Wednesday, November 12, 2008
fin de siecle
Bugunku ikinci orijinal repligimi patlatiyorum; vedalardan hoslanmam :s
kisaca, adieu mon cher...
kaptanin seyir defterine 21.01.2009 tarihli ek:
saka lan saka :)
Thursday, August 7, 2008
some style to drink
Eh, musiki alemine dogusu beri hep tarz ikonu olmus [style council indeed], giyim-kusamiyla hep bir adim one cikip kendinden konusturmus bu mod’un imaj kaygisina hic sasmamali. The Jam’le beraber en politik ve protest donemlerinde dahi afi ve dizayn duygusundan, stil kaygisindan, "premium" markalardan vazgecmemis Paul Weller, gecmisten gunumuze britanya rock aleminin icinde hep bir sembol olarak yerini almis, pek cok muzik figurunu giydirmis Fred Perry’nin de belki en itibarli ikonu. Ona ait koleksiyon yapiliyor, adina 250 adetlik sinirli sayida kendi imzali ve numarali t-shirt’u uretiliyor filan. Zaten birakalim derinlemesine muzik muhabbetini, ben esasen tarz ve kiyafetlerinin hastasiyim :S
Eger bir ickiyle iliskilendirecek olursam da; "kaalite viski" kendisi, "Johnny Logan"...
Wednesday, August 6, 2008
some drink for dude
bu eslesmeyi/kesismeyi yasadigim belki de yegane film big lebowski ve dude karakteri sanirim(gerci matrix ten cikinca da filme beraber gittigimiz babayigit dostlarimla birbirimize tekme tokat girismistik. hayir, fight club'dan sonra gidip hsbc yi bombalamadim).
hazir konuyu kokteyllerde birakmisken oradan devam edeyim,
Dude dedigin, white russian icer. aslinda onun gibi culsuz bir adam icin biraz pahali bir karisim. 2 olcek kahlua, 2 olcek vodka, 2 olcek sut, bol bol buz, ve tabii ki bolca sevgi :s Yok, Beyaz Rusumuz bu sonuncu olmadan da gayet guzel gider. Dude'un evrensel sevgisi hepimizi yeter. Zaten suc ortagimin vecizesidir " bir Rus'a asik olma. hayatin kayar" .
White Russian icerseniz, bayildiginizda revu kizlari ve dev labutlar gorursunuz. Boyle grotesktir tarzi. Grotesk kelimesini de kullanmadan gondermez adami...bu esprilerle skyturk'teki DeVeDe Kulak programina metin yazari olurum ben anca' .
bir dahaki yazinin basligi; some dude for president!
Monday, August 4, 2008
some music to drink
her donemin kendi kokteylleri/ickileri var. Ornegin 80lerin karisimi da, donemi ozetleyecek bicimde garabetin ta kendisiydi; cin & tonik (buzdolabindaki o siyah kagitli schweppes tonik sisesi!). Bugun votka'ya karistirilan turlu sekerlemeler ile doyuyor karacigerimiz. Demek buyuk Bebop caginin formulu de buymus; porto sarabi ve burbon. Sigara dumani, alto saksafon, mutluluktan terleyen erkekler ve kadinlar. Ucuz ve adi olani daha makbul.
Wednesday, July 23, 2008
kotuluk yap, icine at
Bir zamanlar hayatini Sirbistan devlet baskanligi ve insan kasapligiyla donusumlu olarak idame eden, basta Srebrenista'daki Bosnaklar olmak uzere on binlerce insanin katliamindan sorumlu tutulan Radovan Karadzic 13 yillik kiyak kacakligin ardindan Belgrad’da bir belediye otobusunde karga tulumba yakalandi. Gecirmis oldugu fiziksel metamorfoz sonucu suc kozasindan cikip 13 yillik bir ozgurluge ucmak kelebeklere buyuk haksizlik teskil edecek bir metafor ya, neyse. 92-96 arasi ortaligi mezbaaya ceviren katliam organizatorunun katlettigi kitlenin ardil jenerasyonlari icin bu haber yanan bagirlara su serpici ufak bir fiskiyedir elbet. Ancak halen yandaslarinin bulunmasi ve bu yandaslarin dovizler-sloganlar esliginde meydanlara akmasi belki de yaralari daha da derinlestiriyor. Etnik temizlik arkadasi Slobodan Milosevic abuk-carpik yargi sureci henuz sonlanmadan, cezasi dogru durust belirlenmeden hucresinde “eceliyle olen diktatorler” (a.k.a. “death without assassination”) listesine girerek isledigi insanlik suclarinin odulunu almisti. Bugune dek yaptiklari yanina kalmis Karadzic’in omrunun de pek olagan bir sona vefa edeceginden supheniz var mi?
Bir ilginc nokta da kasapliktan kiyak emeklilik sonrasi Karadzic’in yepyeni bir kimlik, isim, hayat ve meslekle 13 yillik sefa donemini doktorluk yaparak gecirmis olmasi. Kim bilir, belki de Marathon Man filmindeki eski bir SS kurmayi olan, Auschwitz’in “beyaz melegi”, ozellikle saglam dislere uyusturmadan yaptigi operasyonlarla iskence alemine adini altin harflerle yazdirmis meshur dis doktoru Szell’den etkilenmistir...
Monday, July 14, 2008
biz gideriz tatile hey taaa-tiii-leeee
Velhasil, biz de bos durmadik ve siz "ona karsiyim, buna dusmanim"cilar icin 2 farkli secenek hazirladik. Alterednative seyahat iftiharla sunar:
#2) crazy ibiza
isteyene "hersey dahil" , istemeyi bilmeyene ekmek yok.
Saturday, July 12, 2008
yesil is the answer (soru neydi?)
Karbon gazinin futursuzca salinimi, topragin hunharca kirletilmesi, tabiatin fabrika ayarlari ile hayasizca oynanmasi neticesinde insandan sonra gidalarin da onlenemeyen "seylesmesi" ve yasamin dogup yayildigi mavi gezegende turlerin giderek azalmasi; insanin, kendi kotucul varligi yetmezmis gibi bir de kadim dostu ve mert dusmanina; "doga"ya guvenemeyecegini ogretti. Bu durum toplumsal tarih icerisinde, ciddi ve suratli bir alt ust olusa isaret ediyor. Aklin var oldugunu bildigimiz ilk gunden bu yana insan topluluklari hep dogaya ya da onun bilinmezliklerine saygi duygu, yetmezmis gibi bu bilinmezliklerin sebebi ve hakimi olan bir yaraticiya tapindi. Oysa gelinen su gri gunde, fen bilimlerinin (Turkce-Matematik mezunundan bu kadar spesifik/nokta atisi bilim gruplandirmasi beklenmemeli) doga uzerindeki hakimiyeti oyle bir noktaya vardi ki, artik onun barindirdigi bilinmezlikler/sirlar kutsal anlamlari degil, habis urlari ve genc / acili olumleri cagristiriyor. Daha dune kadar topraga bagimli olduguna, ondan geldigine ve yine ona donecegine inanan insan, bugun topraktan geleninin gercekliginden kusku duyuyor. Bir domates nasil olur da dostluguna ve faidesine guvenemeyegeniz bir varliga donusur? Sinema tarihinde daha once Little Shop of Horrors da etobur, dev, yamyam cicek ya da Batman cizgi/film dizisinde Poison Ivy (akliniz Drew Barrmore a gitmesin, Uma Thurman verelim?) karakterleri ile zuhul eden yesil tehlike (yeri gelmisken, ben o " yuruyen agac / aglayan ejderha " edebiyatindaki cevreci temayi algilayabilmis degilim), en nihayetinde -bence hayli basarili bir yonetmen olan Shyamalan'in ultimate filmi- The Happening de kendi varligini tehdit eden homo sapiens sapiens cinsine karsi olumcul bir savunma mekanizmasi gelistirmis ofkeli bir son olarak karsimiza cikti. Artik yesilin insan eliyle yaratacagindan degil bizzat kendisinden korkuyoruz. Belki biraz da vicdan azabi vardir...belki biraz nane...belki bir gun sehre bir film gelir... [How to be a sentimental person session #1: belki ile baslayip, fiilin genis zaman cekimi ile son bulan cumleler hep uc nokta ile bitirilir ve en asil duyguyu barindir icinde]
Sozun ozu, mevzu cok ciddi. (Bok) dumani uzerinde G8 zirvesinde dahi en uzun mesainin ayrildigi gundem, sera etkisi yapan allahsiz gaz saliniminin belirlenecek bir ileri tarihten itibaren dusurulmesi idi. Siz hic bu tip -dunya siyasi creme de la creme nin katilimci oldugu- bir toplantidan "calisma saatlerinin 2040 yilindan itibaren yuzde elli azaltilmasina" ya da "savaslarin yuzyilin ikinci yarisindan itibaren kademeli olarak sonlandirilmasina" dair bir karar duydunuz mu? Duyumazsiniz, cunku bu yukaridaki fantastik orneklerin kapitalizmin varligini sonlandiracak, kagit uzerinde ispatlanabilir etkisi yok. Oysa kuresel tahribatta formul cok basit; bu hizla giderse uzerinde yasam, uretim, satim veya herhangi bir baska faaliyet yurutulecek bir gezegen kalmayacak. Tabii, meseleye tersten bakip daha septik bir bakis acisi ile butun bu cevreci safsatanin aslinda diger sorunlari perdelemek icin kullanildigina inananlar olabilir. Ben inanamam.
Siyasi kimliklerin tasinmasinin hayli agirlastigi / demode oldugu erken 21. yuzyil dunyasinda kurulumu oldukca zahmetsiz ve toplumsal algiladaki yeri buyuk oranda muspet "cevreci" kimligi, populer sahislar / televizyon insanlari icin de rasyonel bir tercih. Iste NTV nin yaz yayini tam da bu noktada kendisini ele veriyor. Organik yemek tarifleri ve diger saglikli yasam programlarinin hitap ettigi kitle, dogayi tahrip endeksi'nde oyle tahmin ediyorum ki zirveyi paylasan (50.000 denegi izlemeye gerek yok. Ofise arabayla giden ile esegini tarlaya suren'in " 24 saatlik karbon salimi / per capita " hesabi ilkinin yuzunu kizartir. Ikincisi de zaten bir sey anlamaz) sosyal katmanlarin uyeleri. Yani ortada cetrefilli bir acmaz var; yikimin durdurulmasini ve doganin restorasyonun onu kirletenler mi saglayacak, yoksa organik/saglikli yasam zimbirtilarina ulasamyacak olan ve yikimdan en cok zarar goren koyluler ve kent yoksullari mi? Durumun aldigi vahim hal, aslinda herkesin kafasini kurcaliyor, butun hayatlari dogrudan etkiliyor ve dolayisiyla tahribati engelleyecek her turlu caba desteklenebilir. Cumhuriyetci Mccain ile Obama arasindaki aci, liberal sol Nader ile Obama arasindaki acidan cok daha dar olabilir. Ancak sera gazi saliminda acik ara dunya lideri olan ulkenin baskanlik secimlerinden, yesil gundeme biraz daha duyarli oldugunu bildigimiz Obama'nin galip ayrilmasini dilemek de ayip degil. Mevzu oyle yakici ki, sahip oldugum "aciliyet duygusu" (bu lafi da cok tuttum. en az "politik dogruculuk" kadar ham bir ceviri) gelismemis tembel aktivizmi'ni dahi harekete geciriyor. Gelinen noktada ve gorunen karanlik gelecegi degistirebilmek adina; organik beslenmenin yayilmasindan, tarimda hormon ve ilac kullaniminin topyekun yasaklanmasina; kisisel tuketimin dusurulmesini tesvikten nukleer santrallere karsi koymaya kadar; bireysel den toplumsala butun olceklerde, militan cevrecilikten parlamento duzeyine butun duzlemlerde her turlu cevreci inisiyatif desteklenmeyi ziyadesiyle hak ediyor.
Saturday, June 28, 2008
cevir kaseti pil yanmasin
Bana kalirsa muzigin en buyuk dusmani kolay erisim. Ancak erisimi iki boyutlu dusunmek gerekir. Bunlardan ilki olan materyale ulasimdaki kolaylik kismini artik kaniksamis sayiliriz. Evvel zaman icinde bos kaset pesinde pervane olunur, radyoda aniden cikacak sevilen sarkilara/programlara kontratak maksatli “cift kaset” muzik setinin bir teyp-calar haznesinde hazir kita bir kaset bulunurdu. Bos kaset kisintisi bas gosterdiginde – ki mutemadiyen gosterirdi- evdeki tarihi turk sanat muzigi kasetlerine kadar hallenilir, bu kisit zamanla uzerine kayit yapilabilecek ve gozden cikarilabilecek dolu kaset kisintisina dahi varirdi. Bu yoldan gecmis bizler icin bu emekler bugun itibariyle tarihten sayfalara gomulmus de olsa, gunumuzdeki rahatliktan belki de rahatsizlik duymamaliyiz. Cunku sanat kitlelere ulastikca degerini bulur. Mu acaba? Bilemiyorum. Kuskusuz o zamanlarda muzikseverler arasindaki ortak “muabbet” daha derin bir anlam tasiyordu. Cunku heves eksikliginden bu cetrefilli yollari asamayanlar elenir, zamandan zaman calmak suretiyle didinerek sevdigi muzige ulasanlar (kisaca, kalan saglar) arasinda cabucak bir alt-kulturel bag ve bilinc olusur, sadece muzik uzerinden sıkı dostluklar kurulabilirdi. Tarz ve begeni egilimleri daha net, fesih ve rafineydi. Saniyorum bugun zor olan kisim bu. Hersey her yerde herkesin kolayca elinde. Hangi muzikal materyal kimin elinde gercekten sevdigi icin mi, tamamiyle tesadufen mi, yoksa esen bir ruzgarin arkada biraktigi tozdan midir, belirsiz. Ancak bunun disinda kolay erisim –korsan haric ki buna ben giremeyecegim, meclis kursusunde Ibrahim Tatlises-Suavi ikilisinin olusturdugu mizansen hepimize yeter- belki de hem muzik dimaglarinin, hem de endustrisinin gelisimi icin faidelidir.
Uzerinde durmaya niyetlendigim asil erisim boyutunu ise, daha teknik bir hadise, fiziksel medya uzerinde albumun herhangi bir noktasina diklemesine erisim olarak aciklayabilirim... Fakat bu kasetten once plakda da vardi. Plak ignesi gosterilen hedefe tepeden pike yapar, her an sadece arzu edilen yeri dinleme imkani tanirdi. Isim nostalji degil, ne kadar iktisatli ve karizma bir medya da olsa, gerekirse plaga da serh koyarim :S Iste kasetin muzige en cok katki yaptigini dusundugum yer tam da burasi. Navigasyon zorlugunun yarattigi dinleme mecburiyeti... Ozellikle mobil kasetcalarlarda pilin yari yolda birakma ihtimali, pil omrunun en buyuk dusmani ileri-geri sarma edimlerini yasakli kilardi. Bu da albume daha fazla tahammul anlamina gelirdi ki, kanimca muzige ve muziksevere yarayan buydu. Cunku bazi eserler sabir, zaman ve dinlemeyle degerine kavusuyor. Geriye baktigimda tamamina vakif oldugum albumlerin buyuk cogunlugunun kaset doneminden kalma oldugunu gormem de belki bu yuzden. Hatta cogu albumun gucunu iddiasizca ucra koselere sıkışmış sarkilardan aldigini, albumdeki her bir kesitin ve siralamanin eserin sahibi icin ayri bir anlam ve ruh hali tasidigini dusunuyorum. Belki belli bir sequel, belki tamamiyle farkli cografyalardaki studyolarda yapilan kayitlar, belki duygusal iklimler, belki de kurayla belirlenmis rastgele bir dizilis.
Muhtemelen bu muzik medyumu muzisyenlerin is yapma bicimini de etkiliyordu. Dinleyicilerin hizla gecip giden hayatinin hadim ettigi ilgi, dikkat ve tahammul gibi konulari sirtina kambur ve dert etmeyen muzisyen umarsiz ve rahat bicimde kendini ifade edebildiginden, daha ozgun ve dolu dolu calismalar cikiyordu. Hatta kasetin calisma dinamiginin sarki siralamasini dahi etkiledegini dusunmek hic fantastik degil. Kim bilir B yuzunu yeni bir baslangic noktasi saymak, albumun ikinci yarisina hareketli girmek, onemli kozlari burada oyuna surmek planlar arasindaydi. Aslinda tek bir ornek dahi onceki cumledeki “belki de” tedbirini ortadan kaldiriyor. Ornegin Luscious Jackson’in 1994 tarihli Natural Ingredients albumlerinde “Free Your Mind” gibi agir bir topu ikinci yuzun hemen basinda patlatmalari yeterince guclu bir kanit olarak gelmiyorsa, bunla yetinmeyip sarkinin basina koyduklari “now ladies and gentlemen, let’s get ready for side two” repligi tum goreceyi gereksiz kilmaya tek basina yeterli olacaktir. Bana mi oyle geliyor yoksa paranoya mi yapiyorum, uzun bir suredir pek cok sanatci ve grubun en iyi sarkilarini albumun hemen basina istiflemeye calistiklari yonunde cok ciddi suphelerim var. Sanki ilk 5’ten sonra iyi bir sarki yakalamak, sonlara dogru surprizler beklemek luks haline geldi. Bu surprizler anca malum dinamiklerin alayina giden, bildigini okuyan, kaygi duymayan dik kafali icracilardan cikiyor. Her zaman sansini deneyecek ve zorlayacaklar vardir, genellemenin agirligi altinda istisnalarla ezilme olasiligina karsin tedbirimizi almayi da biliriz. Lakin zaten istisnalar da olmasa ve tum sinirlar kalin cizgilerle dumduz cizilmis olsa, bize konusacak ne kirinti kalirdi...
