Friday, June 26, 2009

bye king

populer kultur icerisinde fazlaca one cikip, aktiklari mecraya bizzat kendileri yon ve sekil verecek kadar kudretli olanlara; hakimiyetlerini tescillemek adina aristokrasiye ait sifatlar yapistirilir. misal; imparator ibo, kral elvis, kralice elizabeth :S



hic suphe yok ki damarlarinda asil kan tasimayan krallarin sonuncusu michael jackson idi. bugune baktigimizda dakikada milyon dolar kazanan, los angeles'ta 100bin donum araziye kurulu gosterisli yapilarda yasayan tonla hip hop yildizi, boyband uyesi filan var... fakat hic biri, populer alani neredeyse tek basina domine etmiyor. bir anda zirveye cikanlar, orada pek de uzun sure kalamiyor. oysa michael seksenlerde ve doksanlarin basinda tayfun gibi esti, deprem gibi yikti ortaligi. simdi "trt de klibi ciksin diye heyecanla beklerdik...moon walk un hastasiydik, salon parkesinde butun gun topuklari surterdik...thrillaaa" diye nostalji kasirgasi yasatmayacagim. hepimiz kimin ne oldugunu biliyoruz, degil mi?

elvis de hayatini kaybettigi zaman cok kilo almis, uretimi durmus, belki havasini da biraz kaybetmisti. tamam jacko da falso cok daha fazla. cocuklarla iliskisi, tam olarak aciga cikmamis olsa da, hic kimsenin icine sinmedi. peter pan'dan ozenerek isimlendirdigi neverland'de neler dondugunu tam olarak anlayamadik. kendine has, ve fazlaca cocuk ruhlu bir adamdi. yetiskin bir insanin fazla cocuk olmasi da dogrusu katlanilacak sey degil. nitekim mahkemeye pijama ile gelmeler, cocugunu camdan sarkitmalar, burnunun zirt pirt dusmesi... onun itibarini her gecen gun daha da azaltti. o aslinda, hic bir zaman, diger populer figurler kadar "kotu" olmayi basaramadi. belki de sirf bu yuzden biz ona surekli supheyle yaklastik.

amerika'da da "biz degerlerimizin farkina ancak onlar hayatini kaybedince variyoruz" retorigi var midir bilmiyorum...herhalde yoktur. zaten michael da, bir zamanlar kendisine gosterilen sevgi ve tolerans ile kitlelerin ilgisini fazlaca hissetti. artik 30 yasimda oldugumdan, bu aci haber ile yikildigimi soyleyemem. hem pop ikonlari icin kendimi yipratamayacak kadar buyudum, hem de michael'in o apoletli ceketler giyip, koluna disaridan bant baglayarak amerikan baskanlari ile sarmas dolas gezdigi yari-tanri donemi coktan gecip gitti.

yine de, bir zamanlar cok sevdigimiz bu beyaz cikolata renkli adam, son bir vedayi hak ediyor...oysa ne ben ne de o vedalardan hoslaniriz :S

bye king

Tuesday, June 23, 2009

beygir gucume gidiyor boyle yarismak

Eski calistigim sirketlerden birinde bir gun, dahili bir telefonla iki yil boyunca hic yuz yuze gelmeme ya da on bes yil calisip “suitini” hic gormeme olasiliginizin yuksek oldugu, kerameti soyisminden menkul, memleketin “soylu” bir ailesinden gelme yonetim kurulu baskaninin beni odasinda ivedilikle bekledigi haberi geldi. Lakin asilzade efradindan bu zat-i muhteremin mizaci hususunda isittiklerim nazarimda kendisini pek bir sonradan soylama, oldukca da dallama yapiyordu. Dort saatlik isi bir saatte bitiren ve karsiliginda ovgu bekleyen birini “sen benim bu bir saatte ne kadar para kaybettigimi biliyor musun?” seklinde odullendiren birinden bahsediyoruz. Refleksim kosa kosa gitme komutunu emretse de isin aslini, en olmadi astarini anlamaya calisan zihnimin yogun mesaisi bedenimi yavaslatti. Tabii bu ofis ahalisinin cana susamislikla acikladigi bir yavaslikti. Sirf kendilerine ayna olup iclerindeki korkuyu yansitmak, Bizimkiler dizisindeki Ergun Bey’den hallice zavalliliklarini mesrulastirmak icin kosardim kosmasina da, neydi bu adamin derdi?

Sirketin ucuncu katinin “karanlik” tarafinda, dedim ya kimselerin gitmedigi, gitse de gormedigi suitine dogru yollandim. Iki guvenlik asamasindan sonra odasina vardigimda isin icler-dislar carpimi yuzunu anlamaya baslamistim. Ingilizcesi iyi birini ariyormus, referans zincirinin son halkasi da ben olmusum. Hic dert degildi, excel’de bir formul sormasina binlerce kez yeglerdim. Lakin bir dile hakim olmak her uzmanlik alanina ve onun kulliyatina vakif olmayi mumkun kilmiyor. Zaten basimiza ne gelirse bu zihniyette gelmiyor mu? Adamin Ingilizcesi iyi, ver eline bilgisayar kitabini cevirsin. Sonra cik icinden “cevirgec”, “cizi”, “yazmac”, “imlec”, “dizge”, “sekme” gibi kelimelerin cikabilirsen. Adama bildigini de unutturur. Donelim hikayeye, mevzu daha once hic tesrik-i mesaim olmamis bir alan olan atlardi. Zaten odaya girmemle beni karsilamis olan hipodromdan bunu anlamaliydim. Maket atlar, plaketler, binicilik dalindaki hizmetlerinden dolayi tesekkurler, fotograflar ve daha bir suru sey… Elime tutusturdugu kagitta o an icin bana en az kirk dijit gibi gelen numarayi aramami soyledi. Aradigim numara Kentucky’de bir at ciftligi sahibiydi. Lakin telefonu Avustralya’da oldugu icin kendisi degil, karisi acti. Sonrasi tam bir omur torpusu. “Sor bakalim annesi damizliga cikmis mi?”, “Dogru soylesin, beygir filan olmasin o?”, “Nalbant kontrol etmis mi nallarini?”, “Derecesi var mi hic?”, "Düldülse hic ugrastirmasin?", “Uykulugu farkli renk mi?”, "bilmem neresi kircilli mi?" gibi mutemadiyen iletisimi terorize eden ve pek bir asina oldugum konulardaki sorulari cevirip cevirip sormak suretiyle iyi bir ter attim. Gercekten ne dedim, nasil cevirdim bilmiyorum ama sonunda geceleyin kargo ucagina atin konup Turkiye’ye gonderilmesi icin gerekli onayi vermis bulunduk. Tabii sonuna "bak essek cikarsa aynen iadeli taahhutlu paketleriz, yol masraflariyla birlikte parayi tazmin ederiz" turu beyanlari ekleyerek Turk usulu ticaret esaslarina bagli kalmayi da ihmal etmedik. Devamindan haberim olmadi, hic de olmasin istiyordum ama en azindan bir tur binmeyi teklif etmesini beklerdim :S

Pazar gunu kanuni agabeyim Bulent Abi’nin buyuk surpriz seklinde sundugu “adrenalin yuklu” aktivite vaadi Veliefendi’de son buldu. Ben atlarin icinde bulundugu kosullarin ne kadar "hayvanî", onlari yaristirmanin ne kadar adil oldugunu dusunup durayim; hakikaten bir baska alem. Ingiltere Derby’si gibi kralice, yuzlerce melon sapkali adam yok ama mesela bu alemin duayen ailelerinden Eliyesil ailesi, at sahibi kizlari, serveti hesaplanamayan ve kendisinin de yemeye firsat bulamadigi yarisan efsane Halis Karatas (iki ayakta kostugu iki ati da birinci getirdi), galop, ganyan, padok, favori, kufur, sinkaf, pismemis kofte ne arasan vardi. Ingiliz ve Arap atlari arasindaki fiziksel farklari, kesintisiz kumara imkan taniyan bahis sistemlerini, evin faturalarini beygirlere yatiran hayal yolcularini, homoerotik ifadelerle jokeye her turlu servisi (!) verebilecegini bagirarak belli eden jokey asiklarini da canli bicimde gormus olduk. Ikramiye avcilarini veznede husran bekliyordu zira biri haric tum ayaklari favori atlar kazandi. Belki zamaninda deniz asiri yolculuguna araci oldugum "duldul" de bunlardan biridir.

Bu aktivitenin uzerine saniyorum asil cila bu haftaki 83. Gazi Kosusu olurdu. Anladigim kadariyla tum huzunlerin unutuldugu, dargin yarisseverlerin baristigi, heybet dolu sampiyon atlarin er meydani, bayram niteliginde bir organizasyon. Bir Epsom, bir Victoria, bir Avustralya Derbisi gibi... Hazirliklar ve reklamlar gunun anlam ve onemini bir hafta oncesinden gayet iyi acikliyordu. Benim favorim Ertül Cankılıç’ın kostuğu George Thomas :S

Friday, June 5, 2009

baby hung himself down


intihar unluler aleminin alamet-i farikasidir...
da bu yaslarda olanina pek akil ermiyor.
elbet bir bildigi ve bekledigi vardir.
r.i.p. Bill.

Thursday, June 4, 2009

flight of the conchords

It’s Always Sunny In Philadelphia’dan sonra zeka urunu absurdluk ve “idiotloji” janrinda beni ilk kez bu kadar yakalayan ve kavrayan dizi Flight of the Conchords ayni zamanda tum zamanlarin en yaratici, nukteci ve yetenekli muzik projelerinden biri. Yeni Zelandali ikili Jemaine Clement ve Bret McKenzie’nin stand-up (gosterilerinde oturuyorlar gerci) biciminde sergiledikleri muzikal sahne gosterileri yapimcilarin istahini kabartmis ve hadise absurd bir komedi dizisi haline getirilmis. Amerika’da 2.sezonu deviren dizinin ucundan Fox Life yakaladi da her Carsamba kendilerini izleyebiliyoruz (maalesef halen siki bir TV izleyicisiyim. Onun disindaki erisim kanallarina pek itibar etmiyorum).


Yeni Zelanda’li folk grubunun sahnede sergiledikleri ve diziye aktarilan mecazsiz, aptallik mertebesindeki naif karakterlerin yarattigi mizah anlayisi dizi tarihinde belki cok yeni degil. Ancak konsepte bu kadar cuk oturan oyunculuk ve muzisyenlik fuzyonu da sasirtmiyor degil. Bu arada, tanidik bir yuz olan Bret baska filmlerde de oynamis ve oynamaya devam ediyormus; yani muzisyen oldugu kadar oyuncu da… Ama saniyorum asil onlari onlar yapan gitar hakimiyetinde soz cambazi birer dilbaz oluslari. Karakterlerine paralel bicimde sozlerindeki absurd komedi, spontanlik ve manasizlik aslinda projelerinin geri planindaki ince zekayi ve muzik dehasini da yansitiyor. Yaptiklari bu “funky” muzik turu catisi altinda birikimleri ve literature hakimiyetleri de gozden kacmiyor. Icra esnasindaki teatral yetenekleri muzigin kliselerini ve farkli donemlerin/akimlarin soz, vokal ve melodik tarzlarini ne kadar -onlari tiye alabilecek kadar- ozumsediklerine isaret. Ornegin dun gece izlemis oldugum Bowie bolumunde efsanenin farkli donemlerine goz kirpan ama her bir donemle de muthis bir uyum gosteren muzikal butunluk cok etkileyiciydi.

Velhasil bir baska dizi piyasasina posta koyma esiginde bu kez Flight of the Conchords yetisti. Ama ne yetismek, gelmisken sahne sanati, muzikal turu ve muzik aleminin de tozunu aldi. Yine izleyecek ben...

Monday, June 1, 2009

okunamayan tarih dergisi #4

MEBUS DÖVÜLÜR MÜ?
1 HAZİRAN 1909
TANİN 8656


Geçen Cuma günü balon uçurulması hengâmında Aristidi Paşa namında bir tabip tarafından Üsküp Mebus-ı muhteremi Aleksandr Efendi’ye vaki olan tecavüzkârane muamele üzerine işte şimdi böyle bir sual herkesin dudaklarına deveran ediyor. Vakıâ bir mebus da insan olmak sıfatıyla sair insanlar gibi şahsı masûn ani’t-taarruzdur ve mebus olması dayağa kesb-i istihkak ettiğine delalet etmez. Fakat Aristidi Paşa’nın –iltibâs mahzurunu izale için daima bu paşayı elyevm Orman Nezareti’nde bulunan zat-ı muhteremden tefrik etmek icap eder- nokta-i nazarına bakılırsa bir adama sıfat-ı mebusiyet inzimam edilince dayak yemesi şart oluyor. Vakanın suret-i cereyanını bizzat Üsküp Mebusu’ndan işittik, verilen tafsilata nazaran bi-çare adamcağız mebus olmaya imiş ne dövülecek ne de sövülecek imiş.
Bakınız bu sergüzeşt-i garip ve esefengiz ne imiş? Mebus efendi zevcesi ve kerimesi ile birlikte balonun suudûnu temaşâya gitmiş. Gider a… Merak bu. İlk defadır memleketimizde bu teceddüdü görüyoruz. Bu sebeple kalabalık olması da muhtemel. Bu sırada arkasından dirsekle bir kakma yemiş, zevcesiyle kendi arasına bir şahs-ı ecnebinin mütecavizane ve mağrurane bir vaziyetle sokulduğunu görmüş. Mebus Efendi.
- Efendi neden böyle itiyorsunuz?
İtâbında bulunmuş.
Bunun üzerine şahs-ı mütecavizin en hassas teli yerinden oynayarak ve izzet-i nefsini pâ-mâl edilmiş addederek:
- Affedersin, efendi değilim, paşayım!
Hitab-ı müftehirânesiyle mukabele etmiş…
- Sen paşa isen ben de mebusandanım.
- Mebus musun? Al sana !... “Al Sana !” diye bahş ve ihsan edilen şeyin bir yumruk ve tokat olduğunu tashire lüzum görmüyoruz. Fakat Paşa hazretleri dayağı kupkuru atmak istemediklerinden bazı lâtif salçalarla tartib ve tezyin etmişler tekrar kaili için değil nakili için dahi mucib-i humret ve hicab olacak müstehcen elfâz da savurup sallayavermişler. Bu kadar kalabalık arasındaki bu hakaret-i şediyeye karşı mukabelede bulunmamak için hayli cebr-i nefs etmiş, zevcesinin, çocuğunun feza ve figanından çekinmiş, bir heyet-i teşriiye ve kanuniyeye mensup olduğu için mukteza-yı kanununa en ziyade kendi riayet etmesi lazım geleceğini takdir etmiş, polise müraacat etmiş. Fakat işte o vakit şapa oturmuş. Hiç hatrına gelmemiş ki zabıta memurlarımızın bir kısmı hâlâ adama göre kanunu ölçerler. Paşaya edilecek muamele başka, esnafa edilecek muamele başka. Rütbeler indikçe polisin de unf ve şiddeti artar. Rütbe büyüdükçe itibar ve hürmet çoğalır. Polis “Paşadır ne yapalım” der. Diğer bir polis aynı cevabı verir. Nihayet mebus yine hüviyetini itirafa mecbur olunca polis efendi müşkül mevkide kalmış. “Acaba mebus mu müreccah, paşa mı?”. Teamül-i kadime bakılırsa mebus tabiri insanı esfel-i safiline indirecek!... Fakat on aydan beri büyük bir inkılâb oldu. Mebusluk tedricen yükseldi. Fakat ne miktar yükseldi. Acaba paşalık derecesine kadar irtika etti mi? Polis efendi dehşetli bir muharebe-i ruhiyeye duçar olmuş, nihayet giden ağamız, gelen paşamız darb-ı meselini tahattur etmiş olmalı ki devr-i sabık adamını nazardan ıskat ve mukteza-yı kanunu ifâya şitab eylemiş. Devr-i sabıkta Fehim Paşa ve emsalinin bu gibi tafra-furûşâne hareketleri pek çok görülüyor idi. Alâ melei’n-nâs erbâb-ı namusa dayak atmak vâki olur idi. Devr-i hürriyette hiç olmasa böyle çirkin şeyler bir daha görülmez diye umuyorduk. Fakat anlaşılan “huylu huyundan vazgeçmez” derler, Aristidi Paşa dayak atmak ve sövmek için mebusluğu sebeb-i şiddet addetmiş. Binaenaleyh mukteza-yı adalet mebus dövmesi hareket-i vâkası için kanunen sebeb-i şiddet addedilmelidir. Garip ve ince bir nokta daha var: Mebus Efendi mebus olduğunu söylemese imiş, belki de kurtulacak imiş. Demek ki Paşa hazretlerinin adaveti ailesiyle beraber balon temaşâsına giden zata değil mebusluğa imiş. Diğer taraftan devr-i sabıkta binbaşılıktan paşalığa balon süratiyle suûd etmiş bir zat olduğu da madrûb tarafından beyan edilmekte bulunduğundan devr-i sabıka olan muhabbet-i fevkaladesi ve o devirden ayrılmak sebebiyle devr-i cedidden bu suretle olsun ahz-ı intikam etmiş olduğu varid-i hatır olabilir ise de her hâl ü kârda bu işin de idare-i örfiyece derpiş olunması memuldür.


Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bugün
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 185



Not: buraya gecirene kadar hayatimdan sogudum. bastan sona okumayana darilirim :S

Tuesday, May 26, 2009

sigortalar atarken

Son zamanlarda bir grup bickin hirsizin suc mahali goruntuleri ve mesleklerini ifa anlatimlariyla donen bir sigorta sirketi reklami var. Fikir yaratici, karakterler fenomenize, metin de oldukca nukteci. Kisaca reklam basarili; izletiyor, anlattiriyor, izlettiriyor. Yine bir sure once sirket isminin -cok anlamli olmasa da absurd reklamcilik namina- kelime oyunuyla “Cesur Yurek” kalibina ve temasina giydirildigi bir sigorta sirketi reklami vardi. Orada da alenen hirsizliktan korktugu icin evden cikmakta imtina eden sade (gorunum itibariyla sira disi) vatandaslar vardi. Her iki reklamda da ana tema hirsizlik. Bir de cok uzun yillar once “baba bu evde …. olsa ne olur?” sorusunun farkli versiyonlariyla babasini cileden cikarirken dogal afetlere dikkat ceken bir cocugun yer aldigi meshur sigorta sirketi reklami vardi. Yillar icerisinde sigorta kapsamina giren kaza skalasinda en cok konusulanin dogal afetlerden hirsizliga varisi surecin endise vericiligini dogruluyor.

Oncelikle, dogal afetlerin hepsi aslinda tek basina dogal afet olmayabilir. Sehir planlama prensiplerine uygun bir yapilanma, guvenlik konularini ciddiye alan ve insan hayatina deger veren bir insaatcilik, mimari ve muhendislikle deprem bolgesinde dahi olsaniz sigorta sirketine cok fazla isiniz dusmeyebilir. Yine bolge planlama esaslarina dayali ve dogru uygulanmis bir altyapi-kanalizasyon sistemi ile su baskini da yasamayabilirsiniz. Elektrik kacagi ihtimalini de muhtemelen planli ve kaliteli bir kablolama ve topraklama ile minimuma indirebilirsiniz. En nihayetinde bunlarin hepsi, bir kismi oncesine ait insan faktoru barindirsa da, disaridan dogal afet tetikli kazalar.

Ancak yanlis bilmiyorsam, hirsizlik bir dogal afet degildir. Insan vicdaninin kontrolunde bilincli gerceklestirilen bir eylem olarak toplumsal bir ahlak sorunu, ya da olsa olsa sosyo-ekonomik bir yaradir. Sahsi vicdan bir baska konudur, cunku herkesin kendi hur iradesinde yetistirdigi bir fikri/gorusu vardir ve kimi insan bunu bir anarsi eylemi olarak gorup sempati de duyabilir. Hirsizliktan yakalanan bir insan da kanunlar karsisinda suclu oldugunu bilir, gerekiyorsa cezasini da ceker, ancak kendi dusunce sisteminde yaptiginin yanlis olmadigini dusunup (cocuklarina bakabilmek icin calmasi gibi) vicdanen rahat da hissedebilir. Benim de elbet kendimce bir fikrim var (bu platformun suc kavramiyla sicak temasina dikkatinizi cekerim). Kamu vicdani ise; ortak vicdan olarak hirsizligi toplum dinamiklerine ve sosyo-ekonomik esitsizliklere kadar inip kokunden cozulmesi gereken bir konu olarak ele alir/almalidir. Herhangi bir kurum,kurulus ya da kisinin bu konuyu her zaman var olacak gecerli bir veri olarak kabul etmesi bence kamu vicdanina aykiridir. Hatta yoldan ceviricidir, kokten cozum yoluna girmek yerine by-pass cozumlerle onunla beraber yasamayi telkin etmektedir.

