Sunday, September 13, 2009

mahallede bir tuhaflık var ama...

Cuma akşamı, dışarı çıkmak gibi bir niyetimiz yoktu. Olsaydı da o deli dolu havada, sağanak yağmurun altında, selin götürdüğü sokaklarda gezmektense oturup film izlemek çok daha kanepe uyumlusu bir tercihti. biz de ne kendimizi yormak, ne de kanepemizi üzmek istedik... Harici bellek LCD tv'ye bağlandı (aslında sanırım bellek-laptop-tv zinciri var) ve geriye geniş arşivde detaylı bir eleme yapmak kaldı. Üç kişilik seçiçi kurulumuzun dae eleğinden geçip finale kalan iki film'den In Brugge 7-7-7, Ghostbusters ise 10-10-0 alınca, rakibini bir puan ile geçen Avrupalı'yı izlemeye başladık. Ne var ki Ghostbusters'a sıfır veren juri üyesi olay mahalini erken terk etmek zorunda kaldı, ve geriye kalan ikili (yani 10ların sahipleri) hiç düşünmeden filmi değiştirdiler. Shame on us? Bundan pek emin değilim... İtiraf etmek gerekirse, keyfim gerçekten yerindeyse ve güçlükle yakaladığım dengemi bozmak istemiyorsam back to the future (bütün seri), ghostbusters, ya da -ne bileyim- starship troopers (birincisi ama, sinema salonunda 3 defa izlemiştim) gibi ezbere bildiğim ama izlemekten asla sıkılmadığım filmleri tercih ederim. Hatta konusu olmayan müzikal Grease'in enerjisine bence başka bir yerde rastlamanız mümkün değil. Bilimadamları eğer gerçekten alternatif enerji türleri üzerinde çalışıyorlarsa, bu filmi ıskalamaları tarihi bir hata olur. Üstelik, her tekrar arasında en aşağı 6 ay var ve ben bu yapımları her izlediğimde yeni bir şeyler bulabiliyorum. Örneğin, hayalet avcıları 25 sene önce çekilmiş bir film. 25 sene önce Bill Murray Karma'dan bahsediyor, bir partide somon füme yeniyor ve yaygın olarak vitamin hapları kullanılıyor. İşte size gözlem; çeyrek asır önce Kuzey Amerika'da yerleşik kavramlar ve alışkanlıklar, bizde görece taze. Karma'yı Tarkan ile tanıdık ve artan somon füme tüketimimizi -çok da evvelden tanışmadığımız- IKEA'ya borçluyuz... Her neyse, yukarıda saydıklarımı onlarca kez izledim, ve öyle görünüyor ki bu bağımlılık ömrüm boyunca sürecek. Özellikle, inandırıcı gerekçeler bulmama lüzum yok. The Office'in 99. bölümünde YMCA eşliğinde dans ederken söyledikleri gibi, I like cheesy stuff...

Cumartesi gecesini ise -son derece moral bozucu ve şimdi adını anmak istemediğim bir olayın yılgınlığı ile- televizyona ayırdım. Herhalde bu işe en çok kanepe sevinmiştir. Gecenin kör saatinde, 3gibi filan, cnbc-e yeni sezon dizilerinden Merlin başladı. İlk izlenim: Herkul ve Zeyna'nın hallicesi, updated hali... Henüz bölümün başlarında, cadının biri sihirli sözler eşliğinde kendini ışınladı ya da toz etti. Burada dikkatimi çeken -ve çaktırmadan sizi de yönlerdiğim yer- kullanılan efektlerin dandik bir dizide dahi son derece gerçekçi olması. Merlin güncel bir dizi ve bir önceki gece izlediğim Ghostbusters ile kıyaslandığında efektler açısından çok daha başarılı (elbette böyle bir kıyaslama eski olana haksızlık). Bana kalırsa artık yeni bir sorunumuz var. Gelişen teknoloji, sinemada ve görsel iletişimde kullanılan efektleri neredeyse gerçek hayat seviyesine çekti. Yani artık simülasyon ile hakikati ayırmak neredeyse imkansız. Fakat bu yakınlaşma, sanal ve gerçek olanın arasındaki sınırın giderek flulaşıyor olması, aslında kimseyi etkilemiyor, şaşırtmıyor. Hayalet Avcılarını ilk kez izlediğimde yoğun heyecan ve kontrol edemediğim hayret duygularından ağzım kulaklarıma varmıştır. Oysa şimdi teknik olarak çok daha hayret verici şeylere şahitlik etmemize rağmen bizleri şaşırtan olayların sayısı çok daha az. Ya teknik ilerleme bizim doyum eşiğimizi aştı (şımarma), ya da bize sunulana artık onun alameti farikasını anlayamayacak kadar yabancılaştık (aptallaşma). Luke Wilson'lı Ideocracy'i seyretmenizi öneririm. Film sonlarına doğru sıkıcı bir hal alıyor fakat (iyice) tembelleşmiş ve (daha da) aptallaşmış torunlarımız ile tanıştırıldığımız ilk 30-40 dakikası hiç de fena değil. çevremizde dönen dünyaya giderek yabancılaşıyoruz ve bu durumla neredeyse hiç sorunumuz yok. Hay'ra alamet değil.

Katı olan herşey...Jöleleşiyor

2000li yıllarından ilkinde, Paris'te bir atari salonunda, benden yaşça ufak, liseli bir veletle maç yapmıştık. Çocuk Ermenistan'ı aldı ben de Türkiye'yi seçtim. Bugünümüzün bir provası olarak gayet dostça geçen mücadele, uzatmalarda gelen bir karambol golü nedeniyle 1-0 Ermenistan galibiyeti ile sona erdi. Doğrusu maçı kazanabilirdim fakat rakibim alengerli makinada benden daha tecrübeliydi. Hatırladığım kadarı ile, oyuncuyu yönlendirmek için bir kol ve ayağınızın altında bir toptan başka kumanda aparatı yoktu. Topa vuruş hızınız ve istikametine göre pas veriyor ya da şut çekiyordunuz. Yani size yerinizden kıpırdamadan topa vurma olanağı sağlayan, neredeyse sokakta futbol oynuyormuş hissi veren bir oyundu bu. Bugünlerde facebook'ta yeni ve kontrolleri ile çok daha gerçekçi bir oyun konsolu olan Xbox bilmemne nin promo videoları paylaşılıyor. Elinizde özel bir pad ya da kumanda olmadan ekrandaki nesneleri hareket ettirebiliyorsunuz. Sanki gerçekten bir eliniz varmış gibi! Bu işin sonu nereye varacak, merak ediyorum... Yakında bize birer insan olduğumuz ve bir insanın yeteneklerine sahipmişiz sanrısını verecek aletlerle de tanışabiliriz.

No comments: