Monday, January 28, 2008
LEGO 50 yasinda. Ya alter[ed] egolar?
cilala - parlat
Friday, January 25, 2008
800'e anlasalim
Stalin'in meshur lafindan esinle, olu sayisinin artik bir dram ya da trajedi olmaktan cikip sadece istatistik oldugu, dunya eksenine kambur bir baska kitanin ulkesi Kenya'da iktidar lideri Kibaki ve muhalefet lideri Odinga'dan olusan iki rakibin el sikismasi icin 800'e yakin yasam, 250 bine yakin insanin da evinden olmasi gerekti. Bu fotografin, yillar icinde edindigi silik, basiretsiz ve etkisiz imajini toparlamak icin yetiskin nesillerden umudunu kesen ve Spider Man'le anlasarak yeni jenerasyonlarin kahramani olmaya ugrasan BM'nin, insanlik suclarinin sadik seyircisi eski genel sekreteri Kofi Annan'in girisimi sonucu olmasi, tablonun kaliciligina olan guveni sarsmaya yetiyor. 800'un katlarinda bulusuruz...
Thursday, January 24, 2008
geliyor macho man, dagdan done done
#3
girl you'll be a woman soon
#2
it's a man's world
#1
a man without love
Wednesday, January 23, 2008
Mp3'e şerh / alayına go
~
Ses'in kaydedilmesi / saklanması / dağıtılması geç 19. asırdan daha eskiye uzanmıyor. Özellikle 1950lerden itibaren giderek yayılan longplay'lerden cd'lerin dahi demode bulunduğu bugüne, müzik endüstrisinin amiral gemisi ve turnusol kağıdı albüm satışları oldu. Pazarlama hamleleri, konser turları ve her tür yan faaliyetin* merkezinde kayıtlar yer aldı. Napster bombası ile başlayıp şimdilerde kökü dünyanın çekirdeğine uzanan mp3 indirme alışkanlığı, endüstrinin temellerini sarsacak ve onu yeniden yapılanmaya itecek kadar ciddi bir durum. Her ne kadar yapımcılar tarafından hala ve inatla korsan olarak adlandırılıyor (ki bu ifade bence olumlu anlamlar taşıyor) ve illegal'liği vurgulanıyor ise de, beleş download & mp3, günün egemen formu. Tartışma daha çok bu ticari minvalde dönedursun, benim derdim başka tarafta.
Kronolojik sıra ile; plak / ara format kartuş / kaset / cd, müziğin bilinen hardcopy kopyalama biçimleri. Şahsen gönlüm plak'tan yana, ancak tamamına saygım sonsuz. Değişim değerini ödeyerek bir albümü aldığımda tattığım hazzı, orta 2. sınıfta Nike Air Jordan çiftini ayağıma geçirdiğimde yaşamadım. Tabii bu kerameti kendindem menkul bir mutluluk değil (belki de öyle). Herşeyden evvel albüm dediğiniz şey bütünlüklü bir işçilik. Kapak tasarımı (hatta kapağın üretildiği madde) **, kartoneti ve belli bir tercih sonucu dizilmiş şarkıları ile birbiriyle ilintili doku, görüntü ve seslerin toplamı; onların toplumsal alanda artistic ifadesi, yayımı... Şahsen üzerinde şarkı sözleri yazılı örnekleri tercih ederim fakat, kartoneti müzikal içeriğini aşan albümler gördü bu gözler. Duyulara ilişkin son not, ses kalitesi üzerine... Mp3'ün Ipod kulaklıklarını aşıp kendisinden önceki formatlarla rekabete tutuşmasının mümkün olmadığını tespit edebilmek için ses mühendisiliği diplomasına gerek yok. Hatta böyle bir meslek var mı, onu da bilmiyorum.
Mp3 nitelik zaafiyetini nicel bolluğuyla ve kolay erişilebilirliği ile örtüyor -ki esasında bu başlı başına bir sorun. Sınırsız kayıtlı materyali hard disk'e indirmek keşif açısından pek hayırlı bir icraat. Mamafih sınırsız paylaşımının dinleyicide obeziteye sebebiyet verdiği, müziğin görece değersizleşmesine neden olduğu gözlemlenebilir bir vak'a. Kendimden biliyorum. (On)binlerce şarkıya gelişigüzel (shuffle mode: on) kulak kabartırken veya ortalama 10-12 şarkıdan mürekkep albümleri dinlerken aynı konsantrasyon seviyesini tutturmak -en iyimser tabirle- hayli güç. Eşya ve download arasındaki, bir nev'i fast food vs. annemizin mutfağı rekabeti. Bir music store'a yönelip cd ya plak almak, fazlasıyla romantik ancak kesinlikle daha sağlıklı. Şahsen, bütçem elveriyorsa ve içeriğe dair kuşkular taşımıyorsam, mülkiyetçi dürtülerime teslim oluyor ve satın alıyorum. Yok eğer macera peşindeysem, soulseek'e yöneliyorum. İçimden tok bir ses "idare-i maslahtçilar esaslı devrim yapamazlar" diyor ama kulak asmıyorum. Oportünizmin keyfini sürüyorum. Sefam olsun.
