Wednesday, February 27, 2008

tekinsiz portreler [#1]



Otonom bölge Christiana'yı bir köşeye ayıralım, Danimarka isimli - motherland'i küçük Grönland'ı devasa- kuzey ülkesi ne kadar şaşırtıcı olabilir? Şöyle bir düşününce, aklıma Laurup kardeşler dışında hiç bir şey gelmiyor -du . Soğuk, müreffeh, güvenli ve muhtemelen hayli sıkıcı bir memleket deyip geçme eğilimimin çuvallaması, bana bir kez daha gösterdi ki, peşim hükümlü olmak ve bütün Samanyolu Galaksisi'ni kapsayacak genellemeler yapmak, aslında pek de akıl karı değil.


Palle Sorensen isimli Danimarkalı 1965 senesinde sakin ve büyük ihtimalle yağışlı bir eylül günü, bir banka soygunu düzenledi. Çalıntı bir araba ile kaçmaya çalışırken, kendisini kovalayan (Kopenhag'da görülmemiş macera!) 4 genç polis memurunu öldürdü. O güne kadar modern Danimarka'da muebbet hapse mahkum olan tutuklulardan hiçbirisi 16 yıldan uzun süre cezaevinde kalmamıştı. Devlet 4 polisin katiline öylesine öfke duymuştu ki, Palle önceki rekoru ikiye katladıktan, yani 32 senelik mahpusluktan sonra, ancak 1997'de dışarıya adım atabildi. 'Sorensen Davası'nın 2 orijinal durumu daha var aslında. Birincisi, bu olaydan sonra Danimarka polisi silah taşıma yetkisi edindi. Ve diğeri; kendisi sadece ilgili kanuna karşı değil, aynı zamanda Adalet Bakanlığı'na ve Bütün Danimarka Hükümetine karşı da suç işlemekten yargılandı. Sakin ülkede korku ve dehşet...

Çatışmalı eylemlerde, eylemciler hala ' 4-0 til Palle! Han skød dem alle!' * diyerek slogan atıyor, polisi kışkırtıyorlarmış. Bu tip bir söylemin, AB sınırları dışında, hatta çoğu AB ülkesinde dahi linçle karşılanması, pekala mümkün. Evlerden Iraq .


* Palle adına 4-0! o hepsini vurdu!


Tuesday, February 26, 2008

men of experience and wisdom

Mulatu Astatke... 1 kelime 1 islem yarismasinda bilgisayardan dokulen harflerden gelisine turetilmis uyduruk bir isim degil. Suc ortagimin tesadufen, en az okadar hislerime paralel kenar cekip uzerine daha fazla kelam etmekten kacindigi Jim Jarmusch’un haylazliklarindan Broken Flowers (2005) filminin copcatanliga soyunup, aramizi pek de guzel buldugu Etiyopyali bir muzik duayeni, Mulatu Astatke...


En Bill haliyle Murray (bunu acmaya klavyem yetmez), kucuk rollere dagitilmis ve bu haliyle hem produksiyonla hem kendiyle barisik duran dev kadrosu, hayat yolunun son virajinda somut hakikat arayisi [varligi cok sonra kesfedilen evlat], hedefe sahilden yapilan nostaljik ve heyecanli bir yolculuk, dingin fakat icerimi yoklayan kiskirtici dekorlar, huzurlu-mureffeh kasaba dokusu Broken Flowers’in damagimda biraktigi essiz tadi tasvire yetmiyor. Tamamlayici bir sey daha var, Don Johnston’un (Bill Murray) Afro komsusunun ona yolculugunda eslik etmesi icin verdigi CD’den film boyunca ucusan Yèkèrmo Sèw adli sarki... Bir baska afro-ilah Horace Silver’in sarkisinin seyreltilmis versiyonuymus. Sadece bir kez izledigim filmden bu yana sarkinin melodisini hic unutmadim. Uc yil gecikmeli olarak yakin zamanda film muziklerine ulastigimda, kafamdaki orkestrayla kulagimdaki sarkinin senkronu bu tazeligi tescil etti.

Arkaplan olmus diger muziklerle birlikte soundtrack’in tamami heyecanla beklemeye deger bir bonus track gibi. Ancak 3 sarkiyla hegemonya kuran ve Ethio-Pop/Jazz’in piri sayilan Mulatu Astatke hazretlerinin ogretilerini yakindan tanimak farz oldu. Ethio Ethiopiques, Vol. 4: 1969-1974 albumu mevlevi semazeni gibi don baba donuyor. Tek basina filmin nitel varolusuna tesir eden o malum sarkinin ingilizce adi: A Man of Experience and Wisdom. Kim bu , Bill Murray mi, Mulatu Astatke mi? Kim bilir belki de Bill Murray ve Mulatu Astatke ayni karakterin paralel evrenlerde iki yansimasidir. Bakmayin buruk ve hayat yorgunu "babalik" gorunumlerine. Onlar tecrube ve bilgeligin iki genc delikanlisi...

Sunday, February 24, 2008

willie in the rye

Jarmush sinemasi uzerine soylenebilecek pek cok soz ve sarf edilebilecek tonla lakirdi var. Ne mutlu ki bunlarin hemen hepsi tuketildi. Benim muthis sinematografik gozlemlerim (sabit kamera-tek plan cekim hollywood tarihinde bu kadar basarili kullanilmamistir) ve olmadik satir arasi okumalari ile ortaya cikmama luzum yok. Sinema sektoru ne buyuk, ne limitsiz ki hemen her film, uzerinden birkac sene geçmeden enine boyuna dogranmis, katmanlarina bolunmus oluyor. Ancak bizleri, varolusu multi'den ziyade inter cultural olan - belki de ozunde bir turlu huzur bulamayan- manevi haymatlos'lari derinden yakalayan bir figuru ortaya koymasi ile bu yapimi biraz daha desme firsatimiz, firsatlar dunyasinda zevkle gezinmekten ziyade basbayagi hakkimiz var, arkadas! Aslen bir Macar olan ve gecmis/etnik varligini, Amerikan varligina armagan eden Willie (bu ismi sikca tekrarlamak niyetindeyim), pekala bir alterednative suc ortagi olabilirdi. John Lurie, gel ve aramizdaki yerini al adamim...

