufak bir sorun çıkardı. Minik tüp şeklindeki speaker sigortaları yanmış. Bu sigortaların tanesi 15kuruş fakat bakkalda ya da mahalle hırdıvatçısında satılmıyorlar. İstanbul'da nereden alınır bilmiyorum (Eminönü - Sirkeci bölgesi olsa gerek) ama Ankara'da Ulus, İzmir'de ise Çankaya bölgesinde yer alan elektrik-elektronikçilerden edinebiliyorsunuz. Bu "elektrik-elektronik" dükkanları bana son derece karışık geliyor. Raflarda yer alan eski kameralar, setler, vhs videolar, kimi devreler, ıskartaya çıkmış tonla makine... Dijital dönemde bu tip alet ve parçalara ihtiyaç giderek daralıyor ve artık yalnızca özel ilgi alanı bu antika parçalar olan insanlar pasajları ziyaret ediyor. Pasajların üzerine serpilmiş ölü toprağını hissediyorsunuz... Gidip o küçük sigortalardan 4ünü 60kuruş karşılığı satın aldım. Üzerimde bozukluk yoktu ve dükkandaki adam bu kadar küçük bir alışveriş için 10lira uzatmış olmama bozuldu. Velhasıl, amfi yeniden kusursuz çalışıyor. Son günlerde Sanyo'nun üzerinde Danimarkalı Kashmir'in No Balance Palace LP'si dönüyor. David Bowie ve Lou Reed'in de sesini duyabileceğiniz, 2005 tarihli sıkı bir albüm. Hani içindeki her şarkıya yakınlık duyduğunuz, ısındığınız türden, nadide bir iş. Yani en azından benim için öyle...

~~

Bu sıralar din ve inanç karşıtı işler ilgimi çekiyor. Richard Dawkins'in youtube'da bayağı faydalı, evrime ilişkin temel bilgileri anlattığı videoları mevcut. Göz atmanızı öneririm. Bunun yanında politik komedyen Bill Maher'in Religulous'ını seyrettim. Filmin adı religion ve ridiculous kelimelerinin kaynaştırılmasından geliyor. Maher bütün büyük dinlerin önemli temsilcileri ile görüşüyor ve din'in düşmanca doğasını ortaya seriyor. Hristiyanların çoğu dünyanın sonunun yakın olduğuna inanıyor ve bu nedenle bir çokları açıkça gezegenin nereye gittiğini -sonu da bu kadar yakınken- umursamıyor. Bir milyarın üzerindeki müslümanlar 14milyonluk musevi toplumuna düşman ve musevilerse kibirden çatlamak üzere. Dinler, dünyanın sonuna inanıyor ve örgütlü dinin, inancın, gerçekten de düşmanlık yolu ile bu sonu hazırlayacak kitlesel desteği de mevcut. Maher'in belgeseli dinlerden kurtulmamız gerektiğini ortaya koyuyor ve "grow up or die" cümlesi ile sona eriyor. Paralel biçimde Dawkins, bahsettiğim youtube videolarından birisinde Amerikan televizyonuna, tanrının ancak bir diş perisi kadar inandırıcı olduğunu söylüyor. Bu karşılaştırmaya bayıldım. İnanç ya da örgütlü dinin karşısında duran daha fazla yapıma ihtiyaç var.

~~

Senelerce kamp yapan çocukların ateşte çevirdiği şeyi mantar, Ghostbusters'ın finalindeki canavarı "mantar adam" diye tercüme edip bize yutturanlara yazıklar olsun! Meğer onun aslı marshmellow imiş! Yumuşak çirkin şekerleme, Halley'in filan içinde olur hani...

No comments: