Friday, March 27, 2009

francis’e hicviye…

Zoetrope:All-Story ismini iki yil once tesadufen ogrendigimde epey hayiflanmis, biraz da utanmistim. Zira kendisi Amerika’da 1997 yilindan beri ceyrek yillik periyotlarla yayimlanan, unlu sanatcilarin kisa hikayelerinin de yer aldigi kerameti adindan kelli bir oyku dergisi. Kisa oykulerin yani sira tek kisilik oyunlari da ihtiva ediyor. Genc oyku yazarlarinin onunu acmak ve sesini duyurmak icin Amerikan edebiyat aleminin en afili basili yayinlarindan biri olan Zoetrope: All Story genc oyku yazarlari icin hem bir nevi okul/ekol, hem de ola ki jurinin kum tanesine dahi gecit vermeyen suzgecinden, editoryal kadronun da merhametsiz tirpanindan gecmisse bu alemde isim yapmanin da kestirme tunellerinden biri. Oyle tahmin ediyorum ki eger burada bir oykunuz cikiyorsa, amiyane tabirle “yirtmissinizdir”. Her sayinin dizayni unlu bir sanatci/misafir tasarimcinin marifetli ellerine teslim ediliyor. Yine her sayi yeni oykulerin yani sira mutlaka daha once yayimlanmis ve filme cekilmis bir kisa hikayeyi de barindiriyor. Ornegin Lou Reed’in misafir tasarimciligindaki son sayida Scott Fritzgerald’in filme cekilerek patlama yapan kisa oykusu “The Curious Case of Benjamin Button” var. Elimde derginin mevcudiyetinden haber aldigim an harekete gecmemin sonucu uzak kitada yasayan bir kardesimizin hizli lojistik destegi ile elime gecmis resimdeki “2007 Spring” sayisi var. Bu sayi muzisyen Will Oldham’in dizayn tornasindan cikma olup Woody Allen’in bir kisa oykusunu de barindiriyor. Sahsim adina cok okunabilir oldugunu soyleyemem. Belki edebiyatin fevkalade agdali bir soyutlukla islenen bu kismina cok yakin durmadigimdan, belki kisisel hayal guclerinin damitimi kurgularin iki boyutta ve farkli bir dilde ozumsemenin zorlugundan, belki de okumaya giristigim hikayelerin agirligindan olabilir. Ama filme cekilirse izler, sonra da okumus gibi ahkam kesebilirim :S Oyle ya da boyle elde tutmasi ve rafta bulundurmasi heyecan verici, tasarimi da ic kipirdatan fetis bir matbu nesne…

Yayinin en can alici ozelligi icin kanimca yeni bir paragraf acmak gerekiyor. Her ne kadar absurd kurmacalar ve yazi butunluklerine imza atsak da, bu kez basligin konuyla gercekten bir alakasi var. Derginin kurucusu ve imtiyazli hak sahibi Francis Ford Coppola... Yapim sirketi olan Zoetrope’un bir alt kurulusu da diyebiliriz. Hayranlari Coppolla’yi 97-07 araligini yonetmenlik alaninda kisir gecirmekle ve elini-etegini cekmekle elestiriyor fakat goruyoruz ki ne yapimci olarak, ne de bir “sanatci” olarak hic bos durmamis, en saygin edebiyat dergilerinden birinin de bas mumessili olmus.

Zoetrope:All-Story, her yil kisa oyku yarismalarinin yanisira, bir de kisa oyku yazarlarinin bir araya geldigi bir workshop duzenliyor. Haziran ayindaki bir haftada gerceklesen aktiviteye katilim 25 kisiyle sinirliymis. Bunun mutlaka hatri sayili bir bedeli vardir fakat tam malumat sahibi degilim. Peki workshop nerede mi? Francis Ford Coppola’nin Belize’deki ruyadan calma Blancaneaux Lodge’unda. Evet, Coppola’nin ozellikle Maya medeniyetinin en belirgin kalintilariyla birlikte biraktigi tarihi ve kulturel mirasla antropolog ve arkeologlarin gozbebegi Belize’de dogayla tumlesik, “Blancaneaux Resorts” adinda tatil ve dinlenme kompleksi varmis. Daha detayli bilgi burada mevcut... Bende de komplekse karsi bir kompleks olustu. Su anki “bize ozel teklifler”in arasinda geceligi 900 USD + vergi firsatiyla nasil oluyorsa gecede 500 papel “save” etme imkaniniz varmis. Hakikaten kacmaz. Bu mantikla hic gitmezsek toplamda 1500 dolar gibi bir kar etmis olmamiz gerekiyor. Herkes hemen hesaplarini kontrol etsin, banka kur farkindan gecirebilir! :S



Dedigim gibi, dergiden iki yildir haberdarim fakat ne bu aktiviteler, ne de beraberindeki Coppola’nin mutevazi serveti ve faaliyet alanlarindan bihaberdim. Bununla da bitmiyor… Cok pahali Coppola saraplarinin oldugunu duymustum fakat bir firmanin uretimine sadece isim hakkini sattigini filan saniyordum. Meger tam tesekkullu bir sarap ureticisiymis (rossobianco). Cesitlere, ozelliklere bir bakin hele. “Francis Ford Copolla Presents” markasi altinda topladigi hizmet agi goz kamastirici. Sahibi oldugu ve isletmecigilini yaptigi Cafe Zoetrope da hem yemek, hem de kendi uretimi sarabiyla yeme icme kulturune meydan okuyor. Ne keskin bir ticari zeka, ne rafine bir gusto sahibi gurme, ne eglencenin ve agzinin tadini bilen bir muhteremmis, hayretler icerisindeyim. Biz havadan gelecek parayi yine havaya nasil harcarizi kurgularken (dikkat, ne oncesi ne de sonrasi bir uretim sureci barindirmiyor) kimileri once calisarak bu serveti yapiyor, bu esnada aklina ve ruhuna mukayet olup balatalari siyirmiyor, sonrasinda da surdurulebilir bir eglence ve gelir kaynagi yaratiyor. Hayranliga kapilmamak ne mumkun?


Az oncekiler oldukca medeni ve ihtiyatli bir cercevede sarfedilmis cumlelerdi. Durust olmak gerekirse kendimi artik Copolla’nin yapitlarinin bir musterisi ve dolayisiyla velinimeti olarak degil, onun karsisinda asagilik biri gibi hissediyorum. Ve aldatildigimi dusunuyorum. Sizin benim paramla yaptigi servetle, bize karsilayamayacagimiz bedeller karsiliginda hizmetler sunuyor. Aslinda bizim icin sorun yok, alter[ed] native olarak akreditasyon sahibiyiz, gozlem amacli hepsinden yararlanma sansimiz var ancak sizin icin uzuluyorum :(. Kisaca ne sefa pe..vengi, ne servet dusmani bir adammissin, Ford diyorum. Bir kurusu cebime girmedi, o kadar gittik geldik sarabindan bile icirmedi. Korsana karsiyim, ama Coppola korsanligina evet! Durumu ongorup aylar oncesinden zaten Youth Without Youth’un korsan DVD’sini almistim :S Hem izlemiyor, hem de acilen elden ele dolastirmaya basliyorum…

Wednesday, March 25, 2009

Life Tragic With(out) Sylvia Plath

Kennedy Legacy diye bir sey var degil mi? Eger soyadiniz Kennedy'se ve bir sekilde uzak-yakin bir akrabaniz Amerika Birlesik Devletleri Baskanlik koltugunda oturmus ise, sizi pek parlak bir gelecek beklemiyordur. Kennedy ailesinin uzerindeki kara bulutlar onlarin iradesinden bagimsiz olarak baslarina musallat oldugu ve bu talihsiz olaylar zincirini izah etmek pek de mumkun olmadigi icin, bu gibi durumlarda sigindigimiz bicimi ile, 'kader' olarak niteleyip yalnizca uzulebilecegimiz bir durum. Musallat demisken, bu isimde bir Turk filmi var, izlemeyin.

Ote yandan, ailelere ozgu kotu hikayelerin yegane ornegi Kennedyler olmadigi gibi, tek gerekce de, talihsiz olaylar butununden olusan 'kadersizlik' degil. Bir de kusaktan kusaga aktarilan belki de en amansiz ozellik olan, intihar egilimi var. Misal, Ernest Hemingway'in babasi 1928de kendisini oldurmus. Ernest ise, 1961 baharindaki basarisiz girisiminden sonra ayni yilin yaz aylarinda hayatina son vermis. Iki kardesi ve bir torunu da, soruna Hemingway tarzi ile cozum bulmuslar. Yetmedi mi? O zaman bir de Cobain lere bakalim. 1994'te intihar eden Kurt'un iki amcasi da intihar etmis, ve intihar icin ayni silahi kullanmaslar; tufek.

Elimizde soyle bir veri var; tibbi tedavi gerektiren agir depresyon vak'alarinin yuzde yetmisinin nedeni genetik. "Nereden var?" diye sormayim, okudum iste bir yerlerde. Diger yuzde otuz ise turlu cevresel faktorlerin bir araya gelmesinden olusuyor; piyangoda tek sayiyla buyuk ikramiyeyi kacirmak, karinizin en iyi arkadasinizla kacmasi ya da daha beteri, bu en yakin arkadasin da bir kadin olmasi... En kotusu de Michael Jackson'in cocuk istirmarcisi oldugunu ogrendigimiz gun hissetiklerimiz olsa gerek. O kara gun, sahsen uzun sure yuksek bir koprunun korkuluklari uzerinde beklemis; tipki odysseus'u cagiran deniz kizlari gibi beni hasretle isteyen karanlik sulari izlemis fakat daha sonra Michael Jackson sevgimin on bir yasinda sona erdigini animsayip evin yolunu tutmustum.

Her neyse, derin depresyondaki her bes kisiden biri basarili ya da basarisiz intihar girisiminde bulunuyor. Biz bunlardan yalnizca sohretli olanlari biliyor, kusaktan kusaga aktardiklari bu olumcul egilimlerin gelisimine sahitlik edebiliyoruz. Celebrity intihar zincirine bir yenisi daha eklendi. Sylvia Plath'in oglu Nicholas Hughes de annesinin yolundan gitmeyi secerek 47 yasinda Alaska'daki evinde kendisini asarak yasamina son verdi. R.I.P. Nick

Sylvia Plath 20. yuzyilin en basarili ve suphesiz en -bu kelimenin de ne ise yaradigini bilmiyorum ama- 'tartismali' kadin sairi, kadin edebiyatcilarindan biri... Nicholas'in babasi ve Sylvia'nin kocasi, tipki karisi gibi sair olan Ted Hughes, capkin bir adammis. Sair ebeyenlerden kadin olani da, kocasinin sadakatsizligini ogrendikten sonra ondan ayriliyor, bunalima giriyor, ve subat 1963te londra'daki evinin mutfaginda kendisini gazla zehirlemek suretiyle olduruyor. Girisimine baslamadan once, mutfak kapisinin altini ve gazin evin geri kalanina sizmasina sebep olabilecek butun delikleri iyice kapatiyor, ki iceride uyuyan iki yasindaki kizi Freida ve henuz bir yasindaki oglu Nicholas etkilenmesinler... Son siirlerinden birinde, Sylvia henuz bir bebek olan ogluna su sekilde seslenir;

"O love, how did you get here? O embryo … In you, ruby
The pain you wake to is not yours … You are the one."


Aradan alti sene gectikten sonra (kuvvetli matematigim beni yaniltmiyorsa bu 1969 olmali) Ted'in o tarihte beraber oldugu kadin Assia Wevill da canina kiyiyor. Yalniz o dort yasindaki kizi Shura'yi da kendisiyle beraber goturmeyi tercih ediyor... Ted'in kendisiyle beraber olan kadinlara sans getirmedigini soylemeye gerek kalmamistir sanirim. Feminist cevreler Ted Hughes'u butun bu olumlerden, kadin intiharlarindan kismen ya da butunuyle sorumlu tutarken ellerinde azimsanmayacak bazi sosyal deliller var.



(Fathers and Sons, Hughes and Zissous)

Sair ciftin oglu Nick, hayat hikayesine bakilirsa, siirlerinin pek cogu doga ve doga sevgisi uzerine olan babasinin izinden gitmeyi tercih ediyor. 1991 senesinde Alaska Universitesi'nden doktora kabulu alirken akademik calisma alanini baliklar ve balik davranislari olarak belirliyor. Nick'in babasi Ted, olmeden once Alaska'yi sIklikla ziyaret edermis. Oglunun yerlesmek icin Bati dunyasinin bu en ucra karasal parcasini secmesinde soz konusu ziyaretlerin etkisi buyuk olsa gerek. Ustelik, Ted sair kimliginin yaninda esasli bir balikciymis. Sabahin ilk isiklarindan aksamin kor karanligina kadar arkadaslariyla balik avlayan adamlardan... Oyle ki, Booker odulu sahibi Graham Swift elyazmalarini 100.000pound karsiligi British Library'e sattiginda (ne para ama!), eserlerinin "olta arkadasi" Ted Hughes'unkilerin bitisigine konulmasini istiyor. Beraber olta sallamak boyle bir sey demek ki...

Dogrusu, hobisi balik tutmak olanlara hep ozenmisimdir. Insani ayni anda dinlendiren, konusturan, icki icirten, gevseten, heyecanlandiran ve nihateyinde onun karnini doyuran baska bir mesgale, eglence bicimi oldugunu sanmiyorum. Fakat ne yazik ki, agzinda cengelle sudan cikan ve kovada olumu bekleyen bir canlinin goruntusu hic de ic acici gelmiyor bana. Oysa ayila bayila yemeyi de bilirim. O halde ikiyuzluluk tabloma bir centik atiniz...

Hikayemize donecek olursak, annesini henuz hatirlayamayacak bir yasta kaybeden Nick (hayatinin kimi zamanlarinda Sylvia'nin olumunden Ted'i sorumlu tutmus olsa da), babasini rol model olarak goren ve ona bagliligini, hayranligini hic yitirmeyen bir evlat olarak buyuyor. Nick bundan iki sene oncesine kadar, yerlesik oldugu Fairbanks Alaska'da deniz canlilarinin davranislarini incelemeyi surduren, Fairbanks ahalisi ve universite cevresinde sevilen, saygi goren bir adamken, bilimsel calismalarini bir kenara atip, onceden bir mesgale olarak yuruttugu comlekcilige yoneliyor. Bu sure zarfinda, hatirlamadigi annesinin kalitsal mirasi bir sekilde Nick'i ziyaret etmeye basliyor (olsa gerek). Nitekim 16 Mart 2009 gunu, bir suredir bogustugu depresyondan kurtulamayan Nicholas Hughes, kendini asarak 47 yillik mucadeleye noktayi koyuyor.

Oglunun dogumu, Sylvia Plath icin bir yasama nedeni, kurtaricinin ta kendisiydi;

"this great bluish, glistening boy shot out onto the bed in a wave of tidal water that drenched all four of us to the skin, howling lustily"

Kizi ve ogluna duydugu sevgi, Plath'in yasama tutunmasi icin yeterli olmadi. Sair'in oglu, annesinin olumunun kendi uzerindeki agirligindan kurtulmak icin issiz Alaska'ya gitti, yasam'i incelemeye yoneldi. Ne var ki 47 senelik omru boyunca suren cabasi, dogarken annesinden devraldigi karanliktan kurtulmasina yeterli olmadi. Intihar butun limitlerin otesinde, mumkun olan (belki de olmayan) en kisisel tercih. Ozunde, Plath'in kararindan dolayi Ted Hughes'u suclamak, Nicholas'in intihar nedeni olarak -kalitsal ozellikler ve anne intiharinin travmatik boyutuyla- Plath'i hedef gostermekten cok da farkli degil. Butun bunlar, insanin kendisine ve/veya sosyal periferine karsi kabaca "iyi" ya da "kotu" olmasiyla alakali degil.

Belki de, bir zamanlar William Blake'in soyledigi gibi,

"some are born to sweet delight
some are born to endless night"

Tuesday, March 24, 2009

bir mcNugget’in ic guzelligi: bir kulturel tarama

Doktorlar ve arastirmacilar vucut parcalarini resmetmek icin tomografi cihazlarini duzenli olarak kullaniyorlar. Fakat sonradan bir tip ogrencisi olan Manhattan’li bir sanatci bu tip bir cihazi Bic Mac, iPhone, Barbie gibi kulturel ikonlarin iliklerine kadar inip tuhaf ve bazen de itici imajlar yaratmak icin kullaniyor.

44 yasindaki Satre Stuelke amacinin pop objelerin ve yemeklerin metal, plastik ya da organik muhteviyatina penetrasyon oldugunu ve insanlara bunlarin nasil insaa edildigini dusundurmek istedigini soyluyor. Bir fizikciden farkli olarak, aradigi tam olarak objelerdeki patoloji degil. Fakat bir yandan, yaptigi calisma izleyicilere kulturel objeleri teshis etme ve mesum ya da surpriz detaylarini bulma imkani veriyor. Bir yandan basitce, insanlari yakalayan imajlar yaratmayi amacliyor. Daha once Manhattan Gorsel Sanatlar Okulu’nda profesor olan Stuelke simdi Weill Cornell Medical College’da ucuncu yil tip ogrencisi. 2007’den beri duzinelerce objeyi Weill Cornell’da Biomedikal Tarama Merkezi’ndeki bir tomografi cihazi vasistasiyla tariyor. Merkez tarama zamanini bagisliyor.



Bir obje tarandiginda, cihaz 200-500 arasi goruntu dilimi olusturuyor. Stuelke bu veriyi bilgisayar ortamina aktariyor ve bu program ona farkli alanlara farkli tonlarda renkleri atama imkani taniyor. Stuelke’nin sonuclari kivilcim turuncusu sacli ve uzun beyaz kemikli Barbie, fantastik bir sehri andiran goz kamastirici baglantilari ve devreleriyle iskelet halinde bir iPhone, yari-saydam ve ic mekanizmasi rahatsiz edici bicimde bombayi andiran bir kurmali oyuncak tavsani iceriyor.

Stuelke, yemeklerin tuhaf hallerini resmetmesiyle taninan fotografci Robert Heineken’den esinlenmis. 2007 yilindaki ilk taramada kullandigi nesne TV karsisinda erimis bir yemek. Daha yakin zamanda ise sari susam cekirdekleriyle cevrili ekmegi ve kutusunun birlestigi yerlerdeki sari yapiskan noktalariyla bir Big Mac ve ayni sekilde bir McNugget kutusu. Calismalari http://www.radiologyart.com/ sitesinde yer aliyor.

Elestirmenler bu resimlerin bilindik bir yuksek teknoloji bir lensten daha gorkemli ne sunuyor diye sorabilir, ama Stuelke bu cikarsamaya karsi direnmiyor: “Bazilari sadece guzel. Bir tavuk nugget toplulugunun bu kadar guzel gorunebilecegini kim bilirdi ki?”…



Amanda Schaffer
NY Times, 23 Mart 2009

Saturday, March 21, 2009

okunamayan tarih dergisi #2

ŞEHRİMİZDE KUMAR
21 MART 1909
TANİN 0373


İstanbul ve Beyoğlu taraflarındaki gazino ve kahvehanelerde şu son zamanlarda kumar oyunlarının pek ziyade kesb-i tezâyüd ettiğini haber alıyoruz. Bu âdet-i mekrûhenin Beyoğlu’nda tevessü etmesini pek o kadar fevkalade telâki edemeyiz. Çünkü oraları medeniyet sû-i istimalâtının en mütenevvi ahvâl ve vakâyine cilvegâh olagelmiştir, fakat, İstanbul’da, asırlardan beri sefâhatlerin, bu neviyle henüz televvüs etmeyen âsûde İstanbul’da bu hâlleri görüp kalbi sızlamayacak bir sahib-i hamiyet tasavvur edilemez. Osmanlıların yedi yüz senelik vatanını hâile-i istibdat bir harabezâra çevirmişti; bu gün herkes için çalışmak, lâ yenkati’ çalışarak bu mülkün teâli ve ikbâli için uğraşmak farz-ı ayn olmuşken bilhassa gençlerimizin o muazzez dakikalarını kırâathane köşelerinde kumar oynamakla geçirmeleri pek ziyade şayan-ı teessüftür. İstihbarat-ı mevsûkamıza nazaran en ziyade kumar oynanan mahaller Direklerarası’yla Sultanahmet ve Sirkeci taraflarındaki kırâathanelerdir. Her hâlde bütün bu ahvale bir nihayet verilmesi için Zaptiye Nezareti’nin nazar-ı dikkatini celbederiz.

Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce Bugün
Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı: 183

Friday, March 20, 2009

easy come easy go

su siralar, kocaman bir bosluk hissediyorum. tranquilizer alinca olan cinsten degil de, daha ziyade orta okul yillarinda tanrinin gercekten var olduguna inanip inanmamamin geregini dusundugum gunlerdeki gibi. onceleri bu hissin musebbibi olarak sevmedigim bir is yapma ya da en azindan yapiyor gibi gorunme ve hayatimin duzenini buna gore ayarlama zorunlulugunu goruyordum. benim disimda gelisen ve rock star ya da futbolculugu meslek edinenlerin disinda herkesin basina gelen/gelmek zorunda olan can sikici fakat siradan bir durum, kaderin tuhaf ve bitmek bilmeyen bir cilvesi... istemeseniz de herkes tarafindan tatbik edildigi icin bir sekilde mesru gordugunuz ve kendinizi onunla yasamak mecburiyetinde oldugunuza ikna ettiginiz bir an, bir omur, bir zulum; calismak... ogrencilik de boyleydi. hic bir zaman bilerek ve isteyerek gitmedim okula (kiracagim gunler haric). cevredeki herkes, butun komsu cocuklari, kardesler, abiler ve ablalar okula gidiyordu ve dolayisiyla bunu sorgulamak anlamsizdi.

aslinda butun hikaye o cocuk yaslarda basliyor. hasta ayagina yatip evde kaldigim gunler tv'nin ya da commodore'un karsisina oturdugumda hep bir vicdan azabi hissettim. cunku su an komsuda baba ise, cocuk da okula gitmisti (dolayisiyla guzel komsu teyze yalnizdi ama ben fazla kucuktum! :s). lisede ve universite'de de, rutinin disina cikmak beni icten ice hep rahatsiz etti. gerci universitede bu garip bunalti ile amansiz bir mucadeleye tutusup okulu iki yil uzatmayi basardim fakat hepsi o. sonucunda, ayni yolun yolcusuyuz iste. gidisat da hic hayra alamet degil. bizden onceki kusaklar icin, beyaz yakali islerde yapacaginiz bir kariyer, ailenize daha iyi bir yasam surdurmeyi olanakli kilmanin araciydi. oysa simdi aile kurumu cozuluyor, cocuk yapmak isteyen yok ve bunun sonucunda hayatin merkezini ofis ve ofiste mesgul olduklariniz kapliyor. fill in the blanks with your job n career. sabah ofise gelip pc karsisinda kahvalti yapin, mucadele edin, excel tablolari ile ugrasin, birilerine sinirlenin, telefonla konusun, dedikodu yapin, mesaj yazin, hirslanin, toplantiya girin, belki bir ara terfi alirsiniz. i dont give a shit, mutluysaniz well done.

arinma icin izleme listesi:

1-office space
2-the office (butun sezonlar)
3-google search: office fuck

simdi tyler durden ve adini hatirlayamadigim silik arkadasi moduna girmek istemiyorum ama, aklimdan "calismak zorunda oldugumu" ve bunun hakikaten de zor oldugunu atamiyorum bir turlu. isin kotusu, ne yapmak istedigime dair netlesmis fikirlerim ve birinci bes yillik kalkinma planim da hazir degil henuz. yine de bol bol hayal kuruyorum. su sans topu mudur, super loto mudur, artik hayallerin otesinde bir zirveye ulastiginda benim butun planlarim hazirdi aslinda. ornegin, yelkenli teknemizi kimi yaptiracagimizi, olasi hareket vaktimizi ve rotamizi, ugrayacagimiz kimi limanlari, tekne'de ne icelecegini, ugrak yapilan limanlarda kac gun kalinacagini, nerede eglenilecegini, 2 yil surecek dunya turundan sonrada nerede, nasil ve kimlerle bir yasam surecegimizi hesap etmistik. dogrusunu isterseniz, bu plani aralik ayinda, milli piyango yilbasi cekilisinden once yaptigimiz icin, aradan gecen iki bucuk aylik sure bize hayallerimizi daha da olgunlastirma ve detaylandirma sansi vermisti. sizi temin ederim, memleket sinirlari icerisinde, zengin olmaya kendisini kafaca hazirlamis benim gibi cok az kisi vardi(r). fakat yine olmadi, yine olmadi...

ben de biliyorum, baska bir hayat kurmak icin illa cok paranizin olmasi da gerekmiyor. bir ara usenmeyip arastirmistim; meshur 'uzaklar' -hani o dunyanin cevresinde fink atan- sekiz bucuk metrelik gosterissiz bir tekneymis. osman ve zuhal atasoy, hayallerinin pesinden gitti, okyanusun ortasinda bir cocuk sahibi oldu, turkiye'ye dondu, ve sonunda bosandi. herkesin ozendigini bir ruyayi gerceklestirmek, denizin ortasinda iki kisi var olmak ve sonunda siddetli gecimsizlik nedeniyle bosanmak... e o zaman ne icindi hersey?

sahsen ne yapmak istedigimi bilmiyor ya da derinlerde bir yerlerde biliyor ancak kendime itiraf edemiyor olsam dahi bu hayali gerceklestirenler netice itibari ile sandigimizin daha gerisinde bir yerlerde kaliyorlarsa, o zaman butun o hayalleri ne icin kuruyoruz? belki de butun mesele, icerisinde bulundugum tatminsiz ve huysuz ruh halinden guc aliyor olmamdir.

Belki fena halde cliche ama, bu gitmek mevzusu bir yerde onemli... yerlesik butun baglardan kopup, tanimadigim bir kulturun icerisine atmazsam kendimi, (muspet anlamda) buyuyemeyecekmisim gibi hissediyorum. dunyayi gezmek diyorum size, insan neslini tanimak... bahsettigim kendini daga tasa vurup doganin bagrinda kendini dinlemek degil. kendi turunle, kendi turunun baska baska halleriyle ve dolayisiyla kendinle yuzlesmek. bana kalirsa, boyle bir kopusu ve uzun yolculugun hesaplarini yaparken dikkate alinmasi gereken olasi olumsuz sonuc "gidip de donememek" degil ancak "gidip de gorememek". ya her yer terk edilmisse? ya pozitif anlamlar yukledigimiz butun o yerler ve toplumlar yok olduysa ve bir zamanlar olduklari yerde yalnizca modern yikintilar kaldiysa?

neyse, yarim cumartesi. iki gun boyunca keyif yapabilir, ve kafamdaki sorunlari iki gun boyunca dondurabilirim. en azindan pazar aksami, bizimkiler bitene kadar. spor studyosu basladiginda uyumus oluyorum :s


(fotograflar, california'da riverside county namli terk edilmis bir kasabanin terk edilmis moteline ait)

Thursday, March 19, 2009

sheffield'dan ciktim yola

Daha once 2000lerde rock aleminde kopan retro kiyametine goz kirpmistik. Ne olduysa oldu, The Strokes gitarin telini kirdi ve bilimum rock turlerinin idam cezasini, hepsinin basina post koyarak, muebbete cevirdi. Yeni milenyum dijitlerinde onceki bin yili devirirken, rock muzik tarihinde de yeni bir donemi baslatti. BRMC, White Stripes, Hives, Vines, Raveonettes, Interpol, Rapture, Radio 4 [hakiki bir Public Image Limited fani olan ve basladigi gunden beri ayni tur muzigi yapan gruba belki de daha fazla kredi vermek gerek, ilk albumleri aslinda Strokes’dan da once] falan filan ortalik bir post-punk, garage-rock, disco-punk, NY Wave mezbaasina donuverdi. Kotu mu oldu? Retro muzigin iyisine lafim yok, turev muzigin bir zamanlar hazir yapilmisinin olmasi kulaga soz gecirmiyor. Onu retro yapan muzikalitesi olduguna ve bir de muzigini kalite olcumune tabi tutmak herhalde orijinine de sinkaf olacagina gore; iyiden kastim iyi bir soz yazarligindan fazlasi degil. Ancak retronun fazlasina da yerim yok. Misal; Joy Division’a fazlasiyla oykunen iki grup varsa birini secer, en azindan retro kirlilige kendimce bir cozum getirmis olurum (amerika’da yayin yapan Under The Radar muzik dergisinin sloganina selam: "new solution to the music pollution"). Editors ile Interpol arasinda tabii ki Interpol’u sectim, cunku once o gelmisti… Neyse, iyi soz yazarlari ve yetenekli zatlar cikiyor demistik. Her ne kadar Kate Moss ile birlikteligi ve skandallariyla tabloid basinda sutun kapmaca da oynasa, Libertines’in Carl Barat’tan gayri yari beyni Pete Doherty de onlardan biri. Hem Babyshambles, hem de solo calismasiyla kendini kanitladi ki pirimiz James Dean Bradfield de en yetenekli buldugu soz yazarlari arasina onu ekliyor.