Willie pek konusmaz. Cok konusan adami kim sever ki? Sadece hazir yer (tv dinner), sigara icmez, pek muzik dinlemez, guncel argo konusur, kiloca zayiftir. American Futbolu izler. Quarter-back ne is yapar bilir de, Puskas'larin, Czibor'larin, Hidegkuti'lerin adini anmaz. Yetmezmis gibi kadinlari -mesela ozunde kendisine benzeyen Eva'yi- sever de, bir turlu belli edemez. Sahi, hangisi daha de-mode'dir, bohem tiryaki Eva mı yoksa musical suskun Willie mi? Her ne haltsa, varsa yoksa at yarisi oynar bu yoksul adam. Aslinda benim at yarislarina ve gunesli 'bahardan kalma' bir cumartesi, pazartesiden cumaya calisan-isleyen yorgun bedenini, tazeleyeci acik havaya salmak yerine, agzina kadar dolu ve allahin emri duman alti bir ganyan bayine hapsetme cesaretini gosteren kisilere, amcalara ve ozellikle de genc insanlara buyuk saygim var. Ne buyuk bir bosvermislik gosterisi, ne ciddi bir iddiadir at yarisi? Yuru oglum Tokyo Story! Willie'ye donelim efe'm... Saklasa da koken itibari ile Macar (Dogu Avrupali -koylu), beri yandan en az Empire States kadar New Yorker; kumarbaz, avare ve alabildigine cool Willie, olabildikleri ve basarmadiklari ile, ortalama bir entelektuel evladi icin cazibe merkezi değilse, Jimmy bu filmi bosuna cekti demektir. Oyle oldugunu hic sanmiyorum.

Giyim-kusam, hal-tavir olarak bebop cagini cagristiran (caglar cagrisritmak icin degilse ne icindir?) Willie und Eddie ekurisi, filmin cekildigi ve sonlarina kadar varligini hissetmedigimiz it's so 80s'e uymayan 2 kafadardir. Iste size konu filmin blogumuzda agirlanmasi icin ikinci vesile. Sadece koklerinin uzandigi topluma/cemaate degil, ayni zamanda guncel vaziyete karsi da enginlere sigmayip tasan uzaklasma istegi... Bela Lugosi, ulkesindeki burokratik duzene ayak uyduramayan bir sosyalist ve Dracula karakterine hayat veren bir oyuncu idi. Tanidigim (tanimak icin illa bir mazi, yakinlik gerekmez. yeri gelir, ne is yaptigini bilmek de kafi'dir) ikinci Bela ise; topuklari kicina vurarak kactigi ulkesinin adini dahi anmak istemeyen, Macar dilini unutmaya calisan ancak en nihayetinde -artik kaderin cilvesi mi dersiniz- ait oldugu yere donen gecimsiz/uyumsuz/ukala bir adam. Sahsen, her ikisini de cok sevdim. Galiba...Yani...I don't know...Budapest olmaz ama, Cleveland'a mı gitsek, n'apsak?



Wednesday, February 20, 2008

joy divided, madchester united [#2]

Joy Division belgeselinden sonra Peter Hook soylesi icin bizlerle kaldi. Hemen her soruya refleksif bicimde alayci ve sivri bir tavirla vurucu cumlesini yapistirdiktan hemen sonra sorulara guzel guzel aciklik getirdi. En nihayetinde kendisi tarihteki yerinin gayet bilincinde bir rock-star. Ve bu kendini begenmislik ona yakisiyordu. Sorular yillar sonra cayir cayir alev almis Joy Division fenomeni uzerinde yogunlasirken, Peter Hook bunu en yalin haliyle grubun muzigin “fantastik” olusuna bagliyor, ancak sebebini tam olarak kendisinin de bilmedigini soyluyordu.

Peki bizim derdimiz neydi? Hic dolastirmadan, bu cilginligin New Order’in hakkindan biraz yemekte oldugunu dusunuyorduk. Kapanisinda bu belgesel, bazi yerlerinde de 24HPP New Order’a hakettigi payeyi ucundan gosterse de, her uc yapimin da Madchester muzik devriminin bu ilahi yeni duzenini kulak arkasi etmesi sahsen gucume gidiyor. Elbette New Order, Joy Division ruhundan aldigi madeni/mirasi ince islemis bir grup. Fakat basli basina da “ baska bir sey”. Bernard Sumner’i daha on planda gormek gibi bir yani var mesela. Soruyu yonelttigimizde Hook kontra yumrukla baslama adetini bozmayip once “Barnie de kendini oldurseydi, ona da bir film yapilirdi” diye basladi. Kakahayi basan seyirciyi canlandirdiktan sonra, Joy Division’in bambaska bir sey oldugunu, herseyin orda basladigini, ruhunun hala o zamanlarda kaldigini ve Joy Division ile New Order arasinda muzikal anlamda bir fark gormedigini belirtti. Isi ileri goturup iki grup arasinda muzikal acidan kalin bir cizgi oldugunu dusunmekte israr ettigimizi belirtip, traji-ironik “Acaba Curtis olmeseydi New Order sound’uyla tanismaycak miydik?” sorusunu da yonelttik. Anlik cevap yine sıkıydı: “Eh, odemek icin epey yuksek bir bedel!”. Ama devaminda Joy Division muziginin Curtis hakkin rahmetine kavusmasaydi da zamanla mutlaka New Order’a evrilecegini, klavye katiliminin ve devaminin kacinilmaz oldugunu ve dikkat edersek Joy Division’in muziginde bir yerlerde dansin da hep oldugunu ifade etti. Curtis’in olumune engel olamadiklari icin kendilerini aciz hisseden grup elemanlari belli ki halen o zamanlari en sicagi ve deriniyle yasiyorlar, ve ruhlari gercekten orada.. Onlara gore iki olusum da ayni dogru parcasinin iki noktasi kadar yakin.