Reklamlarda hirsizligin bu kadar dillendirilmesi bu toplumsal yaranin siradanlastirilmasi ve hiclestirilmesinden baska bir amac gutmuyor kanimca. Ben de biliyorum disarda belanin kol gezdigini ve hirsizligin goz ardi edilemez bir realite oldugunu. Kendimce kisisel onlemler de aliyorum ya da almiyorum–ki evin soyulma sayisi simdilik ikide kaldi. Kisaca kendi tasarrufumda, yasadikca dunyayi algilayisim ve analizimde buna bireysel bir dikkat atfediyorum. Ancak bu kadar –tabii ki para harcamak suretiyle- onlem almam gereken, siradan ve kacinilmaz bir hayat gercegi olarak konusulmasi ve dayatilmasi beni irkiltiyor. Uzerine bir tutam karikaturize mahalle cocuklariyla harli mizah da kattiniz mi gelsin gani gani sigorta primi. “Aynisini Guy Ritchie yapinca kendinden geciyorsun” diyenlere izledigimin neticede bir kurmacadan ibaret ve film icabi oldugunu, ne bileyim aslinda o dunyanin (belki bu blog’un da) ve o dunyada yasananlarin aslinda hic olmadigini dusundugumu filan soyleyerek cevap verebilirim. Burada ise esasen kurgu yok, dayatilan bir gerceklikten bahsediyoruz. Tip endustrisi ve ilac sirketleri elestirisine benzer bicimde – ki eger tum hastaliklar ortadan kalksa bile tip endustrisi bir sekilde insan sagligini daha da iyiye goturmek, belki de insani ucurmak icin mevcudiyetini idame ettirebilir- hirsizlik olmasa ne yapacak bu sigorta sirketleri? Acikca goruluyor ki deprem bolgesinde yer almak, carpik ve kacak yapilasma, cehalet ve rant hastaligi, “hic” ile rezalet arasinda bir altyapinin getirdigi kazalar, kanalizasyon problemleri kisaca dogal ve yari dogal afet cenneti olmak bile yetmiyor, insan eliyle yaratilmis terore de ihtiyac var. Ama bu da yine sigorta sirketlerinin kontrolunde ve belirledigi dozda olabilir. Soyle ki, eger zahiyat buyukse ya da hadiseden tatmin degillerse, gozlerinde hirsizlarla isbirlikci azili bir suclu olmaniz da an meselesi. Sizi ait olmadiginiz bir meslek grubuna terfi ettirmeleri soyle dursun; o pompaladiklari, bir anlamda dogalari geregi destekledikleri ve mesrulastirdiklari meslegin de basat dusmani oluyorlar. Ayrica neye nasil fiyat bictikleri, ziyani ne sekilde tanzim ettikleri de hep supheli. Yazdikca sinirim bozuldugundan ve galiz kufurler etme noktasina geldigimden, duruyorum. Yarindan itibaren en yeni ve carpici kufur dizimle asagidaki adres ve numaradayim.

Sunday, May 24, 2009

yaz rehaveti

gecen sene bu vakitler ne yapiyordum... tam hatirlayamadim simdi. muhtemelen -tipki simdi oldugu gibi- evde pinekliyordum. kanepenin hemen bitisiginde, yerde, gazeteler duruyordu. pazar ekleri okuyucunun ilgisini cekmek uzere tonla enteresan konu barindiran... camlar yine ardina kadar acikti, acaba simdi oldugu gibi, havanin sicakligini kiran tatli bir esinti var miydi? televizyon yine acikti kesin. hafta icerisinde kacirdigim scrubs ve my name is earl bolumlerini bekliyordum. spongebob'tan gecen sene bu vakitler de hoslanmiyordum. belki de -tipki simdi yaptigim gibi- televizyonun sesini kismis, soyle en cizirtilisindan bir plak secmis (gerci o zaman yalnizca bir plagim vardi ve o da bbc tarafindan hazirlanmis robin hood masal anlatimi idi) bir yandan, goz ucuyla ne oldugunu anlamadigim bir programi izlerken ote yandan da elimdeki dergiyi atistiriyordum. demek ki pazar gunlerimi degerlendirme bicimimde esasli bir degisiklik yasanmamis. standard and poor's kredi notumu dusurmez umarim.

algilarima hucum eden onca seyin arasinda, hicbirine ayricalik tanimiyor, hepsinden bir parca aliyorum. belki de boyle yapmaya calisirken (aslinda bir seye calistigim yok, dogal tercihim bu) hic bir seye odaklanamiyorum, ve geriye adam akilli hic bir kazanc kalmiyor. ne bileyim, dikkatimi bir habere odaklasam, o hikayeden pek cok sey cikartabilirim. ornegin, su ceo intiharlarina bir egilsem diyorum. kriz doneminde pek cok dev sirketin ceo'su intihar etti; bedel odemekte yeni bir durum bu. uzerine gitmekte fayda var... (benim calistigim koca sirketin basindaki adam ise muhtemelen intihara bir kala istifa ettigini acikladi.)ya da su hollywood yildizlarinin evlat edinme yarisi da cok ilgimi cekiyor aslinda... madonna'sindan pitt jolly ciftine kim varsa afrika'dan ve asya'nin yoksul ulkelerinden evlat edinme yarisina girdiler. bu su an bir trend. evde beslediginiz sirin kopekler sizi cok sevebilir ancak en akilli cinsinin bile yapabilecegi en radikal eylem, terliklerinizi getirmektir. oysa evlat edineceginiz guzeller guzeli afrikali bir bebek, eger bir aksilik olmazsa ileride size "anne" diyecektir, ki siz eger madonna iseniz, terliginizi ayaginiza gecirmeye can atacak binlerce gonullu bulmaniz hic de zor degildir. oysa annelik :S evet, bu konuyu da desmek, operasyon masasina yatirip kalbini cikarmak, kanini icmek, bagirsaklarini desmek filan isterdim ama iste... artik mevsimlerden yaz.