-o-
*98 senesinden bir anı. Rolling Stones Bridges to Babylon turnesi çerçevesinde Istanbul'un kapılarına dayanıyor. Sponsorlardan N1 Tv'den kazandığım biletle Ali Sami Yen yollarına düşüyorum. Tribünde, uzak kale arkasında yer aldığımız için üzerinde Stones'un dilleyen logosu basılmış official dürbün'lerinden satın alıyorum. Sonra bizi saha içine alıyorlar fakat bu sefer de 2 metrelik adamlar hemen önümde baraj kuruyorlar. Ben ne yapıyorum? Gidip üzerinde 32 diş sırıtan bir Jagger resmi bulunan Stones Periskoplarından ediniyorum. Sonra konser başlıyor ve... ortalık toz duman. Kabul, bende biraz saflık var. Fakat başarılı pazarlama da böyle birşey olsa gerek.
**Kendi çektiğim kasetlere az mı kapak hazırladım. Keziah Jones'a yaptığım mavili tasarımlar, hiç de fena değildi.
Monday, January 21, 2008
zil calmaca, cam kirmaca, lastik patlatmaca
Icraatlar lastiklari indirilen -subaplari zorluk cikardiysa lastikleri yarilan-, cizilen, anteni kirilan, caminda bir parmak aciklik varsa ic hacmi cakil taslariyla doldurulan, farlari kirilan otomobillerden tutun da apartmanin (hem de kendi apartmanimizin) butun bahcesini sulamaya yarayan metrelerce uzunluktaki kalin hortumun kuyunun icine ebediyen atilmasina kadar hayal gucunu zorlayacak sayisiz itlik-pisligi iceriyordu. Mahallede bir Sosyal Guvenlik Reformu’na ihtiyac oldugu kesindi. Civardaki orta sinifin yasadigi huzursuzluk da Haneke’ye pekala malzeme olabilirdi. Ama bizi durdurmak imkansizdi. Mallarina zarar verdigimiz kisilerin cogunu taniyor, hatta seviyorduk da... Misal her kis bimbir zahmetle Caddebostan’dan arabasina bagladigi kizakla cektirdigi ve bahcede tahta konstruksuyonlara zorlukla oturttugu sandallarini karada devirip alabora ettigimiz Ayhan amcayi cok seviyorduk. Uc insan gucu gerektiren tekrar tahta kaziklara oturtma isinde yardimci oldugumuz bile olmustur (cunku ilkinde bizim yaptigimizi cakmamis, yardimimizi seve seve kabul etmisti). Rahmetli oldugunda benim kadar uzulen bir cocuk oldugunu da sanmam. Uc saat ugrasip yaptigi isi bir saniyede yerle yeksan ettigimiz icin bizim derdimizden agladigini bildigim, bilincli bes sut denemesinden sonra camini cercevesini indirdigimiz kapicimiz Satilmis amcayi da cok seviyorduk. Ocagina incir agaci diktigimiz hicbir sahsiyetin olayi kisisel almasini istemem.
Mahalleli beni sorumlu tutmuyordu. Aslinda isin icinde oldugumu elbet biliyorlardi fakat masa oldugumu dusunuyorlardi. Eh yalan da degildi. Butun arkadaslarim benden en az dort yas buyuktu (o cagda bu yas farki jenerasyon farkina tekabul eder) ve yonlendirildigim dogruydu. Kimse kusura bakmasin yemisim mahalle baskisini. Ceteye karsi gelip mahalle takiminin kadrosundan cikarilmaya da hic mi hic niyetim yoktu. Futbolun meyvesi goldur ve benim hep sahada olmam, goller atmam gerekiyordu. Takimdan ayri duz kosu, sag acik top toplayiciligi gibi mevkiler kaldirabilecegim seyler degildi.
Mahalleyi 11 yasinda terkedince icraatlar da kendi namima kesilmis oldu. Acikcasi ortaokula henuz baslamistim ki farkli arkadas gruplari, yeni ozentiler ve heveslerle birlikte kesilmesi gerektigini de dusunuyordum. Durumdan yirtmaya ve kendine bir hayat edinmeye calisan arkadaslarin basina gelenleri gordukce vaziyetin vehametini daha iyi anliyordum. Tasinmamiza az bir zaman kala bu egilimdeki arkadaslarimizdan Eren, ust sokaktaki flortunu mahalleye getirmisti (lanetim uzerine olsun diye ant verdigim universite bolum baskanim buna eminim “yanlis hata” derdi). Ergenlige atilim doneminde Eren’in ustelik bunu bir de uygulamaya dokebilmesini icine sindiremeyen elebasimiz Levent’in yine akillara durgunluk veren bir sabotaj girisiminde bulunmasi uzun surmeyecekti. Beni gezdirme vaadiyle Satilmis amcanin komur tasidigi el arabasina atip, uzun bir mesafede azami surate ciktiktan sonra aci bir frenle cicegi burnunda ciftin onune firlativerdigi ve Eren’in karizmasini yerle bir ettigi gun anlamistim ki, iyi ki tasiniyorduk...