This is his truth, let me tell you mine... Hem Joy Division, hem New Order, hem de Peter Hook’a gonul vermis koyu bir takipci olmam, bu yapimlara dair hakikatimin farklilik arzetmesine mani olmamali demistim. Sahsima Manchester adina rock ortak paydasi altinda Joy Division ne kadar punk’i temsil ediyorsa, New Order da o kadar dansi temsil ediyor. New Order oncu birlik Kraftwerk tesirinde synthesizer’in katilimiyla Manchester’dan dans muzigin kaderini yazarken zor bir yol seciyordu. O agir kayba ve travmaya karsin "yeni duzen" ezberi bozuyor, mirasin uzerine yatarak devam etmektense deneyerek ve kendini yenileyerek gecirdikleri evrimle muzik tarihinin en buyuk basarilarindan birine imza atiyordu. Hook’un da isaret ettigi uzre, Ian Curtis’i “Blue Monday”i soylerken hayal edebiliyorum. Ama Ian Curtis’li gruptan bir “Temptation” cikmis olacagina da pek ihtimal vermiyorum. Dolayisiyla “New Order Joy Division’in Curtis’siz devami” deyip tumdengelmektense, “Joy Division New Order’in Curtis’li oncesi” deyip tumevarmak benim icin her iki grubu da yuceltme yoludur. Ve anliyorum ki, Joy Division’i temel alan yapimlar izledikce hayiflanip uzuldugum kadar, aslinda New Order’a yaklasiyorum. Hani bir grubun konserine gittikten sonra birkac gun mutemadiyen o grubu dinleme egilimi vardir ya? Ilk iki yapimdan sonra bu gelenegi bozmayip yogun Joy Division yuklemesi yaptim. Lakin bu son yapimdan beri 3 gundur her firsatta New Order dinliyorum.

Suphesiz bu bir refleks... Joy Division ve New Order -“biri yanacak” da olsa- halen “Heart and Soul” kadar ayrilmaz ve yakin... Eh, belli ki uc gunden sonra “Closer”im gelmis...

Sunday, February 17, 2008

joy divided, madchester united [#1]

Henuz nurtopu cagindaki yeni milenyumumuz, simdiden Joy Division’i konu alan en az uc “hit” yapima sahip durumda. 24 Hour Party People (24HPP), Control ve son olarak !F Istanbul kapsaminda izledigimiz Joy Division belgeseli, punk dunyasinin bu fenomenini bize iyice yaklastirdi... O halde yirmi yili askin sure durgun seyrettikten sonra yeniden kesfedilmis ve kabarmis bir cilginliktan bahsedebiliriz. Pesinen soyleyeyim, her uc yapimi da galasinda tuketmis biri olarak bu cilginligin gonullu delisiyim. Ama bu herhangi bir hususu sorunsallastirmayacagim anlamina gelmemeli...

24HPP, donemin basrol oyuncusu ve yakin taniklarindan, Factory Records’un sahibi mahir muzik ustadi Tony Wilson’in gozunden Manchester muzik devriminin retinasi olmayi basarmis sarsici bir yapimdi. Hem aktoru hem hadisesi bol oldukca kapsamli bir doneme isik tutma isini yuklenmis bu yapimda, Tony Wilson’in kurgusal varligi kadar Micheal Winterbottom ismi ve usta yonetmenligi elbette basariya en etken parametrelerden... Film bir tarihi en didaktik bicimde kurgularken Wilson’in onemli uc kahramanina (Ian Curtis, Martin Hannett, Shaun Ryder) ve cevrelerine (Joy Division, Happy Mondays) odaklaniyordu. Yaninda gonulcelenlerin bedava sahne sovlari ve muzik ziyafeti biz gonulverenlere birer mukafatti.

Gectigimiz yil Curtis’in karisi Deborah’in gercege katkisiyla (dileyen rant diyebilir) bu kez sadece Ian Curtis’in son demlerine ve Joy Divison’a odaklanan Control, islevsel baglamda 24HPP’dan bu noktada ayrilirken goz kirpan capraz referanslarla (yeni donem muzik tarihinin onsozunun yazildigi, muzik isyancilarini ayaklandiran, Tony Wilson’in Isa’nin 12 havariyle yedigi “Son Yemek” metaforuna basvurdugu meshur Sex-Pistols konseri, bir baska donum noktasi Curtis-Wilson bulusmasi vb.) ortustugu noktalarda damaklarda muazzam bir lezzet birakiyordu. Ayrica onceleyen yapima ek olarak grubun menajeri Rob Gratten’i, Curtis’in yasak aski Annik’i daha yakindan tanima firsatini da buluyorduk. Grup elemanlarinin genclik replikalarinin konusma tarzlarindan enstrumanlari calis bicimlerine kadar karakterlere cok yonlu adaptasyonu ve canli performanslari ayri bir yonetmen basarisi... Zaten muzik dunyasinin basari kutugune adini platin harflerle cakmis yonetmen Anton Corbijn’in adini zikretmeden filmin bahsini kapatmak olmaz.

Joy Division belgeselini ise herhangi bir sinema izleyicisinin dikkatine mazhar olabilecek kurgusal iki filmle ayni kistasta degerlendirmek yanlis olur. Ama gucunu arastirma ve veri analizi kadar kapsamli bir materyal toplama isinden aldigini soyleyebiliriz. Yeni bir bilginin oldugunu soylemek zor, zira Joy Divison’in kelebek misali omru iki yapimla zaten epey aydinlanmisti. Belgesel basarisinin olmazsa olmaz boyutu katilimci konusmacilar konusunda zaten en ufak bir sorun yok. Eh, o tarihe isik tutmaya bu kadar hevesli donemin diger asil oyunculari olunca bu konuda pek bir sıkıntı yasanmadigi da ortada.

Bizim icin belgeselin en fiyakali yani, filmden sonra sorulara cevap vermek uzere biz izleyicilerle kalan Joy Division ve New Order’in kurucularindan, haliyle tum hikayenin bas kahramanlarindan basci Peter Hook’u gorme sansina ermemizdi. Malum, ilk paragrafta belirttigim gibi bizim de bir derdimiz vardi ve mercilerden birini yakalamisken acmamak olmazdi. Sorduk sorulari, aldik Hooky dogrulari... Ama simdi sizi zorlamayalim, biraz sonraya birakalim...

Saturday, February 16, 2008

Darwin gelsin bizi kurtarsın

Daha ziyade emekliler tarafından icra edilen sabah yürüyüşleri / koşuları uzun zamandır heves edip de yanaşamadığım bir faaliyet. Sabah yerine akşam da olur, mevzu bir yerlerde saklanan o potansiyel enerjiyi karanlık köşelerden çekip çıkartabilmekte. Velhasıl hayatın rutin seyrüseferi içerisinde cereyan eden kimi olağandışı ve beklenmedik gelişmeler insanı başka kararlar almaya, kendine çeki düzen vermeye itebiliyor. Bu tip anlar rotadan şaşmak, hareketsizlik zincirini kırmak ve doğayla barışmak için biçilmiş kaftan. Aslında spor yapmak genç ve çalışan insanlar için yüceltilen "sağlıklı yaşam" mottosunun önemli ve fakat gerçekleşmesi neredeyse imkansız unsuru. 1 saat daha mışıl mışıl uyumak varken, gece boyunca fırın gibi ısınmış yataktan fırlayıp hazırlıksız bünyeyi sabah ayazına vurmak -kısa vadede- rasyonel bir tercih olarak görülemez. Üstelik sürdürülebilir olmaması da ayrı bir handikap. Bir kalktın, iki kalktın, üçüncü sefer şüphesiz yatak daha tatlı gelecek. İlla spor yapılacak ise herhangi bir fitness salonuna kayıt olmak suretiyle maksimum birkaç ay sürecek iş çıkışı koşubandı maceraları yaşanabilir. Fakat hiçbirisi deniz kenarında koşmanın/yürümenin yerini tut(a)maz.

Evvel zaman içerisinde Garanti Factoring reklamında kalantorun biri harika bir göl çevresinde sabah koşusunu tamamlayıp yine o gölün bitişiğindeki evinin (ya da şatosonun) verandasında portakal suyunu yudumlarken iş hayatında ne doğru hamleler yaptığını anlatıyordu. İşte sabah koşusu bu adamın hayat tarzına uygundur. Enerjisini ve neşesini yitirmemeli, yaşlanmamalı, ölmemeli ve önemlisi 24 saat asla yetmemelidir. Kentli çalışan sınıfa yakışan ise bıkkınlık ve uzun mesai saatlerini düşünerek yataktan hiç çıkmama arzusu. Tabii buna teslim olmak zorunda değiliz. Asgari 8-9 saat boyunca monitöre sabitlenmiş gözler ve kamburlaşmış bir sırt ile yaşayan beyazyakalılar (yani çoğumuz) da bir şekilde fiziki varlılıklarını ve bu varlığın gerçek sınırlarını hissedebilirler. Aslında yabancılaşma ilk olarak insanın kendi bedeniyle ilişkisinde başlıyor. Devlet malına zarar verme, şirket çıkarlarını koru, ve bunları yaparken kendini istediğin kadar ihmal edebilirsin. Hani o t-shirt baskısında denildiği gibi something went terribly wrong galiba. Yoksa evrimi yeniden şekillendirmek bizlerin elinde mi? Test edip göreceğiz. Evet, altyapıyı hazırladım ve şimdi aklımı ikna turlarını tamamlıyorum.

Friday, February 15, 2008

johnny the razorhand

18. yuzyil Londra’sinda bir berberin meslegi ve meslek enstrumani vasitasiyla tuyler urpertici seri cinayetlerini konu alan efsanevi Broadway muzikali Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street, nihayet bizim topraklarda da beyaz perdeye nakloluyor ve bugun vizyona giriyor. Tabii tartismasiz olur mu? Soru bombardimani cekimlerden once baslamisti. Tim Burton muzikalin sinemaya transferinde sıkıcılık esigini asar mi? Johnny Depp muzikal oyun basrolu icin uygun bir secim mi (halen Tim Burton’in Johnny Depp secimi spekule edilebiliyor, bravo!)? Sesi nasil? Carter hamili (hem de hamile) yakin kontenjanindan mi katildi, yoksa sesi gercekten muhtesem mi? Broadway muzikalinin bas mimari, eserin sinema versiyonu direniscisi fakat Burton’la direnci kirilan Stephen Sondheim aslinda ortaya cikan isi ve oyuncu secimini begenmemis mi? Cevaplar bu zorlama sorularin sahiplerini tatmin eder mi bilinmez, “unbizarre love triangle” dosta, dusmana ve !F Istanbul’a karsi is basinda.

Wednesday, February 13, 2008

adamın asabını bozmayın!