bundan bir kac hafta sonra universiteler tatile girecek. simdiden tenhalasmaya baslayan sokaklar giderek tenhalasacak ve gunesin kavurdugu temmuz sicaginda kaldirimlarda hic insan kalmayacak. hele haftasonlari... gecen yaz bir babylon alacati donusu ehliyetimi kaptirdigim icin aci bicimde tecrube ettim. temmuz ve agustos aylarinda yalnizca salaklar sehirde kaliyor. yuz bilmem kacinci kez (abartiyorum tabii) big lebowski izlemeye karar vermistim ancak o da ne? evde bir damla kahlua kalmamisti! once bankamatige ugrayip yeterli miktarda para cektim -ki zaten hesabimda ondan fazlasi da yoktu. neyse, icki satan once acik ve aciksa da kahlua satan bir icki dukkani arirken butun aksancak'i tavaf etmis, fakat sokak, cadde ve kocaman meydanlarda cok az sayida insana rastlamistim. ortalik o kadar bostu ki, neredeyse her gordugume selam verip iyi gunler dileyecektim. tipki medeni memleketlerde medeni insanlarin yaptigi gibi... neyse, allah'tan kendimi frenlemeyi basardim :S

yine de, ve inatla, ve hala ve umutla... en sevdigim mevsim hala yaz. moda tasarimcilarin daha agaclar yeni yeni yesillenirken ve biz -henuz- beyaz bacaklarimiza sortlarimizi gecirmemisken sonbahar-kis tasarimlarini sergilemelerine hala sinir oluyorum. birakin da once bi' onumuzdeki sicak gunlerin tadini cikaralim, degil mi?

hadi bakalim, kalkip denize gidelim simdi. i'm walkin' on sunshine..huu hu huuu. bu sarki da bana hep grounded for life'i hatirlatiyor. oradaki anne karakterine de inceden hastayim dogrusu, guzel kadin.

Monday, May 18, 2009

favori gunahim: kibir

Steve Albini ve albume ruhu hissedilir bir somutlukla sirayet etmis Richey dahil Manics'den, bu jurnali gammazlayan biz dahil olmak uzere tum jurnalcilere selam var:





















Manic Street Preachers - All is Vanity (A Journal from Plague Lovers):

Haven't shaved for days
Keeps the appearance of delay
The luxury of one more dye
Pretend humility, the ugly lie
I would prefer no choice
One bread, one milk, one food, that's all
I'm confused, I only want one truth
I really don't mind being lied to

It's not "What's wrong?"
It's "What's right?"
Makes you feel like I'm talking
a foreign language sometimes
It's not "What's wrong?"
It's "What's right?"

It's the facts of life sunshine
It's the facts of life sunshine
It's the facts of life, my sunshine

Tuesday, May 12, 2009

imkanlar dedektifi

Sonrasinda baslayacak uzun ve yorucu road-trip oncesi, tum yolculugun emekcisi ve bas kahramanlarindan Lacho’nun evinde konakliyoruz. Yer Monroe/Lousiana. New Orleans haric Lousiana standartlarinda oldukca “yer alti” ve liberal bir bar olan Enox’a gitmeden once, resimde goruldugu gibi evin arkasi urkutucu sazliklara bakan, suc sinemasina esin kaynagi verandasiyla tumlesik evde bol muzikli, alkollu ve gurultulu birkac saat geciyor. O gece Monroe’nun Enox’u bizdik ya neyse, yine de gormeden olmazdi.

Lacho’nun ogrencilerinden yirmili yaslarda genc yetenek Fred de bize katiliyor. Artik iPod’du, plakti, tasinabilir bilgisayardi, CD idi, DJ savaslari basliyor ve ortaya konan iyi muzik eksenli kulturel kapitalden yedikce yiyoruz. Niyetimiz muzige doymak ve artik sadece kalabaliga karismak ve bir seyler icmek icin Enox’a gitmek. Aslinda biz daha sakiniz, cok da alisik olmadigimiz bir durum yok ama Fred kendinden geciyor. Ayni muzik dilini konusan, paylastiklarinin hedefini buldugu birilerini bulmus olmanin mutlulugunu yasiyor. Kendi anadilinde yapilmis eserleri biz ikinci dunya ulkesinden katilimcilarla paylasabiliyor olmasinin mutlulugu tuhaf gelse de bunda anormal bir sey yok. Kendisi sadece bir baska alter[ed] native. Koordinatlari hakim kulturun disina cikmis bir "modifiye yerli" olmanin ne cografyasi, ne de dili var. Bunun icin anadilinizden farkli dillerde yaratilmis eserlere meyletmeniz gerekmiyor. Kaldi ki bir insanin Ingilizce konusuyor olmasi Sonic Youth dinlemesini, Gus Van Sant filmleri hayrani olmasini veya Amerika’nin dis politikasi hakkinda fikirlerinin bulunmasini, hatta entelektuel bile olmasini garantilemiyor. Ama Fransizlari ayiriyorum. Hakikaten cok kulturlu insanlar, 5 yasindaki cocuk bile Fransizca konusuyor :S