Bir dahaki bolumde Rezzan teyzeye gec kalinmis bir ozur...
Saturday, January 19, 2008
Thursday, January 17, 2008
...Şimdi Blur olacaktı ki!
Fazla umursamaz, başına buyruk, dünya işlerini boşlamış - ve bu haliyle aslında daha geleneksel rock ikonu pozisyonundaki - Gallagher'lar gibi; daha arayışçı ( Girls & Boys'dan Tender'a düz bir çizgi çekmek hayli zor), eğlenceli, politik Albarn'nın da gözü en yukarıdaydı; 1 numara' da. Gökkubbenin altındaki herkesin ve herşeyin üzerinde, Madonna'nın bile :S
Doğruyu söylemek gerekirse, aralarında hedefi tutturabilen çıkmadı. Ve söylemesi daha güç bir hakikat; Oasis'in Wonderwall'i, gelmiş geçmiş en büyük hitlerinden biri sıfatına hak kazandı. Hatta belki de tepesinde R.E.M. / Losing My Religion'in bulunduğu, "tüm zamanların en çok çalınan ve kabak tadı veren 10 şarkısı" listesine 8 numaradan girmeyi başardı. Bizde yalan yok; şöhret kantarında Liam ve Noel ağır bastılar.
2000 barajı aşıldığında Blur, fan'larını tatmin eden işlerle yoluna devam ediyordu. Uzun süredir birarada oynayan takımın oturmuş kimyasına efsanevi William Orbit'ın simyası eklendi, ve ortaya her telin en güzelinden çalan 13 çıktı (başka isim mi bulamadınız?) . Bana öyle geliyor ki, o dönem Albarn - Coxon edebiyat'i , Gallagher Best-Seller'ini sollamayı başardı. Blur'un çeşitleme yeteneği ve üstün üretkenliği, onları arzuladıkları gibi global ölçekte en tepeye çıkarmasa da (galiba o tarihte tahtta Eminem oturuyordu) bayağı saygın ve sağlam bir yer edinmelerini sağladı. Albarn Gorillaz işini patlattı, Irak'ın işgaline karşı düzenlenen mitinglerin çağırıcılığını yaptı vs... Derken Marakeş günleri ve içime, ne yaptıysam sinmeyen Think Tank geldi. Bilmiyorum, belki ayrılık kokularını aldım (ah o benim ruhani kudretim), belki de etnik dozaj biraz aşırıya kaçmıştı ve ben, enerjik + havai The Great Escape günlerinin döneceği hülyası ile pek kıymetli zamanımı çarçur ediyordum. Velhasıl beklenen / korkulan vücuda geldi; Coxon gemiyi terk etti. Kazanan takım bozuldu. Dahi ve naive 2 numara, 2 numara rolünden sıkıldı. Her büyük (belki küçüklerin de) topluluğun başına gelmesi beklenebilir bir mevzu... Grup büyür, egolar şişer, insanlar birbirine kıl olur ("lan bu damon sümüğünü mü yiyo?") ve müzik ölür. Kanser gibi sanki, bir gün geleceğini biliyorsunuz, ancak yine de mangalda kömür kıvamına ulaşmış etleri mideye indiriyorsunuz.
Pekiyi, bu arada Oasis ne yaptı? Cocaine takıldı, kavga etti, tutuklandı ve galiba birkaç da albüm çıkardı. Özünde, Ne yapıp edip hayatta kaldı. Belki de bu "her an aşırı dozdan veya serserilikten ölebilir" durumu, standard rock star için hayatta kalmanın en güvenli biçimidir (buraya yazıyorum Keith Richards'tan önce Cat Stevens ölecek). Tabii hayatta kalmak her zaman en hayırlısı değildir. Blur ha birleşti ha birleşecek derken, Oasis yoluna devam etti, canlı kayıtlar, best of'lar yayınlayarak yan paslarla top çevirdi. Ne yazık, zoraki / ticari stop the clocks'a "saatleri ayarlama enstitüsü" kontrası yapacak birileri hiç olmayacak.
Tuesday, January 15, 2008
patagonya’ya gocerdim de… orasi daha zor be abi!