Manchester, Londra, Liverpool, Bristol, Birmingham, Brighton, Leeds, daha aklima gelmeyen ve birer ekol olarak muzige referans olmus sehirler... Eh, cografya Buyuk Britanya Birlesik Kralligi olunca, tum sehirlerinin, dominyonlarin, hatta “commonwealth” bunyesindeki diger ulkelerin de bundan nasibini almasi kacinilmaz, ancak galiba Sheffield’da bir seyler oluyor. Belli bir zaman oncesine kadar Sheffield deyince aklima Full Monty, United ve Wednesday futbol takimlari, belki universitesi, ilgilendigim muzik turu icerisinde de Moloko ve Olive gibi pop/elektronika cenahindan tarzinin altini kalin cizgiyle cizmis, eklektizme katki birkac grup, Jarvis Cocker/Pulp, Stephen Jones/Babybird (kredisi bu paranteze sigmaz, baska bir giris konusu olsun) ve Richard Hawley/Longpigs’den fazlasi gelmiyordu. Ki bunlardan gunumuzun duayenlerinden sayilan Richard Hawley’in Longpigs’i de aslinda 2000lerde Mobile Home albumuyle caka satma araci olarak kullandigimiz fiyakali bir “underdog” gruptu. Iste bu “brand new retro” cagi icinde en cok sukse yapan, her anlamda bunu hakettigini dusundugum Sheffield’li Arctic Monkeys ve on adami Alex Turner da tipki Pete Doherty gibi yeni cagin yetenek abidelerinden. Hatta Franz Ferdinand daha once gelmis olmasina ragmen, iki grup ruhuma fazla geldiginden bendeki yerini onlara birakti. Ayni familyadan oldugumuz icin degil, bu maymunlar gercekten basarili. Arctic Monkeys’in basli basina bir basari hikayesi olan internet uzerinden gelisim ve patlama sureci salt sansla aciklanamazdi ki, Turner’in ispati gecikmedi. Miles Kane ile birlikteligi The Last Shadow Puppets fransiz-vari [albumu fransa’da bir studyoda kaydetmelerinin etkisi midir bilmiyorum], yari senfonik, teatral muzigiyle verilebilecek en siki cevap. ancak Alex Turner da kendinden menkul degil … Galiba degil, baya baya Sheffield’da bir seyler oluyor. Yukarida adi gecen ustalardan kalan sehrin kulturel mirasi ve bayragi dogru cocuklara emanet.


Sehrin yeni haylazlari arasinda lideri Alex Turner’in turlu yaramazliklariyla birlikte Arctic Monkeys ve muzigi pek sarmasa da sekil itibariyle “mod” donemi yansimasi gibi afili gorunen The Long Blondes one cikanlardan. Ancak biraz daha geri planda olup aslinda Alex Turner’in akil hocasi, Sheffield’da yerel bir figur olarak cogu diger gence ilham kaynagi sair, soz ve sarki yazari bir baska genc daha var; Jon McClure. Grubu The Reverend and the Makers elektronik ogeleri ve dans ritmlerini nitelikli, ince ve temiz bir iscilikle elerken ilginc ve farkli olmayi elden birakmayan guzide bir indie rock grubu. Ne Sheffield sehir olarak Manchester, ne Reverend and The Makers grup olarak Happy Mondays, ne bu donem o donem, ne de bu hareket o devrim; fakat orantilarsak Manchester’in Happy Mondays’i gibi sehre ve ona ait “music scene”e cesitlilik katan, kendi janrinda yurumekte de israr eden bir grup. Zaten Arctic Monkeys de iade-i itibara, ilk ciktiklari turneye yanlarina onlari alarak baslamis.

Elebasi Jon McClure provokasyonunda geri-plan cocuklarinin son yaramazligi da oldukca sivri, keskin ve iddiali politik soylemlerle gundemin basina gelen, tevazuya kendini “super group” olarak niteleyerek serh koyan ve bu ayki Roll sayisina da haberi dusen Mongrel. Bomba, birkac muzik turunun fuzyonu seklinde geliyor. Bu “kartel”e Arctic Monkeys biri eski biri guncel olmak uzere iki, Reverend and The Makers McClure ile birlikte iki, Babyshambles da bir oyuncu gondermis. Olusum Londra bazli da olsa goruldugu gibi buyuk yukunu Birlesik Sheffield Cephesi cekiyor. Ancak en can alici eklenti klanin dumeninin basina gecen, kendini Gazze’deki katliami –oralara kadar gidip turne yapacak kadar- protestoya adamis, aktivist Ingiliz hip-hopcu Lowkey. Bu bilinclendirme amacli “movement”in basarisi icin kalbimiz ve kulagimiz kendileriyle. Lowkey der ki: This is for Paletsine, Ramallah, West Bank, Gaza!..

Wednesday, March 18, 2009

abidin dino ' 66 - obi wan 'a long time ago

yapi kredi yayinlari daha once abidin dino'nun 66 dunya kupasi icin (ya da o donemde)hazirladigi kimi cizimleri yayinlamisti. turkiye'de belgesel sinemaciligin onemli isimlerinden omer tuncer bundan cok daha fazlasini yapiyor ve bizi dino'nun, bu sefer yonetmen koltugunda oturdugu "fifa 1996 world cup" belgeseli ile bulusturuyor.



tuncer, belgeselin aktarim surecini su sekilde anlatiyor;

Filmi İngiltere'den ikinci el bir VHS olarak buldum ve getirttim. İlk DVD kopyasının alınmasından sonra aynı şeyi ikinci kez denemeye kalkınca bant bozuldu. Yani paylaşıma açtığım kopya, ilk transfer edilen bu DVD kopya ve ondan alınan XviD'dir.

Bir de birkaç yıl önce Yapı ve Kredi Bankası'nın İstanbul Galatasaray Şubesinde Abidin Dino'nun bu filmle ilgili çalışmalarının sergisinin açıldığını ve bu konuda iki de kitap bastığını anımsatmak doğru olacaktır. Bu kitaplardan biri bu filmin yapılış hikayesini anlatmakta, öteki ise bu film için yapmış olduğu çizim, desen ve taslakları içermektedir


kapakta gorulecegi uzere, iki yonetmenden biri abidin dino. digeri ise ross devenish, ama o kimdir necidir, bilemiyorum... omer tuncer, bu kiymetli gorsel evrak'i kotu bir vhs kopyadan dvd'ye aktarmayi basarmis. asagidaki adres uzerinden kendisiyle iletisime gecebilirsiniz.

http://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/oo/omertuncer.html

ya da dogrudan mail adresleri:

imece@tr.net
otuncer@gmail.com
tunceromer@gmail.com

~

ote yandan dun d n r a girip star wars eski uclemenin box set'ini aldim, 40kusur lira. 'a new hope' u bitirdim, 'the empire strikes back' in ortasinda kanepede uyuyakalmisim, o isin kilici vizildamalari ninni gibi geldi herhalde. uc saat icerisinde 3 kolun koptuguna sahit oldum. ilk olarak, 3cpo'nun kolu, colde kum canlilari ile cebellesirken durduk yere kopuyor. ikinci olarak, han solo ile tanisilan mekanda obi wan, luke'a musallat olan yamugun kolunu kesiyor. empire strikes back in basinda, luke isin kilici vasitasiyla kendisini tavana asan buz canlisinin kolunu govdesinden ayiriyor. ayni bolum icerisinde luke'un kolu da darth vader tarafindan kesiliyordu yanilmiyorsam (uyudugum icin kesin bilgi veremiyorum). etti mi size 4? bugun yarin kaldigim yerden devam eder ve uclemeyi tamamlarim, olu ve yarali sayinin daha da artmasindan endise ediyorum. bir takinti var ama tam anlamadim. george lucas'in bahcesini kazarsaniz oradan yuzlerce kol cikabilir. birisi 911i mi arasa?

Tuesday, March 17, 2009

yakayi basariyla ele vermek*














los angeles'de yayin yapan ABC7 televizyonu sunucusu, haberi tecavuzcunun robot resmi ile birlikte sunuyor. buyuk cesaret mi, yoksa durustluk mu :S bilemedim. burda olsa sahsi once her iki ihtimal icin de tebrik eder, sonra da bizzat polisi arayip ihbar ederdim.

* murat mentes'in "dublorun dilemmasi" kitabindaki basliklardan biri. tecavuzcunun dublorlugunu yapan haber sunucusunun dilemmasi babinda, icerikle de uyuyor hani.

yalniz yine de gunahini almamak lazim :S

Monday, March 16, 2009

kowalski dilemma: dodge vs ford

yeni bir kowalski vak'asi ile karsi karsiyayiz. belki onceki gibi kult payesi ile odullendirilmeyecek ancak hatirlandiginda en azindan 'kiyak filmdi' diye anilacak bir clint eastwood isi. eastwood'un karizmasi seneler icerisinde zerre azalmadi, aksine olgunluk - yonetmenlik doneminde giderek yukselen bir sayginligi var. rol aldigi westernlerin ve dirty harry serisinin azimsanmayacak bir hayran kitlesi olsa da yaslandiktan sonra cektigi filmler, sanki daha incelikli ve ozenli. ilerleyen yasi, onun bu ivmesini bir yerde durduracaktir ama ben ve benim gibi pek coklari o noktada sapkamizi, clint'in anisi onunde saygiyla cikaracagiz.



gran torino'nun kowalski'si tutucu, aksi ve hiriltili (ghhhh gibi bir ses cikartiyor mutemadiyen) bir ihtiyar. huysuz ve fakat hic de sevimli degil. gordugumuz kadari ile biraz irkciligi da var. yalniz eastwood irkcilik hikayesini biraz fazla karikaturize etmis sanki, neredeyse sempatik. kore'de savasmis, omrunu ford fabrikasinda calisarak gecirmis polonya asilli bir amerikali. bir zamanlar kendisi gibi working class beyaz amerikalilarin yasadigi nezih semtinin, "21. yuzyil michigan'inda" :s cesitli etnik kimliklerden ve baska kulturlerden gelen yabancilar tarafindan 'isgal edilmis' olmasindan rahatsiz. bir turlu kurtulamadigi ve epey sadik gorundugu gecmisle / gecmisiyle hemen her an hesaplasiyor. cocuklariyla iletisimi yok. yani ne boyle mutsuz, mesafeli bir babaya ne de onun gibi suratsiz bir komsuya sahip olmak istersiniz. olum ve yasam uzerine bir yaniyla derin, kilisyle ise hollywood sinemasinda bayagi asina oldugumuz problemli bir durusu, azalmis bir inanci var.

kowalski'nin ona dert olan anilari ve filmin finali arasindaki basarili baglantiya girmiyorum -ki size de biraz seyir zevki kalsin... yine de bir diyalog'a deginmeden gecemeyecegim. bitisik evde oturan hmong (bu halk, vietnam savasinda abd'yi desteklemis. abd yenilince onlar da yenilmis sayilmis) ailesinin disa donuk sevimli teenager kizi, kendi ebevenylerinin tutucu, hmong geleneklereni bagli muhafazakar insanlar oldugundan bahseder. kowalski kendisinin de muhafazakar bir adam oldugunu soyler ki, o anda kizimizin cevabi hazirdir "but you are american". hakikaten de ihtiyar kowalski durmadan yahudi esprileri yapan, verandasinda amerikan bayragi asili olan tiplerden. suc ortagimi bu evinin girisine bayrak asan adamlari incelemek uzere texas'a gondermistim ama o texas'ta bir vaha misali yukselen austin'in yolunu tuttu. neyse, peki hmong kizimiz acaba neyi kast etti? "senin muhafazakarligin bizimkinden iyidir"i mi yoksa "biz deplasmandayiz. oysa sen evsahibisin ve bu senin muhafazakarligini avantajli kiliyor" mu demek istedi? belki de her ikisi... neticede bati toplumlari icin -icerisinden gectikleri hizli degisim donemlerini de dusunursek-yeni durumlara adaptasyon daha kolay olabilir.

simdi eski-genc ve yeni-yasli kowalski'ler arasinda bir baglanti kurmaya calisiyorum ama olmuyor bir turlu... bu ikisi birbirine mr.lebowski ve dude'dan belki biraz daha fazla benziyor. bu nedenle isim olayindan fazla kasmiyor ve araba konusuna atliyorum. tanidigimiz, sevdigimiz kowalski 70model bir dodge challenger kullaniyordu. kocaman, guclu ve gurultu bir motora sahip, gercek bir amerikan arabasi. clint'in canlandirdigi kowalski'nin de tutkuyla sevdigi, en az challenger kadar amerikali ve yine en az challenger kadar cekici bir arabasi var; '72 ford gran torino. onundeki muthis paneli ford fabrikasinda kendisinin monte ettigi bir erkek oyuncagi. ustelik filme de adini veren gran torino'nun butun hikaye icerisindeki yeri/onemi/rolu de, tipki ilk kowalski de challenger orneginde oldugu gibi son derece muhim.

cinsimizin bu makinalarin hizli, buyuk ve gurultulu olanlarini makbul saymasinin freudian cozumlemesine temas etmeden gecmek, en az bu freudian benzetmeler kadar ayip olur. eski labour party lideri neil kinnock "mobile phones are the only subject on which men boast about who has got the smallest" demis. cok gecerli olmasa da, lafi gedigine koyan cinsten hos bir vecize. alayci ve zeki ingiliz mizahindan bir demet yasemen... amma ve lakin, amerikan arabalari ile asik atmak icin, bundan daha fazlasina ihtiyaciniz var. dogrusunu soylemek gerekirse, param olsa bir mini cooper alabilirim. bu benim icin hic sorun olmazdi. kalabaliklasan kentlerle beraber gelen trafik ve park yeri sorunlari, pratik surus avantaji, chic tasarim filan derken kucuk otomobiller de gayet cekici. fakat daha da fazla param olursa, mini cooper'in yanina klasik bir amerikan cekmekten de geri durmazdim (garaj arabasi ayagi). baslik karsilastirma yapacakmis izlenimi dogurdu farkindayim ama, buna hic luzum yok. challenger ya da gran torino; her ikisi de sonuna kadar bloody kowalski. bilmiyorum, bu konuda aslinda cake ekibiyle konussaniz daha iyi olur... son yillarda ne yerler ne icerler haberim yok ama zamaninda iki sarkilarindan biri klasik amerikanlar uzerineydi.

Thursday, March 12, 2009

try before you die

kitlesel iletisim araclari turlu basarisiz intihar girisimine araci olmustur. kimi zaten yalandan oldugu icin, kimi motivasyon eksikliginden :S, kimi de oznenin belki samimi duygularla intihar mahaline varip son anda karar degistirmesinden… sov amacli cikip role fazlasiyla kaptirip fikrini degistiren, ya da bir anlik kazaya kurban giden ters falso girisim basarilari da mevcut. Bir de sov amacli hakikaten intihar edenler var. kurulan bir duzenek vasitasiyla cin seddi uzerinden bisikletle ucup sag salim inecegini iddia eden bir merhum vardi mesela. Muhtemelen trajik sonu o da biliyordu, geri kalan 1.5 milyar cinliden spektakuler bir olumle ayrilabilecegini dusundu ve siradan biri gibi yasamaktansa marjinal biri olarak olmeyi tercih etti...

sessiz sedasiz canina kiyip caninin ya da ilahi guclerin kendilerine kiymadigi vakalar az da olsa vaki oluyor. bunlardan bazilari da tarihe geciyor. guardian’in haberine gore dun niagara’nin uc selalesinden biri olan horseshoe’dan atlayarak intihar eden adam tarihte bu atlayistan sag cikan ikinci basarisiz girisimci/basarili survivor olmus. Dahasi bilindik diger orneklerden farkli bicimde o mucizeden sonra dahi uhrevi bir aydinlanma yasamamis, yasama tutunmak soyle dursun kendisini kurtarmaya gelen ekibin yardim girisimlerini geri cevirmis, dondurucu buzlu sularda nehrin aciklarina dogru yuzmus de yuzmus. Fakat otuz dakikalik direnisin ardindan yasama zorla geri dondurulmus. Bence olmeden once bu essiz deneyimi yasamak istedi. Fakat olmedi ve simdi bir essiz deneyim sansi daha oldu. Kendisine inaniyoruz, bu biyonik adam bir sonrakin denemede mucizeye mahal vermeyecek, diyelim onlarca garanti yol kafasina yatmadi, Tuzla’da filika testine girecek ve basariya ulasacaktir.


fotograf: mike di battista

Wednesday, March 11, 2009

olenlerin arasinda...

milliyet gazetesinin internet sitesinde son dakika haberi


















tiklayip haber detaylarina bakmadim.
dikkatimi ceken sey olayin sunulus bicimi.
resmin uzerindeki soru bana kalirsa cirkin, mide bulandirici. 16 kisi hayatini kaybetmis iste. aralarinda turk olup olmadigi neden bu kadar onem tasiyor ki? gercekten, buradaki olasi akrabalarin haberdar olmasi icin mi? suphesiz, hayir. sadece olulerin turk olmasinin bizi onlara daha fazla yaklastiracagini ve metne daha fazla ilgi duyacagimizi dusunuyorlar. hele de "olenlerin arasinda 3 turk var" demek yerine bunu "aralarinda turk var mi?" diyerek soru formatina sokarsaniz, merak katlaniyor. haberi okudugunuzda "aaa 3 de turk varmis" ya da "oohh hic turk yokmus" diyeceksiniz ki bu ikinci olasilik son derece ahlaksiz bir sonuc doguruyor. hayatlar yitmis, derde bakiniz... isin kotusu, gazeteler, televizyonlar bunu kasten, bilerek ve isteyerek yapiyorlar. ustelik yukaridaki karede "turk cocuklari" denilerek milli gaz arttikca artmis.

her felekatin ardindan ayni soru;
-londra'da teror saldirisi, patlama. "olenler arasinda turk var mi?"
-kenya'da ucak dustu. "olenler arasinda turk var mi?"
-filipinler'de tsunami. "olenler arasinda turk var mi?"

olenler arasinda var mi bilmiyorum ama bu akla sasanlar arasinda en azindan bir kac turk var...

Tuesday, March 10, 2009

hayatin anlami siyah-beyazdi

transformers'i tv'de gorur, gorunce de gozlerdim lakin siki bir fani ve takipcisi olmadim. sebebi ortaokul ve ergenlige adim atmis olmakla birlikte (13-14 filan vardim herhalde) kaybolan ilgim olabilir. benim gibi almancilarin, cift dikislerin ve "college reject" lerin girla oldugu bir sinifta okumak ve onlarla akranmis gibi davranmak zorunda kalinca biran evvel buyumek icin herseyi yapardiniz. cocukluga ozgu oldugunu sandigim cizgi filmler de bu fedakarliklardan biridir belki. ama bence asil mesele bu degil. disarda rol yaparken hayatimin arka bahcesinde bu gercegi yasatabilirdim. sonucta sevmedigim misketleri yalandan kapis yapip oynamaya son vermisken, dobi ve kemik misketlerimi yillarca saklamayi basarmistim :S. asil sebep saniyorum ozel tv kanallarina gecis oldu ve galiba cocukluk defterini trt ile kapattim. soguk gelen bir degisimle beraber bir seylerin deforme oldugunu hissediyordum ve yayin anlayisindaki deformasyonun cocuklari gercekten dusunecegine, kaliteli yapimlar yayinlayacagina inancim zayifti. ayrica matah bir sey olsaydi TRT kacirmazdi sanki. hm? nasil laserion'u, voltron'i kacirmamisti? peki onlar iyi olduklari icin mi TRT'deydi, yoksa TRT'de olduklari icin mi iyiydi buna bugun bile cevap veremiyorum. ama hersey cok yabanciydi. richie rich, beverly hills, karate cat, thundercats filan. ezici fransiz ve japon hegemonyasiyla gecen yillardan sonra (iyi ki de oyle gecmis) amerikan cizgi filmlerine bir turlu isinamamistim. transformers da star 1'de oynuyordu ki o da ayri bir hikaye. ilk basta bizim icin "soguk fuzyon" kadar soyut ve akil erdiremedigimiz bir kavram olan star 1 sadece uydu antenli apartmanlarda oturan burjuva cocuklarinin eglencesiydi. basta beni inkar edeni kolay kolay kucaklayamazdim; halka indikten sonra da kuskun olan bendim. bu kuskunluk arasinda transformers da kaynadi galiba.

kacirmis oldugum bu dalgayi yakalamis olan ve fanligi manyakliga vardirmis cok kisinin oldugunu biliyorum. aramizda varsa, tesadufen buldugum bu fotoyu da belki ilgisini ceker dusuncesiyle koyuyorum. aradaki bagi, optimus prime neden kendini walken'in ellerine birakmis ya da walken neden robot isciligine baslamis, aralarinda bir karakter paralelligi mi var, karizmatik autobot lideri optimus prime'in yaraticisi olsa olsa walken gibi bir role-model mi olur, hayatin anlami gercekten bu mudur, ilustrasyonun mesaji nedir pek bilemedim. bu odev de arastirmaya meraklisina kalsin. "hayatin anlami"ni dogru arkaplan uzerine dogru renkle aciklamis, tebrikler. ama ayiptir, fotograf ustune calismaysa da, oldugu gibi cizimse de bari insan asagidaki haliyle olumsuzlestirir. babanin hatlari ve yasi belli olmasin diye fotografi kibrit kutusu boyutuna getirdim yine nafile. yuh olsun havan batsin, transformers fani olmussun ama christopher walken fani olamamissin :S

Monday, March 9, 2009

the shit within

hikayeyi hepimiz biliyoruz, dunyanin patlayayazdigi 68 senesinde yonunu kaybetmis mi desek ya da 'isigini arayan' mi desek, her neyse, bir sekilde mutsuz olan beatles ekibi tasi taragi ve nereden estiyse bir de donovan'i toplayip hindistan'a uzun sayilabilecek bir ziyarete kalkisiyorlar. arayis iyidir, itirazim yok. hele ki bu arayis ruhunun toplumsal olcege tasindigi donemler, bu merakli insanlardan sonra gelecek olan kusaklar uzerinde de ciddi etkiler yaratir. isin garibi, soz konusu arayisci ruhu her zaman belli temellere oturtmak da pek mumkun olmuyor. yeterlinin cok otesinde sohrete, paraya, yetenege ve her ne istiyorlarsa ona sahip beatles uyelerini hindistan yollarina dusuren tatminsizlik ve daha fazlasini istemeye iten sey, sanirim butun diger gerekcelerden ve bilimum mazeretten once can sIkIntIsI olsa gerek. mesela denizden karaya cikmayi akil eden ve ntv tarih dergisine gore mavi-sari renkte olan canli neden suyu terk etmis? simdi gezegenin dar karasal alaninda sIkIsmIs olmak yerine, okyanuslarda fink atsaydik fena mi olurdu?

velhasil, yoga'dir meditasyon'dur bunlar zaten kisitli da olsa bir grup insanin dikkatini cekiyordu ancak dogu felsefesine ilginin patlamasinda ve once hippilerin ("hippi mi olacan lan basimiza?!") sonra da calisan kentli insanin (belki de bu ikisi ayni kisidir) bitmek bilmeyen oryant tutkusunda john, paul ve belmondo'nun payi yadsinamaz. aslinda bu uclu de yan yana fena durmadi. simdi soyle bir garage band kurmak istesem, adini "john, paul n belmondo" koyabilirdim. muzik ve sinema dolu bir cagrisim... agirlikli olarak belmondo, araya biraz beatles kacmis. gayet havali ve sanatsal, degil mi?

~

moby'i severim, sayarim. o da esasli bir arayiscidir. ustune ustluk, cevreciligi ve sean penn'in aksine medyatiklestirmedigi samimi liberter politik durusu ile de takdirimizi kazaniyor. bu sabah moby'nin blog'una bakiyordum, ne gorsem begenirsiniz? upcoming event olarak 4 nisan'daki bir yardim konserinden bahsetmis. ev sahibi david lynch... aralarinda moby, ben harper, eddie vedder, sheryl crow gibi pozisyonundan suphe etmedigimiz isimlerin yaninda, varliklarina ve beraber katilimlarina bir anlam veremedigim mistik hindistan ekibinden paul mccartney, ringo star ve hindistan kankasi donovan da sahneye cikacak sohretler arasinda yerini almis. bos durur muyum? el mahkum, google search yapip olayin aslini astarini ogrendim.



meger david lynch vakfi (ben de zengin olup adima vakif kurmak istiyorum)dunyanin cesitli bolgelerinde yasam mucadelesi veren bir milyon ac, yoksul cocuk icin "change begins within" adinda bir kampanya baslatmis. bu cocuklar, transendental meditasyon sayesinde icerisinde bulunduklari kotu kosullarda varliklarini daha saglikli bir bicimde yurutebilmeleri icin meditasyon ogreneceklermis. what the fuck! iyilestirmek icin mucadele etmekten, onunla yasamayi ogrenmeye... hal ve gidisat gercekten bu kadar umutsuz, bu kadar sifirin altinda olabilir mi? dogrusu, "dunyada harcanan kozmetik giderleri afrika'daki acliga son vermek icin yeterli" cliche'si ortadan kalkana kadar, durum asla o kadar kotu degildir. daha once, alistigimiz tipte, yakici sorunlara dikkat ceken ve iyilestirme ya da durumu idare etme maksadiyla duzenlenen yardim kampanyalarinin ahlaki boyutuna el atmistik. fakat bu seferki vak'a hakikaten bambaska. sanki bizimle kafa buluyorlar... ayar olmamak ne mumkun? bence hepsi donovan'in sucu :s

sevgiyle kalin. peace!

Friday, March 6, 2009

hayata ayar olan adam

Belli duzeyde entelekt sahibi/olmaya ugras veren “modern” insanin ikilemlerinden biri de; ozgur vicdanlarin her turlu secimine uzaktan saygi duyup anlayis gosterirken, bu ogelere maruz kaldigi ya da yasam alanini paylastiginda farkli duygu ve davranislara gark olmasi... Yani etkilesim yalitimini saglayan aradaki jelatin ortadan kalktiginda isin rengi degisebiliyor. Kimi cevreler homofobik, irkci ya da sexist birinin esasen daha durust oldugunu belirterek bunu buyuk bir samimiyetsizlikle sucluyor. Evet, ortaya konan tavir ne kadar kotucul de olsa bunun durustlugunu kutsayan cevrelerin de var oldugu bir garip dunyadayiz. Diger yandan temkinli davranip her konuyla arasina “aristokrat bir mesafe” koyan kisinin gosterdigi notrlugu, demokratik ve anlayisli bir humanizme yoran bir alem... Bu arada pesinen soylemeliyim, aristokrat mesafesine karsi degilim. Cahil bir refleksle cabucak bir taraf tutulmasi, ya da tavir alinmasina tercih ederim. Hatta en guzeli bu: Herseye “olabilir” mesafesiyle yaklasip kendi haline birakmak... Her tartismaya, konuya, farkliliga ya da yaklasima karsi anlayisli olmanin belki de en saglikli yolu, aslinda herseye duyarsiz olmak olabilir mi? Tembellik hem kutsal bir hak, hem de toplumsal catismalarin cozumu adina bariscil bir adim mi yoksa? Peace!

Homofobik biri olmadigimi dusunuyorum. Arkadaslik ettigim ve sosyallestigim cevrelerde denk gelmis oldugum, sinirlari cizili ve dar da olsa ortak yasam alanini paylastigim escinsel tercihleri olan sahislari yargilamadim, karsilarinda rahatsizlik da hissetmedim. Esasen belki de sadece umursamiyordum. Cunku gercekten ortada cok da farkli bir durum oldugunu dusunmuyorum. Benim karsi cinse duydugum ilgi kadar farksiz. Ya da en az o kadar farkli. Who cares? “Edward Said oryantalizmi yazarken oryantalizm yapmiyor muydu?”. Bu da muspet olmayan toplum bilimin bitmeyen senfonik tartismasi. Tercihini hemcinsinden yana kullanmis kisilerle iletisimimi goren biri savunuculari, cektikleri cilenin tercumani oldugumu dusunebilir. Ancak nasil olabilirim ki? Hakikaten onlardan biri olmadigim surece ne kadar sozculuklerini yapabilirim? Kendilerine yoneltilen fasizan bir tavrin (herhangi bir konudaki fasizan bir tavirda olmasi gerektigi gibi) siddetiyle orantili bir direncle karsisinda olurum, ama daha fazlasi olamam. Misal, Brokeback Mountain’i izlemedim ve merak etmiyorum. Tipki varligina ve janrina buyuk saygi duydugum, fakat haz almadigim icin dinlemedigim klasik muzik gibi. Hakikaten, basit ve yuzeysel bicimde “sevmiyorum” demek de ne cok zorlasti. Boyle hassas damarli konularda her an biri sizi asiri muhafazakarlik ve dusmanlikla suclayabilir. Eh, pozitif ayrim icabi belki de daha dikkatli olmak ve ozenli secmek gerek.

Demokratik ve aydin kisinin her konuda es bir duyarlilik gostermesini tenzih ediyorum. Belli bir “subbaculta”ya sempati durumunu da ha keza. Fakat az once temas ettigim ve samimiyetsiz buldugum bir sey var, once bunu acmali... Konu, kisinin kendisiyle arasindaki bagi kurmakta zorlandigim belli bir mucadele alanina adanmislik ve bunu kimliklestirmesi durumu. “Zenci” olmayan biri nasil kendini tamamen kara-derililerin mudafasina adayabilir ve bunun uzerinden bir huviyet kazanabilir? Kurt olmayan birinin kendini salt Kurt mucadelesine adamasi da, Eminem’in sakil ve sahte duran siyah olma ozentisi kadar riyakar geliyor bana. Zenci mahalle arkadaslarinin yasadigi sikintilari icsellestirmis olabilir, ancak “dunyanin en siyah adami” gibi davranmasi, bu yalani yasamasi ve yasatmasi, i-ih... Unlu ve beyaz bir ciftin zenci bir evlat edinmesinin altinda da oryantal bir populizm okuyorum. Veya Sean Pean’in escinsel bir politikaciyi oynamasi... Hadi bu rolu oynayarak guncel aykirilik ve kimlik aracini kullandi, hedef tabana/zumreye de sovunu yapti. Bunun bir adim daha ilerisine gittigi an bir onceki cumlenin sivri elestiri oklarini kanimca haketmis oluyor. Birak propagandayi baskalari yapsin, ustune akademi odullerinde miting sozcusu havasina burunmek neden? Ayrica kendi cinsiyet statusunu “saglama alarak” guzel esinden aldigi o opucukten sonra geldigi kursuden geriye kalan bir oskarlik populizmden baska ne? Mesela hic evlenmemis olsa, orada sevgilisi ya da esi olmasa, cinsel tercihi bunca zaman ornegin Tom Cruise gibi enine boyuna nesterlenmis filan olsa bu filmi cevirebilir, hadi diyelim cevirdi ustune rolu gercek hayata tasiyip bu kadar hararetli bir escinsel haklari savunucusu olabilir miydi? Neyse, bana artik bayginlik veren, icimi daraltan tek tip karakter oyuncusu kalibindan cikabilmek icin gay olmasi gerekiyormus, buna da sukur.

Yazi sivrilirken ne “gider” makbuzunda yaprak, ne de aristokratik bir mesafe kalmadi farkindayim, lakin bu kez boyle... Durup dusunmek, sonra da dusunup durmak icin iyi olur belki. Hem bu aralar ben hayata, hayat bana ayar. Bu bulutu Sundance’da premier’i yapilacak “I Love You Phillip Morris” adli "dramedi" filminden bir kareyle dagitalim, ya da koruyalim. “Star gudumlu bagimsiz film” gayriresmi kategorisiyle yapilmis bu filmde Ewan McGregor ve Jim Carrey iki sevgiliyi oynuyor. Okuyucu yorumlari pek ic acici degil, ancak safi dram, cosku, gaz ve acima hissi pesinde olmayan bu film eminim oyuncularin hayat verdigi karakterlerin film sinirlari icinde kaldigi, daha samimi bir yapimdir, izleyecegim. Egitim ilkel tepkiyi ifade etme bicimini alir, ancak ilk tepki baki kalir. Yakindan tanidiginiz iki figurun bu homoerotik kareyle olumsuzlesmesinden ilk bakista rahatsizsaniz; welcome to homophobia...

Thursday, March 5, 2009

the boy bonita

jesus ve madonna iki bin yil sonra yeniden beraber.













kadin, erkekten 28 yas buyuk.

ve bu seferki iliski bicimi mother n son degil, celeb n "boy toy" .

madonna bunu hep yapti. yaninda kendisinden daha az sohretli bir oyuncagi hic eksik etmedi. asagidaki makalenin yazari stephan king. madonna'nin boy toy'u olmanin nasil birsey oldugunu anlamak icin birebir, belki de su ana kadar okuduklarim icerisinde en begendigim king metni de budur. yazinin devaminda king, birkac sene oncenin sohretli cifti "Bennifer" dan bahsediyor ancak o kismi kesiyorum.

neyse, sene 88. o zamanki oyuncak sean penn...

In 1988 -- I think it was '88 -- my older son asked if I'd take him to the Tyson-Spinks fight. You may remember it; this is the one that lasted roughly five punches and 38 seconds. When we got to the Trump venue where the fight was being held, a functionary whose job it was to collar ''celebs'' steered my son and me toward a room where, he said, we could relax, eat canapés, and meet others of our ilk. Other celebs, in other words.

I don't recall if the guy mentioned privacy as well as canapés, but if he did, the son of a gun lied. The room -- which my son remembers as being the size of a banquet hall -- was full of photographers and those soft-news people who are always more interested in who showed up than they are in what happened. Each time a new celeb made his or her entrance, the paparazzi would school like tuna toward a new feeding ground, yelling ''Oprah!'' or ''Jack!'' (The first thing celebs lose is their last names.) At some point -- around the time I was thinking I ought to get my son out of there, the atmosphere was that lynch-party feverish -- Sean Penn walked in, holding hands with Madonna.

The reporters and paparazzi went nuts. ''Sean!'' they shouted. ''Over here! Madonna! Hey, give us a smile, honey!'' The room seemed to shrink in that flashgun glare, a light that's both brilliant and somehow thin; it's the way you see things when you're suffering a high fever.

Madonna fed on it -- this, at least, is my son's memory. We are both in agreement, however, that Mr. Penn was caught flat-footed. Like me, maybe he had foolishly assumed that ''a place to relax and get away from the crowds'' meant a place of relative privacy.

They made one seemingly endless circuit of the room with the press in full pursuit, Mr. Penn tugging his sweetie by the hand. They passed close to my location, and I got a good look at the expression of horror on Penn's face. It was the face of a young man who's finally beginning to understand what he's gotten himself into.