Genç Türkiyeli izleyicinin favori üç "yabancı film"inden birisi mutlaka Shanwshank Redemption' dır (Esaretin Bedeli). Öyle ki bu film artık kimseye yabancı sayılmaz. Star tv sağolsun bir ara, Hababam serisi misali, ayda bir yayınlıyordu. Yetmezmiş gibi şimdi de aylık bir dergi DVD'sini vermiş. Bir o kalmıştı zaten... Haliyle Tim Robbins de buralarda çok sevilir, şüphe yok. Doğrusu onunki gibi sevimli bir sıfat ve bu sıfatla beraber ve aslında ona rağmen böylesi büyük oyunculuk yeteneği da pek sık rastlanır bir kimya değil. Üstelik olay kamera önüyle sınırlı değil. Sinema iyi güzel de ötesi de takdiri hak ediyor. Timmy -evet biz dostları ona böyle hitap ederiz- uzun süredir Susan Sarandon ile beraber. Hollywood tarihinin belki de en uyumlu çifti onlar. Allah nazardan saklasın. Sosyal haklar savunuculuğundan amnesty international gönüllüğüne, Amerikan iç/dış politikalarını eleştiren tonla iş yapıyor bu ikili. Keep on marching! Tim Robbins'i toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan ve politik konum alan diğer aktör ve sanatçılardan -misal Sean Penn'den- ayıran en önemli şey basitçe, tavır. O her ne yapıyorsa kendisini çevreleyen muhabirler olmadan yapıyor. Alın size Koca Tim'i takdir etmek için başka bir neden.

Garip ama, bu adamın başrolde oynadığı 2007 tarihli -bence hayli başarılı- Noise bizim sinemalarda gösterime girmeden Digiturk ekranına düştü (kafası karışan için acı not: yani beyazperde de izlemek mümkün olmayacak). Ha, gösterime girdi ve ben atladıysam, bu da şahsımın ayıbı olsun. Ahanda plot (spoiler'in ağababası) ; David Owen işinde başarılı bir adamdır ve bir gün tası tarağı toplayıp ailesi ile birlikte NYC'ye göçer (darısı başımıza). Küçük kasabasının mutlu sükunetenin aksine, bu koca şehir alabildiğine ve tahammül edemeyeceği derecede gürültülüdür. David bir süre sonra caddelerdeki siren ve alarm çığlıklarına ve sokakları kaplayan bütün seslere karşı anormal tepkiler vermeye başlar. Otomobil kaputlarını açıp alarm söker, dükkanların cam çerçevelerini indirir vs. Karısının kendisini terk etmesine neden olacak bu davranışlar David'in huzur bulmasının yegane yoludur. Tabii kendisine The Rectifier adını verip Big Apple'a kaybettiği dinginliğini bahşeden super olmayan bir kahramana dönüşümünü anlatacak kadar patavatsız değilim :S Yalnız hazır yeri gelmişken sormadan edemeyeceğim; nedir bu bizdeki gürültü sevdası? Oturduğum ev bir binanın altıncı katında ve tipik bunalımlı bir pazar akşamı caddeden geçen bir arabanın ha patladı ha patlayacak kabinlerinden yırtılan cuppa cuppa ritimleri ile evin camları sallanıyorsa Rectifier ben olmayayım da kimler olsun?

Dikkat edin (ettiniz mi?...tamam.) alarmı çalan bir araba için kimse camlardan dışarı fır-la-maz. Dün -muhtemelen yakınından birisi geçtiği için- viyak viyak öten (tam olarak şöyle: cuuuvviiii cuuvviiii) kırmızı bir Toyota Corolla'nın yanında 2 dakika bekledim. Ne park edildiği apartmandan ne de çevreden onunla ilgilenen oldu. Bu memlekette geri vitese takınca klasik müzik çalan minibüsler var. Okulların kısa ve basit zilleri yerini Beethoven senfonilerinin rezil monofonik versiyonuna bıraktı. Her Pazartesi sabahı 07.30da çocuklar sıra ile istiklal marşını ve "andımız"ı (adı da saçma. Nereden benim andım?) bağırıyor. Camiler günde 5 defa bütün mahalleyi ayağa kaldırıyor. Sıradan bir Pazar günü, karşıdaki boş arsada inşaat ve alt kattaki evde ise tadilat var. En çok da Pazar günü çalışıyorlar. Aynı saatlerde camide sela okunuyor. Aşağıdaki kahve'den maç anlatan Lig Tv spikerinin gergin sesi yükseliyor. Yetmezmiş gibi iki kişi ağız dolusu küfür ederek kavga ediyorlar. Televizyonda Şahan Tiplemesi "Recep Ivedik the Movie" nin fragmanı dönüyor ki bu film başlı başına bir gürültü. Niteliksiz time consuming bir parodi. Hele de şu nitelikli yaşam/zaman takıntısının alıp başını gittiği günümüzde olacak iş değil. Şimdi bir daha soruyorum, Rectifier ben olmayayım da kimler olsun?






Peki ben her blog girdisini bu soru/cevap yöntemi ile sürekleme ayağından ne zaman vaz geçeceğim?

the good, the bad, and the Gudubeth

Londra’daki Buckingham Sarayi'nda Kuzey Irlanda Krali ve Kralicesi’yle birlikte yasayan Britanya Kralligi’nin veliahti Prens Charles (evet, hala prens... god saved the queen!) Galler prensi... Onun karisi Camilla, Cornwall Dusesi, kardesi Andrew, York Duku oluyor. Hani kaleyi icten fethetme taktigine bu krallikta soyunacak ajanin/casusun, eger staji bitirmeye omru yeterse vay haline. Rahmetli eski esi Prenses Diana Galler Prensesi iken, onun kardesi Kont Spencer, Althorp Viskontu idi. Neyse... Kafam karistikca sinirim bozuluyor. Ve konuyu kapatmaya karar veriyorum...

Desem de vazgececegimi sanmayin... Hepinizin kafasinda bu yapiyi netlestirmenin zamani geldi de geciyor. Hiyerarsinin en basinda kralice ari Queen Elizabeth II, “ben sizin ananizim, ben ne dersem o olur” diyor ve kimin nerede hangi unvana atanacagina karar veriyor. Saraya atanabilmek ve unvan kapabilmek, mutlak bir Kraliyet Ailesi uyeligi gerektirmiyor. Soylular sinifi ve aristokrasi uyelerinin, gecmisteki gorkemli basarilarina mukafatan belirlendigi, belli rutbe siralanimiyla yerlestirildigi bir sistem var (peerage). Bu sinifa mensup olmaya hak kazanmis bir aile, soylulugunu nesilden nesile aktarabiliyor. Ama aile yadigari bir sifatiniz yok diye uzulmeyin! Bir de Monarsi’nin siradisi kisilere, ustun basarilarindan oturu layik gordugu, fakat nesilden nesile gecmeyen soyluluk unvanlari var. Ornegin politika tarihinin icraatlariyla gercekten “siradisi” aktrislerinden (!) soyluluga layik gorulmus Margaret Thatcher su an bir Barones. Mirasyedi soylularin duzenlenen bir kanunla koltuk haklari kirpilirken, bu sonradan olma kisiler Lordlar Kamara’sinda direkt koltuk sahibi bile olabiliyor.

Kral ya da prens olmadan gelinebilecek en yuksek mevkii Dukalik. Her dukaligin bir Duk’u olmayabilir. Prens Charles’in mintikasina giren, onun yonettigi duksuz dukaliklar da mevcut. Gelin bu dukaliklari duka-dukacilara goturelim... @€£#™#${#½{. Sonra Markiz var, Kont-Kontes var, Viskont-Viskontez var, Baron- Barones var, o var bu var. Bana mi var? Bayginlik gecirecegim, cok sıkıcı... Aristokrat unvanlari bunlarla bitmiyor; Baronet, Sovalye (Dam’siz alinmiyorlar) diye devam ediyor.

Halbuki kraliyet ailesinin skandallariyla girseydik dersimiz cok daha ilginc olabilirdi. Dirty Harry idi, merhum Diana’ydi... Misal, bir bakin hele, bu Elizabeth II’nin tahta gelisi tam bir seyirlik gumburtu! Simdi Kral George V kovayi tekmeleyip (madem Britanya’dayiz) rahmete kavusunca, bu pasakli Elizabeth’in ayyas amcasi Prens Edward tahta geciyor ve Kral Edward VIII oluyor. Lakin yeni kral ciplak! Iki kez bosanmis Amerika’li Wallis Simpson adli kadinla evlenip once alayina, sonra balayina gitmeye kalkisinca tahttan azlediliyor. Bu sekilde kardesi, yani Elizabeth’in babasi sumuklu Prens Albert kral oluyor (King George VI). Erkek cocuklari olmadigi icin kral 1952’de dunyadan emekliye ayrildiginda, kucuk Elizabeth de kralice oluyor. Bu kucuk Elizabeth’in yas simdi 82... 2 x 41 kere masallah. Annesi de 101’de gocmustu. 101 deyince insanin aklina yas gelmiyor da, anayasa maddesi filan geliyor degil mi? Neyse... Zaten ana kralice, tahta geldiginde kendini Kont Drakula’ya isirtmis diyorlar. 101 yasinda artik kucuk insanlara ayip olmasin diye kacirilip saklandigi, aslinda halen yasadigi soylentiler arasinda. Kizina da gecmis ölümsüzlük kani. Bakalim ona nasil bir kilif bulacaklar. Gozum uzerlerinde! Omrumuz gormeye vefa etmezse, takip etme isi okuyucularimiza mirastir. Alter[ed] Native Kamarasina hallenmek yok ama!

Monday, February 11, 2008

ilahi Thrilla!

1o4 milyonluk satis rakamiyla Guinness'de korumaya alinmis bir dunya rekoru, 12 Grammy adayligindan 8'ini kazanma basarisi, ve daha nice liste basarilari... Muzik alemine mihenk tasi, sinema ve klip endustrisine engin esin kaynagi... Thriller 25. yasini bugun piyasaya surecegi balyoz bir setle kutluyor. Sette mustesna kisilerin ince isciligiyle elden gecirilmis orjinal albume ait tum sarkilar, daha once hic yayinlanmamislar, yeni bir sarki, Kanye West, Quincy Jones, will.i.am, Akon, Paul McCartney, DVD, kitapcik, songul, soner, yeter, imdat var. Ama bir seyi unutmuslar... Genelde son 15 dakikasina yetistigim klibin uzerine giden yeni bir calisma (director's cut, behind the scenes etc.), yahut en azindan daha once VHS olarak yayinlanmis "The making of Thriller"in DVD'ye dijitalize edilmisi hic fena olmazdi, hm?

Saturday, February 9, 2008

beraber ve solo tatlılar

Biyografisini yazacak kadar tanımıyorum onu. Zaten birisini biyografisini yazacak kadar tanısaydım, bu kendim olurdum ve adına da otobiyografi derlerdi... Ergenlik yıllarımın favori grubu Nirvana, Pearl jam ya da başkası değil de Smashing Pumpkins olduysa, müsebbiblerinden biri de o'dur. Tabii soru şu; piyasada tonla guitar hero varken neden James Iha? Hatta Parçalanan Balkabakları bünyesinde, Corgan gibi ikonik bir rock figürünü, Jimmy Chamberlain manyağını (kural: bir davulcu övelecekse, ona manyak denir) ve ex yenge D'arcy gibi bir cazibe merkezini barındırıdırken -bakmayın Billy'nin çocukça suçlamalarına- mülayim James Iha'yı nereden buldum?

Cevabını net olarak veremem. Elbette hayatımın kritik bir döneminde önüme çıkan Nevermind ve Ten yollarında yürümek yerine Siamese Dream'lere dalmayı tercih ettiysem bunda gitaristin de önemli bir rolü vardır. Ancak herşeyi açıklayan delil daha sonra ortaya çıktı, ve sanırım 1999 senesinde elime ulaştı. Dostum James zamanında (zaten şimdi yok) walkman'imi mütemadiyen meşgul eden albümlerden birisi olan Let it Come Down'ı kotardı. Şöhretini ve müzikal kariyerini borçlu olduğu grubundan ayrılan ya da topluluk hayatına mola veren şahsi işler her daim bir parça eksik olmuştur. Aşırı bireyselliğe, sulu melankolizme belki de - bir rock star için fetus haline- teenage öfkesine dönüş sık rastlanan rahatsızlıklar.