“I’d go to Patagonia, but it’s harder there”…
Bu topraklarda envayi cesit geri kalmislik, usulsuzluk ve carpiklik meselelerine referans olarak dile pelesenk edilen “oteki-dunya” bolgesi Patagonya’nin, kullanim pratiginin yarattigi yaygin sanrinin disina cikip Afrika’da olmadigini ogrenmek icin ya usenmeyip cografya atlasini acmak, ya da bilgiye baska sekilde ulasmak gerekiyor. Bu durumu icerlemis olacagim ki kafamdan hayali bir eylem plani bile geciyordu. Mucadeleleri ve kazanilmis haklariyla yerkure uzerindeki denklerine kiyasla bir azinlik utopyasi gibi duran yuce Katalan halkinin, kimlik kartlarini PVC kaplatircasina buyuk organizasyonlarda actiklari “Catalonia is not Spain” pankartindan esinlenerek: “Patagoina is not Africa” dovizli bir pankart... Eylem mekani olarak Inonu Stadi’ni secmem ayri bir absurdluk gibi tinlayabilir. Lakin her zora dustugunde Patagonya'yi kufur mahiyetinde sarfeden kultur atesesi futbol yorumculari, lekenin ve dezenformasyonun kalbine islemek icin iyi bir baslangic olabilirdi.
Sahi neydi malum sarkidaki Patagonya meseli? Kutuphanelerden aldigi gucle dunya dertlerinin sozcusu (Hasankeyf icin de bir sarki siparis edilebilir), oryantalizmle de kavgali bu derin murekkep muzik grubu Patagonya’yi “öcü” kabilinden bir noktalama kelimesi olarak kullanamazdi. Biraz kurcalayinca ortaya Eduardo Galeano’nun Tersine Dunya Okulu’nun mufredatina girmeye muktedir bir sey cikti: Medeniyetin ve refahin besigi [birilerine mezar olmus, ayri] Avrupa’dan dunyanin isirgan otu dolu arka bahcelerinden birine, ekonomik ve kulturel acidan bir anlamda “tersine goc” soz konusuydu.
Manics’in anavatani Galler ile Patagonya arasinda yaklasik 150 yila yaslanan bir bag var. 1850’lerde ekonomik zorluklar Galler halkini goce zorlayinca, ilk deneme olarak pek cok farkli goc akimina varis noktasi olmus "ozgurlukler ulkesi" Birlesik Devletler’in kapisi caliniyor. Amerika’nin kuzeyine konuslanan fakat dil, kimlik, gelenek ve kulturlerini kaybetme tehlikesiyle karsi karsiya kalan kucuk bir koloni, elcileri profesor Micheal D. Jones’un da girisimleriyle muhtemel asilimasyona karsi yeni bir yerlesim alani arayisina giriyor. Iste bu noktada, Arjantin hukumetiyle yapilan anlasma ile Guney Amerika’nin bile en guneyindeki ince dar burnu kaplayan, adini mistik dev insan irki Patagon’lardan alan, Ant daglarinin ortadan ikiye Arjantin ve Sili olarak ayirdigi bu bolgenin dogu kesimi (Arjantin Patagonyasi) devreye giriyor. Ekseriyetle yasadigi agir ekonomik bunalimdan dolayi Galler'in guneyindeki maden iscilerinin katilimiyla goc artarak devam ediyor. Lakin vaadedilen cennet toprak fantezisi, cetin cografik yapi ve tabiat kosullariyla gerceklikteki karsiligini bulmakta gec kalmiyor. Fiziki zorluklara siyasi ve beseri calkantilar ekleniyor. Goc kanalina disardan kaynak yapan farkli irklarin misafir nufusu iyice kalabaliklastirmasi, bolgede otoriter baskinin artmasi, Galli kimligi yasatma konusundaki siyasi anlasmazliklar (holy anadilde egitim sorunu!) ve 1870’de Arjantin hukumetiyle ayyuka cikan husumet eklenince (Falkland Savaslari’nin nuveleri bu tansiyona kadar gider), vaziyet yuz yillik, hatta cercevesi kesin bir mutabakata baglanamadigi dusunulurse gunumuze kadar suregelen bir burokratik krize donusuyor. Manics de bosuna "orasi daha zor" demiyor. Tum bunlara ragmen bolgede bugune korunarak gelmis somut bir Galler kimliginden ve sayisi binlerle telaffuz edilen Galce konusan bir topluluktan bahsetmek mumkun. Deyip duralim.
Ama bunu saymiyor, bir gun Patagonya’ya ocean spray icmeye de bekliyoruz...
Sunday, January 13, 2008
modernizmi özledim, bana mazlum'u getirin
Situasyonistlerin kaptan-ı deryası Guy Debord 1957 tarihli durum tahlilinde modern kültürün iki merkezi bulunduğunu, bunların da Paris ve Moskova olduğunu belirtiyordu. Soğuk savaş ve 2 kutuplu dünya düzeni üzerine yapılmış pek çok farklı analizden biri. Debord, Paris'te filizlenen ve pek de Fransız olmayan tarz(lar)ın Avrupa, Amerika ve Japonya gibi -sonra "1. dünya", daha sonra "kuzey" adlandırması yapılacak - kapitalizmin zengin ükelerini etkilediğini, Moskova'da devlet eliyle empoze edilen tarzın ise, sosyalist bloğu kapsadığını ve kısmen de olsa Paris'e (ve dolayısıyla orada yeşerene) kadar uzandığını iddia ediyordu.
Yirmi birinci asrın bahtsız dünyasında işler biraz daha farklı.
Güncel Kültürün merkezini tespit edebilmek için mağaza vitrinlerini takip etmek yeterli: London - Paris - New York - Milano - (etc. now in Istanbul, soon in Ankara...) Moda her zaman tarz'ı belirledi ya da onun takipçisi oldu. Fakat bana öyle geliyor ki, tarzını kaybetmiş insanoğlunun elinde gününü kaydetmek adına kalan tek vasat, moda (burada ve buradan sonrasında moda'dan kasıt "giyim & kuşam" işidir).
20. yüzyılın özellikle 2. yarısı mainstream açısından bile hayli bereketli geçti (ben gördüm, or'dan biliyorum) . Misal; Wallerstein'in pek haklı olarak 1848den sonra 2. dünya devrimi kabul ettiği '68 hareketi, siyasi yönelimi, cinsel özgürleşme pratiği, müziği, kendi dili, yaygın uyuşturucu kullanımı, Vietnam gündemi ve nihayet modası ile dönemine has bir tarzı ifade ediyordu. Tabii onu önceleyen Rock'n Roll kuşağı ve Bobstil "asi gençlik" furyası da, kendine özgü nitelikler taşıdı. Deri ceketler, blue jean'in yaygınlaşması, kadınların pantolonu keşfi, motorsiklet çılgınlığı, chicken run'lar ve tabii biryantinli parlak saçlar (sıkı örnek: american graffiti, dandik müzikal fırtına: grease ) ... Yaş grubumuzun çoktan vitaminini emip posasını çıkardığı 80lere temas etmesek daha iyi (komple 80s ve erken 90s nostaljisi dahi çabucak tüketilen talihsiz zamanlar)
Velhasıl, doksanlardan bugüne süren kısa 21. yüzyıl içerisinde - alüminyum folyoya sarılmış füturistik / mizahi insan modeli dışında - belirginleşmiş, öne çıkmış ve toplumsal sınıfların tamamına yayılmış herhangi bir akımdan bahsedemiyoruz. Üstelik, bugün "trend" dediğimiz, geçmişin kötü kopyası olmaktan öteye geçmiyor. Rem Koolhaas'ın 21. yuzyıl'ın hemen başındaki Junkspace (hurda/çöp uzam) tanımı, güncelin geçmişle ilişkisini ve geçmişin mirası / birikimi / geleneği ile hesaplaşma biçimini ele alırken kayda değer bir referans. Koolhaas'a göre, modernizm'in, bilimin nimetlerini evrensele yaymak gibi rasyonel bir programı vardı. Junkspace ise onun ilahlaştırılması ya da eritilmesi. Çok değil, bir önceki kuşağın yazarları, sinemacıları 2001 senesinden neler bekliyordu? Uzayda fink atan kadın ve erkekler, yok olmuş sınırlar, özgürlükçü ya da en azından bir distopya'yı besleyecek kadar büyük ölçekli totaliter toplumsal değişimler filan... Oysa gerçekte olan biten, dikkate değmeyecek kadar ufak. Aslında, kameralı cep telefonu da fena sayılmaz. ~ google ads: Bonus Kart'a 12 taksit imkanıyla~
oyun-set-mac: tenissever
Erkeklerde 1 numarali seri basi gectigimiz yilin ve toplamda turnuvanin uc kez sampiyonu Isvicreli Roger Federer. Henuz 26 yasinda kariyerinde tenisin tum zamanlar rekorlarini kirma donemecine giren, bu yil Sampras'in 14 grand slam rekorunu muhtemelen kirmis olacak Federer'i Avustralya Acik'in, oyuncunun form grafigi ve turnuvadaki gecmis performansi da hasaba katildiginda, bu hedefinden saptirmasi beklenmiyor. Bayanlarda 1 numarali seribasi ise gecen yil sakatligi sebebiyle katilamayan ancak katildigi diger uc Grand Slam'in ikisini kazanan, birinde final oynayan oldukca formda bir isim; Belcikali Justine Henin. Gecen yilin seri basi olmadan katilan sampiyonu Serena Williams'in bu turnuvayla ozel bir bagi oldugunu unutmamak gerekiyor. Toplamda 3 sampiyonluk ile faal tenisciler arasinda birinci durumdaki Serena turnuvanin bir baska favorisi. Bir de son yillarda her turnuvada son 8'i domine eden fakat sonunu getiremeyen Rus tenisciler var. Bu kez iclerinden ipi gogusleyen cikacak mi merak konusu...
Tenissever biri icin bir oyuncu adina fanlik muessesesinin devreye girmesi durumunda –hele bu oyuncu performans bakimindan da istikrar sahibiyse- seyir zevki tadindan yenmez bir lezzet hali alir. Bu erkeklerde Stefan Edberg, kadinlarda da Steffi Graf’dan bu yana musdarip oldugum bir dert. Micheal Stich, Arazi, Carlos Moya, Goran Ivanisevic, Marat Safin saman alevinden orta hallice basarilarla gunubirlik yuzumu guldurduyseler de hegemonya sinyallerini aldigimdan beri motivasyon gucum herhangi bir tenis oyuncusundan ziyade Anti-Federer idi. Bugun halen rakibi kimse onu tutuyorum, ancak kupume zarar turunden asabiyetle izlemek ve husrana ugramaktansa, buyuklugunu kabul ettigim bu "tum-zamanlar" adaminin sundugu ziyafetin tadina variyorum. Graf sonrasi bayanlarda ise Barbara Schett ve Dominique Van Rooost hayal kirikliklarinin ardindan –uzun bir aradan sonra- favorim Ana Ivanovic. Henuz uc yildir grand slam’lere katilan ve inisli cikisli bir grafik cizen, fakat gectigimiz yil gelisim kaydeden taze Sirp guzelin devler liginde ne yapacagini merakla bekliyorum. Bu denli maskulen tenis figurlerinin arasinda isi elbette zor. Guzel olmasa tutar miydim? Yazik ki hayir...
Thursday, January 10, 2008
RRIICCEE'in tadina bakamamak...
RRIICCEE muzik endustrisine yabanci ve yaratici bir proje. Grup sarki yazmiyor, beste yapmiyor, studyoya girmiyor, kayit yapmiyor. Sadece konser veriyor, hazirlanmis parcalari calmak yerine sahnede canli canli dogaclama yapiyor. Haliyle ne basi sonu, ne janri, ne de yapisi belli sarkilar calinmiyor. Gallo nasil ayan-beyan otobiyografik ogeler tasiyan filmlerine dair “otobiyografi” kelimesini duydugunda zivanadan cikiyorsa, bu projede sigortasini attiran anahtar kelime de “dogaclama”. Dogaclamanin bu projeyi tanimlamak icin iyi ve yeterli bir kelime olmadigini belirten Gallo, projenin daha ziyade sahnede es zamanli olarak hem muzik uretme, hem de performans sergileme uzerine kurulu oldugunu, ve bu sekilde kaliplarin disina cikmis olduklarini mustuluyor. Gecmiste Pork, Gray, Bohack, The Plastics ve Bunny gibi gruplarda, kimisinde ressam Jean Michel Basquiat, kimisinde gitar profesoru John Frusciante (Red Hot Chili Peppers) ile birlikte yer alan ve cektigi filmlerin muziklerini de yapan Gallo, kanimca ozellikle 2001 tarihli Warp Records’dan kendi adiyla cikmis olan “When” albumuyle sinemanin yani sira muzikte de sakasi olmadigini kanitlamisti. Bakalim bu girisim nasil bir gelisim ve sonuc getirecek...
Evrensel kumenin konser izleyicileri disinda kalan kismina pek bir sey ifade etmedigi ve oldukca kapali bir olusum olarak kaldigindan, bu siradisiligin fonksiyonelligi elbette tartismaya acik. Belki kitlelere ulasma konusunda bir takim duzenlemelerle [profesyonelce kotarilmis performans kayitlarinin yayimlanmasi, farkli cografyalarda turne girisimleri gibi] proje daha fazla anlam kazanabilir. Kapatmadan iskillenme hakkimi da kullanmis olayim: Acaba grubun isminde Gallo’nun hararetle alkis tuttugu Bush hukumetinin vazgecilmez oyuncusu Condoleezza’ya bir atif mi var?
Wednesday, January 9, 2008
hayırsever eküri: bill ve bono
Bono demişken... Bir süre önce Afrika AIDS derneği Bono ve Bon Geldof kişilerinin önayak olduğu Band Aid, Live Aid, Live8 ve türevi kampanyalara, aslında kıtanın problemlerini daha da derinleştirdiği gerekçesi ile karşı olduklarını açıkladı. African Aid Action (AAA) ihtiyar heyeti başkanı Jobs Selasie de bu fikre katılıyor ve yardım organizasyonlarının kıtada yolsuzluğu (dağıtım meselesi olsa gerek) ve bağımlılığı artırdığının altını çiziyor. Selasie'ye bakılırsa Batı Medyasının politik doğruculuk takıntısı Afrika'da hüküm süren yoksulluğunun asıl sebeplerini hasır altı ediyor. AAA verilerine göre, Band Aid'den bugüne, kıta üzerinde yardımla yaşayanların oranı yüzde 500 arttı. Aynı zaman dilimi içerisinde 20% si denizaşırı yardımlardan oluşan ülke bütçelerinde bu oran 70% e tırmandı. Selasie "Organizatörler, dernekler ve hukumetlerin doğru planı yoktu. Afrikalı girişimcileri, sıradan insanları, yerel organizasyonları dışladılar ve sonunda yardım işi başarısız oldu" diyor ve ekliyor "değişimi dışarıdan empoze edemezsiniz, içeriden başlamalı. Afrikalılar yozlaşmaya karşı savaşmalı ve çok çalışmalı" (sessizlik)
Tuesday, January 8, 2008
playboy mansion'da ilahi komedya
1953 senesinde cover'a Marilyn Monroe'yu yerleştirerek (yani M.M. tarihin ilk playmate'i) çıkış yapan Playboy, zaman içerisinde bir imparatorluğa evrilirken Hef -meslektaşı Hustler'in patronu Larry Flynt'in çalkantılı kariyerinin aksine- zirveye doğru soluksuz tırmanışını sürdürdü. Öyle ki Hef'in kendisi yayıncılık dünyasında bir ikon'a dönüşürken düzenlediği Playboy Mansion partilerine davetli olmak - bu efsanevi event'lere şahitlik etmek - katılımcıların kendilerini exclusive hissetmeleri için yetti de arttı.