Son olarak hayatimda tezahur etmis epey cinfikir bir kaset taklasiyla kapatalim. Saniyorum Besiktas-Pena’da doldurulmus bir Dead Kennedys – Fresh Fruit for Rooting Vegetables kaydiydi. Albumde iki yuzun sure farkliligindan kaynaklanan bosluklari doldurma hadisesi malumdur. Ancak boylesine ilk kez rastlamistim. Kaydeden arkadas ilk yuzun sonundaki bosluga diger yuzun basindaki sarkiyi belli bir yere kadar kaydetmis. Ama nereye kadar, puf noktasi burada. Tam bittigi an kaseti cevirdiginizde diger yuzde ayni sarkiya kaldigi yerden devam edecek kadar. Hele bir de kaseti cevirmeden ufak bir kolcuk yardimiyla kasetin yuzunu degistiren afili bir walkman’iniz varsa –ki dorduncu walkman’im oyleydi- kayipsiz ve kesintisiz bicimde kaldigi yerden devam eden hayat hic bu kadar kolay olmamisti. Insanliga, sanata, sanatciya, pil omrune ve enerji dunyasina dev hizmet. Farkettigimde vay canina demedim, yalan yok, “vay o.. cocugu” dedim, fikre ve emege olan saygima istinaden...
Monday, June 9, 2008
kort merkez, alkis dolu her kez
Tenis, bu yasinda cok fazla cesitlilige ve denenmemis/gorulmemise pek acik bir spor degil. Sporun bu olgun caginda ezber bozup yenilikler sunabilmek, ancak bu spor icin yaratilmis ozel oyuncularla (Federer gibi) mumkun kilinabiliyor. Ki belki de aslinda sunulan pek cok yenilige bir zamanlar bir kortta sahit olunmustu. Hal boyle, varyasyon ve yaratim alani da kisitli olunca oyuncular babinda sekil-semal on plana cikiyor. Teniscinin giyiminden hal-tavrina, uzun bir ralli esnasindaki yuz ifadesinden sevinme bicimine kadar topsuz alanda nice unsur algilarin/alicilarin ayarlariyla oynayabiliyor. Tenis bunyesinde moda, tarz ve dizaynin yeri malum. Ornegin Lacoste, Fred Perry (ki zaten kendisi eski bir teniscidir) gibi “premium-class“ markalar icin tenis arenasi hep ilgi cekici bir vitrin olageldi. Ancak sporun pek cok dalinda oldugu gibi, teniste de dizayn hadisesi yerini performans kaygisina birakirken, kiyafetler salas otesi, kaba-saba, goz zevki ve ahenk bozucu, uzay-stili cizgilerde bir dizayna burundu. 80lerde jean altina bir Ivan Lendl ayakkabisi, ya da halen gunumuze kadar degismeden gelebilmis bir cift Stan Smith giymek, donemin tabiriyle epey “forslu” iken, bugun herhangi bir cift tenis ayakkabisini pacalari icine alabilecek bir jean kesimi sizi hip-hop’a mecburen yaklastiracaktir. Boris Becker’ler, Stefan Edberg’ler sortlari icine soktuklari t-shirtleriyle iki dirhem-bir cekirdek tenis oynarken, simdi kapri’ler (Nadal’in durumu gercekten icler acisi), sortun boyuna varan t-shirtler, topuklu-yuksek tabanli ayakkabilar filan cirit atiyor. Ayrica tenisin rengi zannettigimiz “beyaz”, bu fosforlu/pastel renk cumbusu icinde –korttaki sadik seyirciler de olmasa- tarihe karismak uzere...
Bu kisitlar icerisindeki sekil-semal meseline donersek; masamda (sirketteki diger pekcok masada oldugu gibi) bir adet adidas takvimi var. Mayis ayinin konuk kapak sporcusu Ana Ivanovic, yani daha aylar oncesinden bu blogun gonul bahcesindeki yerini ayirtmis Sirp tenisci. Aylardan haziran olmus, fakat masalari gezdigimde takvimlerin buyuk cogunlugu halen Mayis ayini gosteriyor. Hatta kapagi talihsiz bicimde yunan heykeli kivaminda erkek bir yuzucunun resminin kapladigi Haziran ayina cevirmis bir arkadasa, bir grup erkek olarak rencide edici olmayan, fakat saskin/sukut-u hayale ugramis bir ifade ile bakmamiz sexist ya da homofobik bir refleksten degil, Ana’ya olan bagliligimizdandir :S Bu genc kiz Avustralya’da finalle yetinmisti, fakat bu kez toprak kortta kupayi istedi, ve aldi. Finalde kizkardesimiz Safina ile karsilasti. Sekil-semal itibariyle Safina gibi bir teniscinin tenisseveler gonlunde taht kurmasi hakikaten zor. Ama kendisini Marat’in kizkardesi olusundan midir, bir japon cizgi film karakterini andiran, kazanma hirsi ve ciddiyeti icinde dogal sekillenen komik mizaci ile midir bilinmez, Jelena Jankovic’lerden, Sanchez-Vicario’lardan ayiran sevimli/sempatik bir yan var. Sevdik kendisini, yine bekleriz. Ancak tebrikler once Ana’ya. Boyle fizik ve guzelligiyle on planda olan kadin teniscilerin –Kournikova, ya da Dokic gibi- akibetine ugramadigi icin... (Sharapova gibi somurtkan ve hirs kupu bir psikopat kaide disidir).
Erkeklerde kazanan surpriz degil. Clay-Master bu kutsal "toprak"i da pas gecemezdi. Ancak bu kadar ezici ve kolay bir galibiyet de beklemiyordum. Yalniz bu genc adamdaki sisme karsisinda dehsete kapilmamak mumkun degil. Hani biliriz, toprak kort dayaniklilik isidir ve Hispaniklerin tekelindedir. Fakat bu bildigimiz Hispanik-toprak kort ezberi degil. O ezber Sergei Brugera, Gustavo Kuerten, Albert Costa, Carlos Moya gibi makul olculerde, hatta kimisi ince-ciroz adamlara tekabul eder. Bu baska bir sey. Insan degil diyecegim, ayip olacak. Yoksa goz diktigi Wimbledon icin ozel bir kas yapisi mi gelistirdi... Zaten diger emsalleri Wimbledon’da daha bastan cuvallarken (Brugera haysiyet yapip hic katilmazdi) bu genc sonuna kadar zorlayip finale cikiyor, cim kort performansini her yil biraz daha gelistiriyor. Neden olmasin? Su haliyle mumkunse olmasin. Federer hegemonyasi yuzunden hayatindan sogumus ben dahi bu gence karsi mucadele etmenin adil olmadigini dusunmeye basladim. Hatta umarim Fed-Ex grand-slam sampiyonlugu rekoru yolunda girdigi tikanikliktan cikar ve fazlasiyla hakettigi rekorun sahibi olur.
Tuesday, June 3, 2008
lilith sizinle gurur duyuyor
Bunun yanisira, Saint Laurent kadina safari ceketi, ya da trenchcoat giydirdiginde dahi, ona seksi hissettirmeyi basardi. "Le Smoking" maskulen degildi, fakat androjendi. 21 yasinda, savas sonrasi kiyafetlere hazzi geri getiren adam Dior'un halefi ilan edilmisti. 60larin basinda Bridgette Bardot kadin terziliginin yasli kadinlar icin oldugunu soyledi. Saint Laurent bir sonraki buyuk degisimi ve kadinlarin ilerde oynayacagi sayisiz rolu cabucak sezdi. Sonraki yirmi yil da parmagi hep dogru butonda oldu.
*lilith (wikipedia): Musevilik ve Hristiyanlık inançlarında Âdem'in ilk eşidir. Tevrat'ın ilk bölümü olan Yaradılış bölümünün 1. Bab'ında Âdem ile beraber bir dişi yaradıldığından, 2. Bölümde ise Âdem'in kaburga kemiğinden bir dişi yaratıldığı yazılıdır.
Tevrat'ta açıkça yer almamasına rağmen; birçok Musevi dini kaynağı 2. Bölümde sözü geçen dişinin Âdem'in 2. karısı olduğu, birinci bölümdekinin ise ilk karısı olan Lilith olduğuna inanırlar.
İnanışa göre Lilith, Âdem ile aynı zamanda ve aynı anda yaratıldıklarından Âdemin kendisine eşit olduğu görüşündedir (Tarihin ilk Feministi) bu sebeple de Âdem'e tabi olmayı şiddetle reddeder Tanrı'ya asi olur ve cennetten uzaklaştırılır.
not: Adini bu figurden esinle almis "Lilith Fair" de yakin donemin ilgi cekici bir feminist muzikal hareketi olarak incelemeye deger...
Friday, May 30, 2008
anger is a gift
belirtme geregi duydum; en sevdigim RATM sarkisi 94 tarihli The Crow soundtrack'inde yer alan, saniyorum grupla da tanismama vesile olan, Darkness. "genocide" kelimesinin turkce anlamini da ogrendigim sarkidir. Zaten grubun tum sozleri bir araya gelse kallavi bir "introduction to politics" kitabi tutar zahir.
Monday, May 26, 2008
aradiginiz belaya ulasilamadi
Internette ingilizce ve turkce dallarinda olmak uzere, silkmede 350, koparmada 500, toplamda 1500 arama sonucunda halen elimde koca bir sifir var. Arama terimleri pek iyimser bicimde "göz muayenesi/eye exam"le baslayip "fundus floresein anjiografi" "psödofloresans", "korneal topografi"lerle devam ederken ne bittigi yeri, ne de hangi noktada pes ettigimi hatirlamiyorum. Peki neden bunla ugrasiyorum? Pek iyi olmadigimi zaten biliyorum. Ancak periferlerimin [oh ortak, where are thou?] benden daha iyi durumda oldugunu zinhar kimse iddia edemez. Hadi ben bilgisayar basinda, resmin pesinde pervane olup tirlattim... Peki dehsete kapilip kinayacagi yerde surecten etkilenip goz hastanesine giden, cihazin icindeki resmin basili halini talep eden, olmadigini ogrenince cihazin marka ve seri numarasini not edip uretici firmaya ulasmaya calisan ve sonuc alamamanin uzuntusunu benimle pek olagan bicimde paylasan zati muhtereme ne demeli?
Cok basitti, imaji bulup asacak ve uzerine su cekilmez hayattan –surpriz ve acili bir goz problemi dahilinde bile olsa- ufacik bir delik vasitasiyla yesil, sade, huzurlu ve minimal bir manzaraya kacis uzerine ucuz edebiyat yapacaktim. Fakat imaji arama sureci basli basina gundem isgalini olusturdu. Daha da kotusu, sinirler bozuldukca imajla aramdaki hissi baglanti da deforme oldu.
Simdi dusundukce resmi histeriyle arzuladigim izolasyona, dogaya ve sadelige kacistan cok huzura dogru bitmek tukenmek bilmeyen, netligi ve mesafesi surekli degisen bir yol, bunalim bir Atif Yilmaz filminde surekli hortlayan bir kare, ruyada kan-ter icinde katedilmeye ugrasilan ve fakat bir turlu kisalmayan mesafe ve varilamayan hedef gibi dusluyorum. Hatta evi de Evil Dead gibi serilere mekan olmaya aday bir tehlike ve dehset kuyusu olarak kurguluyorum. Sanki icinde insanlar var ve o ufak delikten seslerini duyurmak icin haykiriyorlar. Kim bilir, belki de malum resmi bulmaya muvaffak olanlardir. Aman uzak olsun, her iste bir hayir vardir. Zaten goz hastanesindeki asistan da “o resmi bulan geri donmedi” turunden imalarda bulunmus. Kis kis cinler kis kis, yallah cinler yallah...
Thursday, May 22, 2008
you’re a handsome "red" devil
Bu platformun iki basari ve sevinc fukarasi Besiktasli hastasindan biri olarak yasadigim keder ve hayal kirikliklarini, uzaktan gonul verdigim farkli renklerin sevincleriyle yamamaya devam ediyorum. Barcelona bu yil her kulvarda son surat cuvallarken, gectigimiz birkac yil yasattiklari hic de fena degildi. Bir digeri Manchester United ise bu yil Barca’nin yerini aldi ve hem Premier Lig’de, hem de Sampiyonlar Ligi’nde kupayi kaldirarak zugurt avuntusu yasatti.
Devrimin sir’ü Alex Ferguson cok yasasin, onunla beraber tum zamanlarin futbol sir’ü Bobby Charlton’i ayni karede gormek de ayri bir onurdu. Fakat bu kupayi kendi kendime gelin-guvey olarak bu macla birlikte Manu’nun tarihinin en cok forma giyme rekorunu Sir Charlton’dan calan, Sharp reklamli formayla ve Lee Sharpe’la ciktigi yolda sol taraftan besledigi onlarca forveti eskiten, oynayan efsane, abimiz, canimiz, cigerimiz, Cardiff'limiz, Galli’miz Giggs’e adiyorum. You're a handsome "red" devil! Seni kraliceden once ben Sir ilan ediyorum...
ryan giggs, ryan giggs, running down the wing,
ryan giggs, ryan giggs, running down the wing,
feared by the blues, loved by the reds,
ryan giggs, ryan giggs, ryan giggs.
ryan giggs ryan giggs, running down the wing
ryan giggs ryan giggs, crosses like the king
beats one and two, beats three and four,
he will score, he will score, he will score.
ryan giggs ryan giggs, greatest ever goal
semi-final villa park, ran right through them all
beat half the team, straight in the net
won't forget, won't forget, no we won't forget.
Friday, May 16, 2008
tekrar tekrar kay Breen
Kanada’nin New Brunswick eyaletinin baskenti Fredericton’da 25 yasindaki Lee Breen dun bes gunluk hapis cezasini cekmek icin polise teslim oldu. Peki Breen hangi suctan hapse girdi? Fredericton sokaklarinda kaykay ile kaymasi yuzunden bu cezayi aldi. 2007 yazinda sokaklarda kaykay ile kayan Breen kardesine kask almaya giderken kendisini bir gun once uyaran polis memuruna rastladi. Polise ceza odemeyi kabul etmedigini ayrica kaykaya binmeye devam edecegini soyleyince de nisan ayinda mahkemenin huzuruna cikarildi. Hakim kendisine 100 dolar odemesi ya da bes gun hapse girmesi seceneklerini sununca da ozgurlugunu simgelestirmek icin hapse girecegini soyledi.
Dun 80’i kaykayci olmak uzere 120 kisiyle polis karakoluna giden Breen hapse girmeden once “Kentte yasayanlardan alternatif ulasim araclarini kullanmalari isteniyor. Benim yaptigim da buydu” dedi. Cevreye duyarli biri oldugunu anlatan 25 yasindaki is adami belediyenin internet sitesinde vatandaslara otomobilinin anahtarini evde birakma, disari yuruyus ayakkabilariyla ya da bisiklet kaskiyla cikma cagrisinda bulunmasina karsin atmosfere karbondioksit gazi yaymayan bir ulasim aracini kullandigi icin hapse atilmasini anlamsiz buldugunu da soyledi.
taraf
Saturday, May 10, 2008
bırakın sosyalleşsin
Sahsen o organizasyonda sadece o efsaneyi izlemek isterdim. O muzige ve hadiseye zaman ve butce yaratmissam, mumkunse algim temiz kabim bos kalsin, dunyami onla doldurayim. Ama organizatorler on grup olarak Gang of Four’un karekökü olan Kreş’i sahneye, hem de saat 11'e dogru cikardi. Grubun sahnede kalis suresi ise basli basina bir “ana hadise”ye donustu. Bu arada ilk ve son kez orada dinledigim Kreş grubunun sahnedeki enerjisine, kalabaligi umursamaksizin kendi dalgalarina bakmasina ve ozguvenine de hakkini vermek isterim. Lakin kafalar o turev muzikle uzun sure o bicim dumduz oldu ki (ben son 85 dakikasina yetistim. Zaten sonlarinda biraktilar artik esinlenmeyi/takipciligi filan, mot-a mot The Rapture sarkilarina gectiler), neredeyse seher vakti sahneye cikan Gang of Four’a mecal kalmadi. Genc grup ana gruptan epey sahne ve zaman, izleyiciden de yipranma payi ve kulak zari calmis oldu desem yeridir. On grup Kreş, ana grup Gang of Four olacagina ana grup Kreş, arka grup Gang of Four gibi absurd bir durum olustu. Bereket Gang of Four yillara ve genclere meydan okuyan hevesi, dinamizmi ve coskusuyla enerji birimlerimizi sifirladi da biz meraklilarinin yasamindaki tarihi an heba olmadi. On grup olgusuyla bir alip veremedigim yok. Hatta ana grubu daha da yuceltir. Fakat mumkunse farkli bir renk secimiyle eklektik bir muzikalite oldugu surece anlam kazanir gorusundeyim.