Oysa James Iha'nın -galiba çoktan unutulmuş- solo albümü bu handikapları taşımaz. Let It Come Down, bu alemlerin ışıltısını fazla umursamamış (öyle olsa reunion'da yer alır dı, değil mi ama?) , egocentric olmayan, iyi bir müzisyenin mütevazi işçiliğidir. Tiramisu lezzetinde...

Friday, February 8, 2008

bir de gozlerinizi kapatip dinleyin

Ara sira bireyle kemiklesmis ezberleri sallayip, iclerinde eritmis olduklari ve algiya hasret cevherleri ortaya cikarmak gerekiyor. Ama bu bilincli sekilde pek mumkun degil. Daha ziyade o cevherler sizi bos bulundugunuz bir anda kiskivrak yakalayip sarsiyor. Dun televizyondan ezelden beri bildigim lakin sorgulamadigim bir TSM sarkisi, yari-bilinc duzeyinde uykuyla flort eden savunmasiz ezberimi yakaladi:

Bana benden yakin, benden yabanci
Icimde dolasan, gezen biri var


Kahretsin!!! Hayatimda bundan daha sıkı ve vurucu bir kuple duymadim!
Unrest in piiz, Selâhaddin Inal...

Tuesday, February 5, 2008

neyin pesindesin Carla?

21. Yuzyil basi Fransa’si... Tamam mubalagaya gerek yok, yil 2003... Her cumle arasi uc nokta basarak gereksiz bir anlam derinligi yaratmak da yok... Cocuklugu beri ilahi bir askla dinleyip ruhunu besledigi idollerinin etkileyici bir yansimasi, lakin kendi gicir uretimi olarak “Quelqu’un M’a Dit” albumuyle chanson'da yepyeni bir soluk, billur bir ses, Carla Bruni... Ilahlarindan Serge Gainsbourg anisina 2005 tarihli Monsieur Gainsbourg Revisited tribute albumunun kapanis sarkisina (Ces Petits Riens/ Those Little Things) sesiyle hayat verme onuru, ebedi askina karsilik en buyuk mukafat olsa gerek... Belki Carla's Song payesini verdirecek kadar...

Carla’ya kulturel sermayeden payina duseni verdik. Esasen sohret ve spot isiklarina muptela eski top model Carla Bruni’nin kalbini, Kevin Costner’dan Mick Jagger’a uzanan genis ve eklektik bir portfoye muteakiben Sarkozy’nin “burun farkiyla” kazanmasi hic de anormal degil. Yok Sarko nasyonalist, fasist, gocmen karsiti, sosyal devlet dusmaniymis, umpah!.. Bu veriler, yakinda cikacak albumuyle Fransa tarihinin muzik listelerinde yer alacak first “first lady”si olma ve daha nice first'e imza atma sansinin kiskirticiligiyla basedebilir mi? Hem bundan insanlik kazancli bile cikabilir. Sarkozy'nin o kati, kararli ve aman vermez politikaci imaji simdiden zedelenmis durumda. Bu izdivacin, dikkat dagitici ve mesai calici bir unsur olarak Sarkozy’i sendeletmeye artarak devam edecegi ongoruler arasinda. Hem artik ek is olarak menejerlik de var. Madem Carla kendini “maneater” olarak tanimliyor, Sarko’ya bir omur boyu mutluluk dileklerimizle: “Basini da yesin bu Carla!”

Monday, February 4, 2008

this is normal


Orada, dün superbowl vardı. Malum, (American way of) Football'un zirvesi. Şükran gününden sonra en çok yiyecek / içecek tüketilen, yılın en karlı pazar'ı. Yarın ise supertuesday, başkanlık yarışında Cumhuriyetçi ve Demokrat saflarda, öne çıkan adaylar için kritik gün (kalpler Obama ile).

Meksika ve Kanada arasındaki geniş ve bereketli coğrafyada normal olan hiçbir şey yok. Sıkıcı ve sahipsiz pazartesiler dışında...

Sunday, February 3, 2008

neredesin Justine?

Justine Frischmann once Brett Anderson, sonra yillar suren dillere destan askla Damon Albarn’in sevgilisi olunca fan ayarlarimizla oynayip bizim de sevgilimiz sayildi. Yetmedi begeni alicilarimizin ayarlariyla da oynadi, gercek hayattaki fantazma ve beklentilerimizi yokusa surdu. Ayriliklarin gerisinde profesyonel acidan enkaz birakmazken hasari hep o aldi. Sevgilisi ve zamanla gorunumuyle Justine’e oykundugu anlasilan Brett Anderson’la birlikte kurucusu oldugu Suede’den ayrildi. Cunku ilerde efsanelesecek gitarist Bernard Butler’in katilimiyla, varliginin iyiden iyiye hiclestigini hissediyordu. Fakat Suede yoluna hiz kesmeden devam etti. Albarn’a “No Distance Left to Run” sarkisinda agir kanamali bir acik kalp ameliyatini tum ciplakligiyla disavuran ayrilik acisini yazdirirken de esasen geride musiki aleminin her daim yukselen yildizi olacak ve hatri sayilacak muzisyenlerinden birini birakiyordu. Ancak Justine belki de her iki yildizin mutemadiyen tasimak zorunda olduklari maskeleriyle, sohret hukumranliginda yalan dolu hayatlarinda sayili gerceklerden birini de kendiyle birlikte goturuyordu.