generation sex respects the rights of girls
lirikleriyle konu meşruiyetin sınırlarını çizmişti. Bu 2 kuple meselenin özünü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. İsteğe bağlı olarak üzerine kremşanti ve çilek eklenebilir. bon apetit.
- fin de siecle -
*sıçmak edimi ve tuvalet adabı medeniyetler kakışmasında hayli merkezi bir yerde. Aşina olduğumuz milliyetçi retorik Avrupa'nın tuvaleti bizden öğrendiği ile övünürken; Batı, Doğu'nun zeminde bir delikten ibaret basit düzeneğini barbarca buldu. Muhtemelen vulgar ortadoğu'lunun çarpık uygarlaşmasına çarpıcı bir örnek teşkil etmesi nedeniyle 'altın tuvalet' haberi bayağı ilgi uyandırmıştı. Oysa Leonardo di Caprio'nun uzaktan kumandalı ve sifondaki suyu ekolojik normlara cevap veren birkaç bin dolarlık 'fonksiyonel' tuvaleti alkışlarla karşılandı.
degisik bir psikoloji, bir felsefe Scientology
Scientology, 1950’li yillarda fantastik bilim-kurgu yazari Ron Hubard’in gelistirdigi, insanligin anca dunya zilyonlarca yil once zehirlenmis ruhlardan arindirildiginda hidayete erecegini savunan, sonradan dini akima evrilen bir felsefe akimi (!). Tum tek tanrili dinlerle uyumlu “plug and pray” bu inanclar butunu yukseltilebilir ozellikleriyle de dikkat cekiyor. Oyle ki basta monoteistik dinlere kuma olmayi mesele etmeyen bu inanc seti eger mumin isterse suncacik zaman diliminde insa ettigi teolojisiyle inanc dunyasini tek basina doldurma vaadini de verebiliyor. Kutsal hacsa kutsal hac, kiliseyse kilise. Ana akima benzer pratiklerle (hristiyanlik) propagandayi caktirmadan araya sikistirmanin ve zengin batiyi kendi safina cekmenin kestirme yolu olarak tabii. Ayrica Hamburg ve Los Angeles gibi dunya sehirlerinde yogun faaliyet gosterebilen, Ispanya’dan Avustralya’ya pek cok muhasir medeniyet tarafindan yasal olarak taninmis bir din. Vecibeler de alabildigine zahmetsiz. E bunlarin birkac bin papellik mutevazi bir bedeli olacak elbet. Endise etmeyin, ilk sevap tarikata giris ucretine dahil. Kulahinizda yer varsa bu dinin orijini, detayi, ogretileri ve “moneyfesto”suna dair bilgiler nice/gani… Ne var ki bu bilgiler zaten arka plani siyah olan ve okudukca fontun renginin de koyulastigi hissini verecek bu blog’u basar.
Simdi sahsima bir iyi bir de kotu haberim var. Her zaman oldugu gibi iyi olanla basliyorum: Cakma teoljisiyle Hristiyanligin bir uzantisi, hatta bir mezhebi gibi olan bu patolojinin bu topraklardan uzak olma ihtimalinin yakinligi. Zira ortaya reiki-fengshui-kabala karisik has Anadolu evladi budist Berrak Su kizimizin kalkip bir Scientolgy-Islam sentezi olmaya kalkisacagini, bu ikonlarla zaten misyoner faaliyet suphesiyle her an galeyana gelmeye tesne ulusal mahalle baskisini test etmeyi deneyecegini sanmam. Ki bu da katkidir yakin cevrimici akil sagligimiza. Kotu haber ise su iki maddenin kesistigi yerde cikiyor: 1) Orgut medyadaki gozu kulagi Ajans Press’le calisiyormus ve haberleri ya da yorumlariyla haklarinda ileri geri sallayan herkese catir cutur dava aciyormus. Panter Emel gibi bir nevi, ihlal nerde bunlar orda. 2) Yakin tarihli bir habere gore Turkler yeni murid hedefiymis. Tirsiyorum, ya burayi da okurlarsa? :(. Zengin kulup sonucta. Su yukardaki haci Kont Dracula’ya tutsalar benzi atar iflahi kesilir. Neyse ki blog’un adresi kayinbiraderin ustune gecirdik, kralini tanimam…
Monday, January 7, 2008
meraklısına breaking news
30 yıllık madenle ilgili haber gani. Haziran ortasında duzenlecek Isle of Wight Festivalin'de yeniden toplanan başka bir grup, Police'le beraber sahne alacaklar. Garip, ama gerçek. Festival Zamanda Yolculuk meraklıları için biçilmiş kaftan. 1999'da düzenlenen çakma Woodstock DVD'sini yanında getirmeyenler ve Muazzez Ersoy Nostalgia serisini tersten okuyamayanlar festival alanına adebayor.