Nerede kalmistik? Cayir cayir deneysel/indie-rock Istanbul’da tam gaz yol aliyor. Basi sonu belli, onune-sonuna dolgu malzemesi basmayan “akustik” organizasyonlarla... Yukardaki serzenislerin ardindan sanirim bu sadelige ihtiyacimiz var. Handan gecen son yolcu Cuma ve Cumartesi iki gece ust uste konser vermek uzere Kanada’dan gelen, “alternatif”/”indie” kavramini siradanlastirmama mucadelesinin mumtaz temsilcilerinden Broken Social Scene’di. Su girisi yaptigim siralarda sahne ikinci gosteriyle yikiliyor olmali. Nasil oluyor da uye sayisi iki hanelerde dolasan bir grup bu acimasiz korsan muzik endustrisinde ayakta kalabiliyorun cevabi sahnede apacikti. Herkesin fazlasina tamah etmeden esitlik ilkesine ve ekip ruhuna sadik bicimde kendi payina duseni yaptigi grubun kolektivizmine hayranlik duymamak elde degil. Uc kisilik kurucu listesi disindaki tum uyeler farkli gruplardan ve projelerden katilimcilar. Nitekim solist Kevin Drew onlari tanitirken gruplariyla birlikte takdim ediyor. Her konserde bir adet kadin uye kontenjani olusturuluyor ve belli bir listedeki rotasyonla donusumlu olarak dolduruluyor. Ne yalan soyleyeyim ben Emily Haines veya Leslie Feist hayali kurarken bahtimiza Amy Millan cikti ama o da goz alici performansiyla bu sekilcilgimden oturu beni kendimden utandirdi. Ne hikmetse Animal Collective, Spiritualized, BSS gibi gruplarin studyo kayitlari sanki emprovize bir surecin sonu ve ayni sarkilar sahnede asla ayni dizgede tutturulamayacakmis gibi bir his yaratiyor. Fakat konserlerinde aslinda ne yaptiklarinin gayet farkinda oldugunu anliyoruz. Sahnedeki karambolde grubun koyvererek dezorganize bicimde kendine calip oynamasi, ipin ucunu kacirarak sarkilarin yapilarini istedikleri gibi bozmalari pekala kolayken, kulagimizin alisik oldugu versiyonlara birebir sadik kalmalarini da (fazla mi anlam yukluyorum bilmiyorum ama) izleyiciye olan saygilarina yoruyorum.
Bu arada saniyorum Almost Crimes sarkisinin ardindan tum grubun durdugu anda Drew kendi kendine “Good Times Are Killing Me” diye mirildandi. Bunu duyan ben Modest Mouse fanatiginin de yuregi hopladi. Bu guzide Modest Mouse sarkisini mi soyleyeceklerdi yoksa. Cevap tabii ki hayirdi. Ama bir anlami olmaliydi. Konserden sonra ortalikta dolasan davulcu Justin Peroff’a “dogru mu duydum?” diye sordum. Evet, Kevin onu ara sira yapar, cunku sarkiyi cok sever dedi ve Modest Mouse’la iyi arkadas olduklarini soyledi. Sabirsizlikla onlari burda gormek istedigimizi soyledigimde de “hayret, burda calmadilar mi?” diye sordu (“burayi” ne sandiysa garibim). Mutlaka ama mutlaka iletecegini belirtti. Ve yuceltici bir alcakgonullulukle arz-talep dengesini alasagi etti: “Onlar da burda calmayi hakediyorlar”.
Grubun sozcusu Kevin Drew “fantastik” bir sehirde olmaktan duydugu memnuniyeti “hello istanboool”, “sagol”, “hello turkey” gibi kliselerin otesine gecen bir samimiyetle defalarca kez dile getirerek bu alistik gosteriye ciddi bir derinlik kazandirdi. Normalde seyirciye oynamak olarak okudugum klise interaktif gosterilere gelistirmis oldugum alerji de bir haftada iki grupla sifali bir tedavi gormus oldu. Boyle ozgunluk katacaklarsa ne olur hepsi sahnede bizimle sosyallesinler... Ustune Drew konser finalinde, sonrasinda davulcu Peroff'un yaptigi gibi, bizleri yuceltmek suretiyle grupla izleyiciyi ayni seviyeye esitleyerek bu derinligi tescilledi:
“Siz bizi burda gordunuz. Biz de sizi kendi ulkemizde gormek isteriz. Size guvenlik duvari ormelerine izin vermeyin*”
* "don't let them firewall you"... orjinalini belirtme geregi duydum.
Tuesday, May 6, 2008
play(doh) Sebadoh!
Son zamanlarda maliyeti dusuk cukkasi yuksek DJ-set performanslar ve “event”lerden artik gina gelmis, sanki tum isimler ve mekanlar birbirini andirmaya baslamisken bu elektronik monotonlukta imdadimiza Radyo Eksen ve Bant gibi gedigin son donem kararli kapaticilari girisimci ruhlar yetisiyor. Gectigimiz haftasonu Radyo Eksen Gutter Twins’in Istanbul’a tesrifine araci olduktan sonra (intibak edemedim yazik ki), dun de “Bant- City Nights by Converse” serisinde Massachusetts'den bir indie-rock emekcisi Sebadoh derdimize derman olmak icin yillarin bu amacta agir-isci mekani Babylon’daydi. Sirada bu konser ekolunden Broken Social Scene ve Shellac var. Kisa baharin kari, ne diyelim.
Konserlerde kendini belli bir janr icinde konumlandirmis gruplar icin kapidaki tehlike –eger cok sevilen ve bilinen bir genis kitle grubu degilse- bir noktadan sonra performansin aynilasmasi, siradanlasmasi ve seyirci ilgisinin lineer olarak azalmasi oluyor. Fakat sahnede surekli degisen, muzikle ve hasin gitar muzigi icindeki turler/turevlerle bir oyun hamuru gibi oynayan, uyeleri arasinda enstrumanlari ve vokali neredeyse tum olasi kombinasyonlarda deneyen Sebadoh icin bu tehlike Tokyo kadar uzak. Ornegin Dinasour Jr.’in bascisi olarak nam salmis Lou Barlow vokal/gitar olarak karsimiza cikarken (akustik gitardan degme elektroya tas cikaran o sizoid sesleri nasil cikariyor anlamis degilim ya neyse), yasli kurt Eric Gaffney olagandisi bir enerjiyle davulla dalga gecercesine oynuyor, oynatiyor, agzimizi acik birakiyor. Sonra gitar/vokal mevkiine gecip costuruyor. Tam donanimli “davulcu” titriyle gruba mudahil olmus Jason Loewenstein bass gitarla basliyor, gitar/vokale gectiginde ise cam-cerceve indiren hardcore bir rock esliginde kafamizi guzelce patlatiyor. Bu rotasyon boyle konser boyu devam etti. Vokale kim gecse kendi gitar ve vokal tarziyla birlikte sanki grubu ve muzigi de degistirdi. Tabii grup multi-vokalist, uyelerin hepsi de multi-entrumentalist olunca ortaya country'den blues’a, punk’dan hard-rock’a harman-corman ve siradanlasmak soyle dursun aksine adrenalin artiran bir kulak ziyafeti cikmasina sasmamali.
Grup icinde grup, tür icinde tür, tarz icinde tarz, konser icinde konser izlemenin ayricaligina erisen izleyici de dinmeyen ilgisiyle bu candan performansa karsilik verdi. Eh bu sehirde ve bu mekanda olmaktan hosnutlugu besbelli; hossohbet, nuktedan ve tum mesafeleri ortadan kaldiran samimi interaktif hallerine kayitsiz kalmak kolay degildi. Saniyorum bu karsilikli gonullu alisveristendir ki Sebadoh’un sahnede kaldikca kalasi, biz izleyicinin de durdukca durasi geldi. Tum duraganligi, sıkıcılıgı ve tatsizliginda haftanin ilk calisma gununun en hizli ve guzel kesiti Sebadoh’a aitti. Belki de Pazartesi gunune guzel bir final oldugu icin etkisi katli oldu. Bize yasattigi “Happy Monday” icin Sebadoh ve emegi gecen herkese tesekkurle birlikte nice Pazartesi konserlerine dilegiyle...
not: konserde cektigi fotograflari tembellik yapmadan gecesinde yukleyen ve bugun bize apartma olanagi saglayan flickr kullanicisi ae3000'e tesekkurler.
Saturday, May 3, 2008
this minnosh's gone to heaven
in the beginning, when we were winning...
serencebey Utd/Kultur ve Idman Ocagi'ndan, oldukca eski bir kare...