Wednesday, March 4, 2009

you're ma man ray

oncelikle sunu belirtmeliyim, fotograf sanat midir degil midir tartismasini, en az lise yillari edebiyat derslerinin bitip tukenmez "sanat sanat icin midir, yoksa toplum icin midir?" sorusu kadar yersiz buluyorum. bu konuda hukme varacak ve sizi ikna etmeye calisacak derece bilgili degilim. fakat yine de, duyularimizla algiladigimiz seyleri oznel suzgecinizden gecirip bunu piril piril shaker'imiza attiktan (buz ilavesi sart) ve bardaga yerlestirdikten sonra, bardagin kenarina o kucuk kirmizi sevimli semsiylerden ilistirirseniz, ortaya cikan urune doner bakar, ancak icmeden once bir rengini, kokusunu test ederim. yine de o seyi baskalastirmaniz ve bir sekilde kisisellestirmis olmaniz, onu ilgi cekici kilmis demektir.

fakat bu kokteylin kaderini belirleyecek ve ona kimligini verecek olan en onemli asama, bardagin, kafayi bulmak icin sabirsizlikla bekleyen alkol duskunlerinin onune ciktigi andir. neticede, urun ne kadar orijinal/baska/anlamli vs. olsa da, ona bu sifatlari yapistiracak -ve belki de barmen'in us'unda bulunmayan nitelemeler kazandiracak- olan yine o fazla susamis alkolikler kitlesi olacaktir. kendinizce kendi begenileriniz icin uretip uretmemis olmanizin onemi yok. 2. kisinin gozlerine, duyularina temas etmis bir tropik kokteyl, artik barmen'e ozel veya ona ait degildir.

orijinallik, sanata iliskin oldugu iddiasindaki bir eser icin, onun gercekten boyle tasnif edilip edilemeyecegine dair yargi surecindeki en onemli basliklardan biri. man ray'in fotograflari, mukemmel (teknik acidan kusursuz) degilse bile sonuna kadar orijinal. dadaizm'i oncu ve degerli kilan nitelik de, herseyden once, bitip tukenmez yenilik, yapilmamasi yapmak, yapilmisi bozmak hevesi olsa gerek. degilse bile cok onemli degil. velhasil, man ray icerisinde sayildigi dada akiminin en onemli isimlerinden biri. ve fotografin, salt ani yakalaminin otesinde anlamlar tasiyabileceginin ilk ispatcilarindan...

bana bir martini, shaken not stirred.








Tuesday, March 3, 2009

alterednative ahlakinin elestirisi ve daha ne?

eger yeniden bir secim sansim olsa idi, meslek olarak muhtemelen mimarligi tercih ederim. dogrusu amerikan hava kuvvetlerinde binbasiyken astronotluga gecince de fena prim almadim ve halime sukrediyorum ama, yine de mimarlik benim icin bir baska. neticede, kimi zaman kacmak istedigimiz kentler bizim oyun alanimiz, suc mahalimiz ve onlari oyle ya da boyle seviyoruz. ustune ustluk bina dediginiz (eger rio'daki o kocaman isa heykelini siz yapmadiysaniz), kentlerin icerisine kondurulabilecek ve onun belki de yeniden tanimlanmasina katki saglayabilecek, en onemli ve anitsal imza tipi. gerci, milyonlarca insanin yasadigi bir yerlesimin tepesine atom bombasi atarsaniz daha buyuk bir etkiniz olur ancak yapmasaniz daha iyi.

~

bir seyi tanimlarken basina modern sifatini yapistirirsaniz, ifade etmek istediginiz durum icin modern'in dogrudan kelime karsiligi olan cagdasligin yaninda, buyuk ihtimalle muspet ve muspet olmasi nedeniyle onaylanacak bir cagrisim pesindesiniz demektir. mesela, modern talking :S

butun o makinalasma, endustriyellesme, cagdas kapitalizmin olumlu ve olumsuz sonuclari; kadin erkek iliskilerinin guncel durumu, arap (sultan) sermayesi, afrika, girls of the playboy mansion, bati manhattan ve gossip girl, birlesmis milletler, guncel sanatlar, yildirim demiroren, kalkan ve dusen ucaklar, paris moda haftasi... benzemez ve/veya baglantisiz gorunen bu kisi/kavram/mekan larin tamami modernitenin bizi sundugu seyler (sey burada bayagi bir felsefi anlamda, kelime bulamadigimdan degil yani. hegel'de megel de var bu). yasadigimiz dunyayi anlamak, tarihin herhangi bir doneminde oldugundan cok daha zor. ornegin antik yunan toplumunu anlamak ne kadar zor olabilir ki? yurttaslar ve koleler var iste, ve galiba bir de filozoflar. butun gun makara tukara...sarapti tiyatroydu derken gocup gitmis iste. gel gor ki 21inci yuzyil dunyasinda manhattan ve mashattan adinda iki farkli yerlesim var. ustelik imitasyon olaninindaki konut fiyatlari ilki kadar yuksek! ne yapalim simdi?



neticede, yasadigimiz hayati ne kadar kurcalasak da icerisinden cekip cikardiklarimiz ve uzerine eklemek istediklerimiz, olumlu ve umut vaadedenler oluyor. alterednative'in daha ziyade kendisini nesenlendiren, heveslendiren, suc ortaklarinin begenilerini oksayan son derece elegant ve aristokrat bir tarzi var. oyle degil tabii, fakat yine de butun serh ve "gider"lerimize ragmen, kumulatif bakkal hesabinda, modern durumu seviyoruz. utanmali miyiz? bu biraz da nereden baktiginiza bagli. ben galiba asagi yukari surada bir yerlerdeyim;

here comes your bedtime story: mum & dad have sentenced you to life.
don't think twice; it's the only reason i'm alive.
i feel alright as long as i don't forget to breathe.
breathe in, breathe in, breathe out.
look at all these buildings & houses
i love my life. i love my life.



pekala, yaptigimiz iki yuzluluk mu? yani olan bitene bir yandan olabildigince elestirel yaklasmak fakay ote yandan, guzel olanin cekimine neredeyse geri kalan onca kotucullugu gormezden gelip aymazca sarilmak... dikkatinizi cekerim, max weber protesten ahlaki ve kapitalizmin ruhu'nda bizimkini benzer bir durumu isaret etmemis miydi? etmis olabilir, etmediyse de cok uzulmem acikcasi. ben okumadim o kitabi.


aslinda mimarlik ve modern kavramlarina soyle bir dalip, modern mimarinin onculerinden Le Corbusier hakkinda yazacaktim ama konu dagildi gitti. bu saatten sonra da toparlanmaz artik. demek hakikaten, modern life is rubbish.

Monday, March 2, 2009

infazli yargi

Can Dundar "bebek davasi"na (Ayhan Aydan'dan olma gayrimesru cocugu bashekim Fahri Atabey araciligiyla dogum esnasinda oldurmeye azmettirmek iddiasi) yeni neslin vakif olmadigini dusunup dosyayi Milliyet Pazar'da yeniden acmis. Asagida da Yassiada mahkemelerinde Bassavci Yardimcisi Fahrettin Ozturk'un okumus oldugu savcilik iddianamesinden bir bolum (19 Kasim 1960):

Menderes 1948’de Ayhan Alnar isminde evli bir kadınla tanışmış ve kendi tabiri ile ‘bir arkadaş gibi’ samimiyet tesisine muvaffak olmuştur. 1950’de nüfuzunu bu kadını elde etmek pahasına harcayarak, 1951’de kocası Ferit Alnar’dan boşanmasını sağlamış ve kendisine metres ittihaz eylemiştir.” (...) Adını halis Müslüman çıkaran bu Başvekilin, evli iken ve yetişkin çocukları varken, sanatkar diye koruması ve hatta saygı duyması gereken bir evli kadınla yıllar yılı zina etmesi ve bu yetmiyormuş gibi, başka evli kadınları, hem de devletin mühim mevkilerinde vazifeli şahısların karılarını metres tutması yakışır mı?

Dahası var; Menderes birçok kereler, abdest almaya bile vakit bulmadan, bu metreslerinden birinin yatağından çıkar çıkmaz Eyüp Sultan’a ziyarete gittiği, hem de kadir gecesi cemaatin arasında görünmeyi tasarladığı artık herkesçe bilinen gerçeklerdendir.

Nihayet, devletin gizli evraklarının saklandığı bir kasaya ‘Tarihi hatıraları muhtevidir’ yaftası yapıştırıp içinde, her biri bir günahın delili sayılabilecek mahiyette kadın çamaşırları, müstehcen resimler saklanmasının hangi ruhi sapıklığın eseri bulunduğunu belirtmekten haya duymaktayız. Bir saat önce metresinin yatağından kalkan ve şakakları viski terleyen sarhoş bir adam, karşımıza geçip de ‘Bu mübarek günde oruçlu ağzımla sizi mi kandıracağım’ gibi laflar etmeye, göz boyamaya kalkışırsa, artık bu sahtekarlığının yüzüne vurulması farz oldu demektir. Bu dava adi bir cinayet davası şeklinde görülebilir. Ancak bu mahiyeti ile beraber yarınki nesillerin ders alacağı bir ibret levhası arzettiğine de şüphemiz yoktur.



Vay canina... Fevkalade soktayim. Yakin tarihimizde neler olmus yahu? Aklima durgunluk, fikrime inme geldi. "Kasadan cikan kadin ic camasiri" hadisesi ve benzer sefa/uckur iddialariyla ilgili malumatim vardi da, TC tarihinde toplumsal, ekonomik ve siyasal anlamda en cok zarari "tesis etmis" politikacilardan biri de olsa bir basvekilin kamuoyu onunde bu kadar kucuk dusurulmus, bu kadar ayaklar altina alinmis olmasina pes dogrusu. Nasil bir hastalikli yasama, yarim-akil yurutme ve infazli yargi? Aile, namus, din hangi damari arasan var. Dini istismar ettigi soylenen adam oyle bir minvalde yargilaniyor ki sanki dinle devlet isleri tekrar birlesmis. Sankisi yok, birlesmis iste. Hos dusmani kendi silahiyla vurmayi mubah sayan psikozlu zihinler de var ya neyse; hicbir bilimsel dayanagi ve ortak vicdan kalintisi olmayan bu iddianame mahkemede nasil okunabilmis, nerelerde yasamisiz? Sahiden what the fuck yahu, alin su dosyayi onumden!