Derken Fred once bilgisayarindan, sonra da yazmis oldugu CD’lerden kendi yaptigi muzikleri bize dinletti. Aklim almadi. Ornegin bir CD verdi, calan sarkiyi Lacho’nun son finalinden onceki gece bunaldigi bir anda kaydetmis. Ben o an basladim kurgulamaya, bunu acaba nerede kaydetmis, enstrumanlari nereden bulmus, hangi software’i kullanmis, ses neden bu kadar net, studyosu mu var, bilgisayari kac megabayt, hafizasi kac inch, islemcisi kac rem. Erdo kardesim o an ne halt yiyordu hatirlamiyorum. Bu detaylarda slalom yapmaktan muzige veremedim kendimi. Cesaret edip sorabildigim tek sey nota bilgisinin olup olmadigi – ki yokmus. Az cok insan tanidik ve kendimizce bir ortalama ve istatistik cikardik; cocuk kesinlikle yetenekli, buna suphe yok. Ayrica yetenegini kesfetmis ve kendini ifade etmenin bir yolunu bulmusken hic tembellik etmiyor ve calisiyor. Ancak hic mi imkansizliga takilmiyor?

Saniyorum en buyuk fark burada. Muhasir medeniyette bir alana heves gosteren, ya da o konuda yetenegi bulunan birey ufak detaylarda vurgun yemiyor ve kelebek omrunden hallice kariyeri baslamadan bitmiyor. Cunku bizde “tesis yok”ken orada var ve bireyin tum yapmasi gereken neye ilgi duydugunu veya hangi konuda iyi oldugunu kesfetmek. Bu topraklarda maddi imkanlari pek parlak olmayan, orta halli bir aileden dogma ornegin bes genc yonetmenlige ilgi duyuyorsa herhalde ucu sinirli olanaklara veya imkansizliga, biri de tembellige takiliyor. Kalan biri de her cografyaya lazim yoktan var eden, basari oykusu efsaneye donusup dilden dile dolasan ve ornek gosterilen, cogunun yapamadigini yapmasiyla (yonetmen olmasa isi gucu birakip otostopla dunya turuna cikan) meshur azimkar genc. Nedense cok kiziyorum bu “yirtici” bireylere zira onlar sayesinde bir takim standartlar yukselemiyor. Cunku “al iste ornegi var”. Tum yapman gereken alt tarafi herseyi kaybetmeyi goze almak, sonuna kadar inatci ve hirsli olmak, dirayet gostermek. Eger o kisi degilseniz ait hissetmediginiz bir meslek grubunda dirsek curutme ve dolayisiyla istemediginiz bir hayati yasama olasiliginiz yuksek. Saglik olsun, ben zaten transandantal yolculugum icabi gecerken ugramistim. Lutfen durdurunuz dunyayi, inecek var.

Monday, May 11, 2009

the day after sunday

misal haftasonu, "alacati ya kacalim" dedik.
caminin onunden ve pazarin icinden gecip yukariya dogru cikarken sagda "ahtapot" tabelasini gordugumuz gibi mekana daliyoruz. kucucuk bir yer, uc veya dort masasi var. sahibi ayni zamanda eskici/antikaci oldugu icin icerideki hemen hersey satilik. tabagimiz, bardagimiz, catalimiz, tuzlugumuz, kullugumuz vs. hepsi orijinal parcalar. aksam sokaga da masa atiyorlar, istersek disari oturduk. canli kydania'ya limonu sIkip indirdik mide'ye. ahtapot inceden saraplanmis sanki, sahane. yavru kalamarlar pamuk gibi... uzerine de mevsim itibariyle barakuda'yi goturduk... arada zeytinyaglilar gelip gidiyor zaten. butun bunlarin yaninda da yesil efe elbette. hayir oyle ucuk bir hesap vermiyoruz. hele ki alacati standartlari ile hic karsilastirmiyoruz.

afiyet olsun.