Uzun sure dunyanin uc ayri cografyasinda artik degerlere ulasabilmek icin copluk karistirmaktan yilmamis, fakat surplase olmaktan geri duramamis local, clearly canadian ve meksikali funksoulbiraderler...
bu kare yillar sonra ortaya ciktiginda, mecburi dunyevi gorevini halen memleketi kanada'da bahtsiz kutup ayisi olarak ifa eden poor leno/echo su yorumda bulunmustu:
"holly Clown!!! bu resim o kadar eski ki, o zamanlar daha richey manics`den kaybolmamis bile olabilir. hatta dikkatli bakarsak resimde arkada bir yerlerde gizlendigini bile görebiliriz.
serencebey lads club, manchester`daki ekurilerini aratmadi. yillarca kultur yeserten koklu bir mekan, koklu bir kurum oluverdi. hala gorevini yeri geldiginde guzelce surduruyor... all hail to serencebey utd"
poor ecko aslinda farkinda olmadan, yillar sonra serencebey'den cikacak richey'i haber veriyordu. o karede belki de gercekten bir yerlerde saklanan, Serencebey Lads Club'in milenyumun basindan beri sadik mudavimi (juliette) minnosh sirra kadem basti. uzerinden kendisini yadedecek kadar zaman da gecti. serencebey'in richey'sinin gizemli ortadan yokolusu oncesi veda notunu yayinlarken, 10 numarali sepetini de hall of fame'e kaldiriyoruz...
and if you need an explanation, then everything must go!
"They made me listen some heavy duty contemporary music since the year of 2000. Finally, I Lost Myself on 23rd of April night - 2008 .
I remember very well. A bit cool but lovely spring night. Barca - ManU game was on that night.
They were tied.
I left from home window and never came back. Nobody knows if I died or killed myself or simply gone away. 4 REAL.
The last place that I have been caught is Sinanpasa Mescit sok , Serencebey. If you see me, please let me know."
Monday, April 28, 2008
bipolar olimpik bozukluk
Peki ya cihan meselelerinde saf tutmak deveyi olimpiyatlarda sirikla atlatmaktan daha mi kolay? Uzun suredir gundem, izledigi rotada defalarca kez kitlesel ufleme eylemlerine maruz kalan olimpiyat mes(g)alesi. Kavganin eksik olmadigi Uzak Asya’da Japonya-Cin-Tayvan-Hong Kong-Kore Kardesler arasinda uzun zamandan beri cekismeli bir “uzakdogu kale” maci oynaniyor. Bunlardan Cin’in yarim asirdir Tibet halkina uyguladigi baski malum – ki Tibetliler Cin’in ayrik otu alerjisinin ilk hedefi degil. Eh, Cin’in politikalarini anlayabilmek icin binlerce kilometre yol tepip seddi asmaya ne hacet? “Dunyanin en absurd komunizmi Cin’de olsa aliniz” diyen yanibasimizdaki “nasyonal sosyalist” (var mi artiran?) Maocu yan[il]simalara goz atmak yeterli.
Tibet’e uygulanan baskiyi protesto icin eylemciler mesaleyi tukuruklerinde bogmaya ugrasirken, bir cirpida hepsinin toplamindan daha fazla Cinli de Tibet yanlisi eylemleri protesto ederek yeri yerinden oynatiyor. Mufredat bize pek yabanci olmasa da, Cin’in son numarasi Tibet’teki budist rahiplere “zorunlu vatandaslik dersi”. Tibet’le ozdeslesen ruhani/ulvi aydinlanma ve arzulardan arinma ogretisiyken deforme edile edile sosyetenin elit “new age” akimi haline gelmis, “big industry” budizmin yayilmaci passiflora/afyonlama harekati da ayri mevzu ya neyse. Bu budizm Cin’e yayilirsa ucuz is-gucunun hali nicolurdu dusunsenize… Kesisler akilli olsun! Ama gel de Fransa’nin koyu Tibet taraftarligi altinda bir copanoglu arama. Cin’in dunya istikbalini tehdit mahiyetindeki buyumesi olabilir mi? Zenofobik Sarkozy nere, Dalai Lama’ya bahsedilmis “Paris Onursal Hemseri”lik unvaninin samimiyeti nere... Kendi gocmenim otekiyken dusmanimin otekisi vatandasimdir. Fransa’da Ermeni soykirimini inkarin suc sayildigi yasa tasarisi akabinde, en az 20 kisiye forward edilmedigi takdirde Turk vatandasligindan cikarilmayi buyuran ciliz mail otelemeleriyle millet birbirini siber barutlarla atesleyedursun, Cin’de kamyonlarla onune barikatlar kurulmak suretiyle halkla baglantisi kesilerek protesto edilen Carrefour-China, “act locally fuck globally” vizyonuna sadik ve sabik bir paralellikte Pekin Olimpiyatlari’na destek bildirisini yayimladi bile.
Sporcular desen hava kirliligi derdine dusmus. Efsane sirikla atlamaci Sergei Bubka olimpiyatlari siyasi nedenlerle boykot etmeye yeltenen bazi sporculara veryansin ediyor. Olimpiyat ruhuyla siyasetin karistirilmasinin insanlik sucu oldugunu 1984 yilinda Sovyetler Birligi’nin boykotu nedeniyle olimpiyatlara katilamayarak calinan ruyalariyla aciklarken icimizi buruyor. Lakin biz de kendisinin su anki uluslararasi olimpiyat komitesinin yonetim kurulu uyesi ve atletizm komisyonu baskani oldugunu hatirlatiyoruz. Tum bunlari bir muhendislik, mimari ve sehircilik harikasi Ataturk Olimpiyat Stadini barindiran Avrupa’nin kültür şoku baskenti Istanbul dururken Pekin’i secmeden once dusunecektiniz Bubka efendi! Bir sarkac misali kan ter icinde bir kutba variyorum ki, arkama bakmadan zittina kacis hizim Jesse Owens’a tabutundan parmak isirtiyor. Ortada kalsam bir taraftan Maocu, ote taraftan emperyalistim. Acin ucuncu kutbun onunu! Zaten toplasan kesintisiz 1 saat olimpiyat izlemisligim yok, cok sıkıcı bulurum. Olimpiyat Futbol Finalini filan izliyorum, onda da 45 dakikada bir ara veriliyor.
Sunday, April 27, 2008
ilk orta fakülte, bitirdim ben güzelce
#1
Paralaks / Slavoj Zizek / Encore Yayınları
arka kapakta yer alan tanıtım yazısı içeriğin yoğun kıvamını ortaya koyuyor. Harfi harfine aktarıyorum:
Artık her okul çocuğunun bile bildiği gibi Zizek'in yeni kitabı özel bir sıra izlemeden, Hegel, Marx ve Kant tartışmalarını; sosyalist dönem öncesi ve sonrası birçok anekdot ve düşünceleri; Stephen King ve Patricia Highsmith gibi geniş kitle yazarlarınının yanı sıra Kafka üzerine notları; operaya ilişkin referansları (Wagner, Mozart) ; Marx Kardeşler'in şakalarını; hem cinsel hem de müstehcen esprileri; Spinoza ve Kiekegaard'dan Kripke ve Dennet'e kadar felsefe tarihine ilişkin düşünceleri; Hitchcock filmleri ve diğer Hollywood-ürünlerinin analizlerini; güncel olaylara referansları; Lacancı doktrinin anlaşılması zor noktalarını; günümüz kuramcılarıyla (Derrida, Deleuze) polemikleri; karşılaştırmalı dinbilimini; ve son günlerde ise bilişsel felsefe ve nöro-bilimsel "gelişmeleri" içerir. Bunlar, Eisenstein'ın adlandırabileceği gibi "cazibeler montajı"nda, bir tür kuramsal çeşitlilik gösterisinde sıralanır. Bu gösteride "çokluklar" serisi birbirini izler ve seyirciyi kendinden geçmiş büyülenme içinde tutar. (Fredric Jameson)
Henüz tanıtım yazısını anlayacak seviyede olmadan - hele de bir gün o yüksek mertebeye ulaşabileceğime dahi inanmadan- kitaba el atmanın doğru olmayacağına inandığım içindir ki Paralaks'ı aceleyle rafına geri bıraktım. Kısa yazı içerisinde beni tedirgin eden bahsi geçen terminolojiye uzaklığımdan ziyade Jameson'ın okul çocuklarının (school boy) dahi kitabın konusunu -üstelik kendi izah ettiği biçimi ile- bildiği iddiası oldu. Cehaletimi kabul edebilirdim. Ne var ki bunun ulu orta alay konusu edilmesi, kabullenebileceğim bir tavır değil. Hangi okul çocuklarıydı Jameson'ın bahsettiği? (kendilerini "Frankfurt Okulu Öğrencileri" olarak adlandıran bir tür entelektüel - yeraltı sekt'i mi? ) Yeni yetişen kuşağı kastediyorsa, durum benim için daha da vahim. Bugüne, hatta sadece birkaç saat öncesine kadar, '90 doğumlu çocukların imrendiğim yegane özellikleri uzun boy ortalamaları idi. Şimdi bir de zekalarına gıptayla bakacağım. Demek ki bu çocuklar, benim 'köyde kış hazırlıkları' ve 'salamura nasıl yapılır' gibi hayat bilgisi aldığım yaşlarda Zizek külliyatını hatmediyorlar. Lanet olası okul çocukları...