Tum bunlari yazarken, muzikal basari ve pariltili hayat kazanimina karsin ona tasi taragi toplatip sirra kadem bastiran tabloid “yenge” ya da “yavuklu” muamelesine katkida bulunmus olmuyor muyuz? O muamele degil mi ki bir hayati yasanmamis sayip, Justine’in kendi grubu Elastica ile cikardigi, muzik piyasasini hallac pamuguna ceviren ve Britanya’nin en hizli satan “debut” albumunu, Oasis’in “Definetely Maybe” rekorunu kirdigi icin sevgiliyle basarili bir stratejik ortaklik olarak isleyen? Ki kendi muziginde, cagirisimlari kemiklesmis iki Brit-Pop figurunun esintileri ve etkilerinden uzak durmayi, bildigi yoldan gitmeyi hakkiyla basarmis oldugu halde... Bu suca ortak olmanin utanciyla Justine’den ozur diliyor, alternative -rock’un bu stil ikonunu sadece “kendi basina” cok ozluyoruz. Pop dunyasi sozde uretim harikalariyla bir benzerini yaratmanin yanina dahi yaklasamazken bir kez daha kani oluyoruz ki; Justine uretilmez, halihazirda varsa da hizla ve acimasizca tuketilir...

Saturday, February 2, 2008

false stuff



"O zamanlar ..... bu bay'a benim Falstaf'ım derdi. Bu, herkesin eğlendiği, para kazanmak için kendisiyle eğlenilmesine göz yuman maskara yaradılışlı adam almanına gelse gerek."

Dostoyevski / Cinler

Friday, February 1, 2008

bikini kill @ beyazıt

Neden ve nasıl olduğunu unutturacak kadar uzun süredir memleket gündeminin üzerine çöken türban meselesi, enine boyuna / pöti karelemesine / baklava dilimlemesine tartışılıyor. Haber bültenlerinde beyanatlarını dinlediğimiz ahkamseverler veya tartışma programlarına katılan söz sahibi kişiler üniversitelerde, (diğer) devlet kurumlarında ve tüm seçkin kitapevlerinde türban (aslında tartışmanın konu başlığında dahi ortaklaşılabilmiş değil. "türban" mı, "başörtüsü" mü?) kullanımının serbest bırakılabilirliği nedir ne değildir izah ediyor, birbirlerini yok yere geriyorlar. Prof sıfatlı (ana)yasa simyagerlerinin gizli formülleri ile ara çözümler aranıyor. Mevcut yasalar gevşetilerek zaten üzerimizdeki kıyafete uymayan batılılışma kemeri bir delik daha gevşetilmek isteniyor. Hülle yoluyla Maleyza üzerinden transfer yapılabilir mi araştırılsın, Fenerbahçe bu metodla bonservis ücreti ödemeden topçu almıştı. Gayriciddi çözüm önerimdir.

Gelgelelim yakınlarda izlediğim bir haber bandında yer alan "nazi sembolleri, sarık, türban, bikini gibi ideolojik ve marjinal kıyafetler..." ifadesi, giderek duyarsızlaştığım kılık kıyafet yönetmeliği tartışmalarına yeniden ilgi duymama vesile oldu ( gerçi ofiste uzun favoriler yüzünden alttan alta laf çarpanlar oluyor ama kesmem arkadaş. gerekirse üzerine peruk takarım da yine kesmem :S ) . Demek Bikini ile üniversiteye girmek kanun namına yasaktı. Kendisini bu iki parçalık giysi ile özdeşleştiren bir ideoloji bulunmadığına göre, bikinin "günahı" ne?




Bana öyle geliyor ki, türban'a sahip çıkan feministler bikini'yi gözardı etmemeliler (-di). Kadın'ın varlığını saklayan, kadın bedeni üzerinde patriarkal kurallarla tahakkum kuran bir biçim -nedensellikten bağımsız olarak, sadece özgür tercih hakkı adına- savunulurken; bikini giyme veyahut örtünmek yerine soyunabilme serbestisi, bir adım daha öteye giderek nudizm, hangi özgürlükçü vicdanın eleğinden sekecek kadar mikroskobik bir detaydır? Siyasi sembollerin gündelik hayat içerisinde kullanımı için verilen mücadele, bir şekilde basit giyim kuşam tercihleri düzlemine çekiliyorsa, açılmak en az kapanmak kadar hak, hukuk, gak guk...

Beyazıt meydanı, bugüne kadar yürürlükteki yasalar sebebiyle tarihi kapıdan içeri alınmayan türbanlı kadınların (muhafazakar jargonla "hanımlar"ın) , onlarla aynı inanca sahip erkeklerin ve islamcı (islamist /"müslüman"...artık her ne ise) gençlerle dayanışan farklı politik toplulukların kitlesel protestolarına pek çok kereler ev sahipliği yaptı. Şimdi siyasi erk yine kendi kitle tabanının beklentileri ve geleneksel yönelimi çerçevesinde bir yasal çalım ile üniversite kapılarını türban + pardösü kombinasyonuna açmak niyetinde. Eyvallah iyi güzel de, bütün bu yeniden tanımlamalar yapılırken bikini hangi akla/amaca hizmet peçe ile eşleştirilip kapı dışarı ediliyor? Neden türban için düzenlenen eylemlere paralel olarak "bikini'ye özgürlük" şiarı yükseltilmiyor?

Aslında hikaye basit; türban, diz altı okul eteğinin yanıbaşında muhafazakar merkeze konumlanırken, bikini (ve kadın vücudu) sokak algısında giderek daha dikkat çekici, kabul görmeyen, ayıplanan bir pozisyona itildi, geçmiş olsun. Mesaj:Sağlığınız için Haşema kullanın. Öte yandan kamusal alanı sokak değil de TRT1 ekranı olarak ele alan tepeden inme modernizasyon ayarcıları için bunun bir önemi yok. Aydın Türk Kadını (ATK) başını örtmediği gibi, zaten bikini de giymez (tek parça mayo ideal). Giyse bile, reklam etmez... Belki de so-called ilericiler ve basbayağı gericiler arasında sanıldığı kadar da fark yoktur. Belki de -olayı hatırlayalım- İstanbul B. Belediyesi 2007 Mayıs ayında billboard'lardan bikini afişlerini indirirken salt kendi heşamadan yana tavrını değil de, bütün geniş(leyen) muhafazakar merkezin hassasiyetini sergilemiş oldu. Belki...