~
Mürekkep yalamışlık konusunda geleneksel bir kriter üniversite mezunu olmak. Başlıkta alıntıladığımız Emrah hitindeki anlamıyla "fakülte" geçerliliğini çok önceden yitirmiş, bugün sadece olayın dışında kalmışlar tarafından kullanılan bir kelime. Çevresinde hala "fakülteyi bitirmek" ya da "fakülteden arkadaşlarla buluşmak" gibi köhne kalıpları kullanan var mı? Emrah bu şarkıyı yaptığında dahi durum böyleydi ancak kendisinin haberi yoktu tabii.
#2
Yolda / Jack Kerouac / Ayrıntı Yayınları
Yıllar yılı sahaf kapılarını aynı soruyla çaldım "güzel abim, sizde Yolda bulunur mu?" . Sahaflarsa hep aynı alaycı gülümseme ve üstten bakışla cevapladılar beni "yok...bulamazsın da" .
Nihayet Yolda'nın yeni baskısı var. Gerçi ben bu kadar aradıktan sonra elime Kıyı Yayınlarının '93 baskısının geçmesini dilerdim ama güncel neticeden de memnunum. Ayrıntı Yayınları bir kıyak yapıp beat kuşağının başyapıtını bastı. Düz hesap 20 ytl. Yolda'nın 15 yıl sonra yayınlaşı ve dün ( 26 Nisan 2008) tarihli nükleer karşıtı eylemler arasında kırmızı kurdela ile bir düğüm atarak, Ginsberg'in kitap üzerine kısa bir yorumunu aktarıyorum:
Kerouac'ın ve Beat Kuşağının yapıtları bu ülkede sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir.
Friday, April 25, 2008
Ben walkie, sen talkie
Tabii ben son gunlerimi bunlari dusunerek gecirmedim. Zaten bu tip seyleri hic dusunmem, sadece yazarken aklima gelir. Herhalde 10 gundur yuruttugum tek aktivite ev aramak. Daha once bu isi bir kez yapmistim ancak hem sansin yardimiyla hem de kosullarin daha elverisli olmasi nedeniyle oldukca kisa surmustu. Meger hayli zevkli ve dahasi egitici bir faaliyetmis. Liselerde secmeli ders olarak okutulmasinda yarar goruyorum. Kentlerin ve hedef mahallelerin, yerlisine gore "bozulan" fakat objektif olarak yaklasildiginda gorulecegi uzere "degisen" yapisini gozlemlemek adina bence herkes yilda 1 hafta ev aramali. Boylesi bir mobilizasyon halinde kaybeden sadece -ev arayan ve tutan kitle arasindaki orantisizliktan oturu haybeye yorulan- emlakcilar olur, ki onlar da kaybetsin zaten. 1 kira bedeli kadar komisyon mu olur! (emlak sektorunu ve emekli amcalarin yuruttugu sokak arasi emlakciligin, emlak brokerligine evrimini sonraya birakalim. ve bir daha hic ugramayalim)
Izmir kentinin tek merkezi Alsancak. Karsiyaka Carsisi bir ilce merkezinin otesine gecmiyor. Benzer sekilde Konak, yollarin kesisimi olsa dahi geceleri yasamayan bir transit merkezi, bir hub. Hal boyle olunca, kentin butun renkleri de Alsancak'ta yogunlasmis oluyor. 'Eski Alsancakli' kent soylu ve kimisi levanten ailelerin ikamet ettigi mahallenin hemen bitisiginde travesti populasyonun yogun oldugu sokaklar basliyor. Ogrencilerin tercih ettigi rock bar larin ( yok "bilmemne hall" degil, nesli tukenmeye baslayan klasik rock bar ) bulundugu sokaklari kesen caddede daha chic restoranlar var. Sosyal sinif ve eglence kulturu cesitliligi olan, dolasmaktan ya da yasamaktan sIkIntI duyulmayacak hakikatli bir merkez. Uzerine bir de "her sokaginda Izmir'in kizlari kadar guzel meshur imbati eser" desem, tam romantik olacak ancak, yok oyle birsey. Kordon boyunun bitisik nizam yuksek yapilari ruzgarin icerilere sizmasini engelliyor. Yazin buram buram nem ve dayanilmaz col sicagi var. Yine de kumulatif hesapta artisi eksisinden epey fazla. O halde, yerleselim degil mi?
Bu arada, ben aslinda ev filan bakmiyorum, kenti geziyorum.
Wednesday, April 23, 2008
toren kallavi, katilim mecburi; sapina kadar milli!
Bir yetiskin olarak yarinki tatillerinde inanin gozum yok. Bugun yasadiklarini yasamamak benim icin fazladan bir gun calismaya deger.
Haydi hayirli tatiller...
Saturday, April 19, 2008
beyond the rave
Alternatif produksiyon yontemlerini dustur edinmis (yuksek oyuncu kalitesi-zekice tasarimlarla ucuza kotarilmis studyo isi gibi) Londra’li film sirketi Hammer’in bu defaki numarasi: Beyond The Rave, 20 bolum/“webisode” halinde internette, myspace'de...
Wednesday, April 16, 2008
elinde kamerasi, Jarvis
Okullu doneminde Jarvis Cocker’in cektigi dort adet filmin toplu gosterimi “My Adventures in the Avante-Garde World” adi altinda, sanatcinin memleketi Sheffield’de (Wednesday’i tutar kendisi, United degil) gerceklestirilen Sensoria Festival’in bir bolumunde yer buluyor: Love is Blue (1987), Plastic Palace People (1988), Big Head's Night In (1990), Blue & Sepia Isabella (1990). Filmleriyle ilgili tabii ki koyu iddia sahibi degil -ki bazilari beklediginden de iyi yerlere ulasmis; ornegin birinin Nightmare on Wax-Aftermath videosunda kullanilmasi gibi- en azindan bir muzik insani olarak arkaplan muziklerine kefil. Bu haber vesilesiyle belki internet uzerinden yahut alternatif kanallardan (ana-alternatif dinamikleri darmaduman; i know the world is upside down) filmlere ulasma istegi dogar diye... Yoksa yasadigimiz hayatin gerceklerini hali altina supurup, oturdugumuz yerden Sheffield’daki event haberini verelim terbiyesizligimizden degil. Halbuki Besiktas Belediyesi’nin Barbaros Iskelesi onunden Sheffield’a, festival alanina kaldirdigi otobus saatlerini de yazacaktim. Ama size yaranilmaz...
Thursday, April 10, 2008
yandim televizyonun elinden
televokasyon
Ogretim hayatim boyunca turkce kompozisyon/ingilizce essay konusu olarak defalarca kez karsilastigim televizyon yararli mi zararli mi tartismasinda kalemimin ucunu hep TV lehine sivriltmisimdir. Cunku bilincli kullanildiginda halen televizyondan alinabilecek cok seyin oldugu kanisindayim. Lakin kitlesel iletisim aracinin bir kitle imha silahi haline donusmekte oldugu gercegini de yadsiyamam. Ki medyanin bu ezici gucu de yeni bir sey degil. 2002 yilinda Bolivarci devrim sefi Hugo Chavez’i devirmek icin Amerikan menseili medya cuntasi is basindaydi. Ama “Revolution will not be Televised”. Ne yazik ki her girisim bu ornekte oldugu gibi fiyaskoyla sonuclanmiyor. Nihayetinde tum zamanlarin en basarili ve uzun soluklu sosyalizm uygulamalarindan biri olan, azimsanmayacak sayida farkli etnisite ve dinlerin tek cati altinda catismadan yasayabildigi Tito’nun Eski Yugoslavya’sini dagitma niyetli ulusalci propagandalarin siyasi kanali olmaya muktedir bir medyumdan soz ediyoruz. Bir propaganda ve provokasyon araci olarak televizyon, dunyanin gelecegine yon vermeye yetecek kudret ve titre sahip medya patronlarinin devlet politikalarina hukmetmede, ulkelerin, hatta kuresel boyutta dunyanin uzun vadeli kaderini yazmada, iktisadi ekonomilere yon vermede en onem verdigi iletisim kanali. Bu aracin bir de kitle bilincini imha silahi haline donusmesi durumu var ki, saniyorum en tehlikelisi bu…
telebilitasyon
Recete metaforu bosa degil. Televizyon ulasimi en kolay ve en legal uyusturucu. Metafordan bagimsiz radyasyonun beyine gercel uyusturucu etkisi de ayri mevzu tabii. Kiskirtma temelli kullanimi kadar, “halka ragmen demokrasi” anlayisiyla alttan alta sinsice yurutulen politikalarin basariya ulasmasi icin, “izleyiciye ragmen televizyonculuk” mantigiyla toplum bilincini pasifizasyon araci olarak yaygin bir kullanim agi var. Egemen guclerin, gelisimleri ve kalkinmalari toplumsal bilinc ve birliktelikten gecen ucuncu dunya ulkelerine western populer kultur enjeksiyonu da, zaten zayif toplumsal hareketleri iyice cilizlastiriyor. Vicdandan yoksun akillarin koca bir kitleye hitap gucunu yakalamisken hipnoz, paralizasyon, pasifizasyon gibi olgulari bu yazinin anahtar kelimeleri konumuna getirmeleri yerine, halki bilinclendirerek kendilerini bu kudrete ulastirmis sistemin carkina comak sokmalarini bekleyemeyiz, degil mi?... Yaratilan algi kirliligi, imge bombardimani ve kafa bosaltici yayin anlayisi toplumsal hafizayi, refleksi ve vicdani yerle bir ederken, mevcut durumu sorunsallastirarak sorgulama ve hakikate ulasma egilimini ortadan kaldiriyor. Izleyicinin kendisini fena halde televizyona kaptirmasinin bir baska yansimasi olan, izledigi dunyayi ve karakterleri icsellestirip kendi kimliginden kopmasi var ki, daha fazlasi icin “televizyonda” denk gelirseniz 1975 yapimi Mujdat Gezen’in “Televizyon Çocuğu” filmini kacirmayin...
telemisyon
Meslek duzeyinde tum bu kokusmus duzenden kendini patalojik bicimde soyut varsayan ve ozerkliginin oldugu sanrisina kapilan “televizyonculuk”un bahanesi her daim tetikte: Halk bunu istiyor. Hayir efendim, halk ne verirsen onu izliyor. The Jam’in “Going Underground” sarkisinda farkli dizelerde degindigi gibi: “Public gets what the public wants/Halk istedigini alir”. Ama ayni zamanda “Public wants what the public gets/Halk aldigini ister”. Evinde uyumadigi tum zamani televizyona gommus halk, elektrik kesildiginde can damarlari kesilmiscesine ölümle kardes bir komaya giriyor; tek careyi yine uyumakta buluyor. Cunku ters yonde bir akisla televizyon izleyemedigi zamani da uykuya gommek zorunda, ezberi bu... Televizyona muhtac bu bireyler ne verilirse izleyecek. Gerci uyumalari da istenmeyen bir durum olmazdi, ama ya bir gun uyanir ve cevabi verilmesi zor sorular sorarlarsa?
telefüzyon
Peki ya nitelikli-niteliksiz ayirmadan, balik hafizalara duyulan guvenle marka imajinin tam tersi programlara dahi sponsor olabilme midesizligini gosteren, milyarlarca dolarlik televizyon endustrisini dimdik ayakta tutan reklamverenlere ne demeli? Tum kalitenin dusmesinde ve televizyon denen aygitin frenkestein’lasmasinda en buyuk rolu onlar oynuyor. Tuketiciye ulasabilmek icin atmayacaklari takla, sergilemeyecekleri erdemsizlik yok. Nitelik citasi nasil mi yerin dibine geciyor? Alin size ölümcül bir döngü: Genis hitap gucu olan, kumandalarda ilk 9 u garantilemis bir kanal cok ucuz bir produksiyonla kepazelik bir programi prime-time’da ortaya atiyor. O kanalda, o saatte tuketiciyle duyusal-simgesel iliskiye girebilmek atesiyle yanip tutusan reklamveren (kufur gibi) icin bu kepazeligin hicbir onemi yok, ve dayiyor markasini. Beyni isinmis ve guce/ihtisama tapan ortalama izleyici de, program arasina giren reklam suresini ve kusaklarini gorunce, programi kendisinin farkedemedigi matah bir sey saniyor ve inatla takibe geciyor. Tabii, reklam alan program iyidir. Birbirini besleyen halkalar bu sekilde birbiri icine geciyor ve izleyici olusan bu zincire vuruluyor. Insan haliyle, acaba reklamverenler yayin kalitesini bilincli sekilde tarumar ederek TV’de izlenmeye deger tek sey olarak reklamlarin kalmasini mi hedefliyor diye dusunuyor. Ama bu, izledigi yapimlarin kalitesini sorgulayip reklamlari izlemeyi secen bir izleyici profilini baz almak olur ki, bu kisilerin de reklam yalanlarina karinlari tok olurdu. Hazir kurbanlari yakalamisken, hedef kitle (umitsiz tuketim toplumu) ile televizyon tutsaklari (tuketim cilginliginin bir baska turevi) arasindaki yuksek korelasyondan yurumek varken bu stratejiye ne gerek? Tuketim toplumunu sahlanma ve ayakta durma gucunu bu beyni uyusmus bireylerden aliyor. Bu iste para var cok milyon…
televizyonu kapatma davasi
Erci-E bundan 15 kusur yil once populer kulturu tefe koyan sarkisinda "televizyon, ölü bir vizyon; bu iste para var cok milyon" derken gelecekte gun be gun cirkinlesecek TV ekranini erkenden haber veriyordu. Gecmisi/mi goz onune aldigimda halen televizyona inansam ve bir avuc ilke sahibi kanalin yayin anlayisini umit verici bulsam da, ahvalin geneli cok asap bozucu. Kendimce anten kablosunu cekip televizyonu bir haftaligina kapatma karari aliyorum. Mutfaktaki televizyon kapsam disi, tabii ki...
Wednesday, April 9, 2008
6nin 3lu kombinasyonu
Beceriksizligin Psikopatolojisi
Ingilizceyi bu yüzden seviyorum işte. Ingilizce bir kelimenin Türkçe tam karşılığı aklınıza gelmeyince -ya da böyle bir anlam hiç olmayınca- o kelimeyi mırıldanıp dudağınızı 'hmmm' dercesine bükebilir ve sizi dinleyen kişiye 'hadi ama, bana yardımcı ol da şu dilimin ucundakini dökeyim!' sinyalleri gönderen el kol hareketleri yapabilirsiniz. Gifted da o kelime grubunda. Yetenekli olma durumu var, fakat bunlar kazanılmış şeyler değil. 'Metafizik bir varlık tarafından bahşedilmiş ayrıcalıklı kişi' ya da kısaca 'Allah'ın sevdiği kulu' anlamına geliyor. Ancak tek kelimelik doyurucu bir karşılığını bilmiyorum. Tek başına 'yetenekli' , 'maharetli' gibi adlandırmalar, aynı kuvvette / yoğunlukta değil . Gizem yok, mistifikasyon yok. Ne anladım ben o işten?
Her çarşamba günü öğleden sonraları toplantıya giriyorum. Masanın çevresindeki grup içerisinde birileri çeşitli şemalar eşliğinde birşeyler anlatıyor. Scorecard'lar, KPI'lar, Process'ler, Progress'ler havada uçuşuyor ama benim konuyla zerre ilgim yok. Sol dirseğimi masaya koyduğum ve başımı sol avucuma yasladığım halde, sanki akan görüntülere bakıyormuş gibi bir pozisyonda hafif bir uykuya geçmeye çalıyorum, ama bir yandan da tırsıyorum. Fark eden olursa büyük rezillik. Ne katakulliler yapabileceğimle ilgili gerilimleri yaşarken bir anda farklı bir boyutun kapıları açılıyor ve - guess what? - Sergen'i düşünmeye başlıyorum. İşte bu adam belki de benim ömrü hayatım boyunca izlediğim / izleyebileceğim en 'gifted' insandı. Bütün kariyeri boyunca yeteneklerini yeterli seviyede kullanmamakla eleştirildi. Fakat aslında, bana kalırsa onun en büyük meziyeti tam da bu noktadaydı. Asla taviz vermedi, canını hiç sıkmadı, kafasını yormadı, sonuna bakmadı, adam olmadı, gittiği - gezdiği her yerde çok sevildi. Üstelik, bu 'değerlendirilmemiş kabiliyet' durumu, Sergen'e hep 'o ki istese dünyaları yerinden oynatır' havası kattı. Kim bilir belki gerçekten de bunu başarabilirdi. Fakat, ya canını dişine taksaydı ve yine de arzu edilen seviyeye gelemeseydi? Aynı durum bütün erken göçen 'yetenekler' için de tartışılır; Hendrix ölmeseydi, Cobain yaşasaydı gibi... Peki ya yaşasalardı ve örneğin hayatının son demlerinde Vietnam savaşını savunacak kadar 'geriye giden' Jack London gibi kendi imgelerini berbat etselerdi?
Evet, ev ödevi olarak 300 kelimeyi aşmayacak şekilde "if I was Sergen, I would..." konulu bir kompozisyon bekliyorum.