foto: Richard E. Aaron.
NME'den aktaran: haunted naïve
Saturday, January 5, 2008
hadid'i beklerken
Mimari anlamda 2000li yıllar, Ispanya Kralı Juan Carlos'un 18 Ekim 1997 tarihli, had safhada mühim "Guggenheim Muzesinin açılışını yapıyorum" sözleri ile başladı. Bundan 10 yıl kadar önce Frank Gehry'nin Bilbao'daki gözalıcı tasarımı ile başlayan ikonik binalar dalgası artık çelikmeye başlamış gibi...
Cüretkar, utanmaz ve genelde kafadan kontak büyük yapı projeleri - ki bunlar a) inşa edilmek b) eleştirmenlerin övgülerini toplamak adına üretilmiş olabilir - 2000lere damgasını vurdu. Norman Foster, Daniel Libeskind, Zaha Hadid, Rem Koolhaas, ve Gehry'nin bizzat kendisi gibi super-modernistlerin ellerinden çıkma extravagant kentsel yapıları incelemek keyifli olacaktır.... Yine de, 2000lerde form'un işlevin önüne geçmesi ve ikonik binaların şehir silüeti içerisinde ilgi toplamak adına attıkları düşüncesiz çığlıklar, sonunda bu dalganın takatini kesti.
Gehry'nin Jimi Hendrix ruhuna ithaf ettiği ve erimiş bir Fender Stratocaster görünümü verdiği Seattle'daki Experience Music Project 2000 yılında açıldığında New York Times'dan Herbert Muschamp yapıtı "denizden dışarı sürünmüş, dürülmüş ve ölmüş bir şey"e benzetti. Ikonik mi? Or what? ("or what?" Bu bayağı 2000ler...)
Esasen söz konusu dalganın zayıfladığını, giderek Doğu'ya yayılmasından da anlıyoruz. Yukarıda ismi geçenlerden Norman Foster'ın 2 milyar pound'Luk Crystal Island (Moskova) namlı projesi, 2014 yılında tamamlandığında 2.5 milyon metrekarelik taban alanı ile yerküre üzerinde inşa edilmiş en büyük kapalı alan olacak. Crystal Island, Moskova'nın (ya da bu dünya üzerindeki herhangi kentin) silüetiyle uyuşmaz tuhaf görüntüsü ile ciddi tartışmalara sebep oldu. Kuvvetli muhalefete rağmen, Foster projesini "o, çok yönlü kullanımı ve yenilikçi enerji stratejileri ile sürdürülebilir şehir planlamacılığı için kompakt bir paradigma" sözleriyle savunuyor. Hakikaten de yapının dev çelik gövdesi aşırı soğuğa karşı "akıllı kabuk" işlevi görecek. Binanın mimarisi gün ışığından maksimum faydayı sağlıyor. Bi' nevi future already happened vak'ası...hayriyesi...
Bir diğer "supermodern" Zaha Hadid'in Istanbul/Kartal kentsel dönüşümüne şekil vereceği bir süredir biliniyor. Tabii bugüne kadar kentsel dönüşüm pratikleri olarak, konum itibarıyle rant sağlayacak gecekonduların yıkılması ve mahalle sakinlerinin kentin olabildiğince dışında izole alanlara hapsine şahitlik etmiş bizler için şüphesiz umut verici bir gelişme. Yine de konunun doğrudan muhatabı olan Istanbullar'a daha fazla açılması/açıklanması elzem.
Friday, January 4, 2008
radiohead vs. carbon footprint
Velhasili kelam, pek cok sirketin hala bir standart olarak yerlestirmekten kacindigi, bir urun ya da servisin yasam suresince cevreye verdigi zararin analizini (LCA/Life Cycle Assessment) yurutme ve analiz isiginda dogayla en dost alternatifi uretme sorumlulugu bir rock grubuna kaldi. Midnight Oil grubu solisti cevreci aktivist Peter Garrett’in Avustralya Cevre Bakani olarak atandigi haberi sonrasinda Radiohead’in bu calismasi da rock dunyasi-cevre sagligi hattinda yuz agartici bir gelisme... Rock endustrisi hep dunya meselelerine kafa patlatan oyunculariyla var olmustur, fakat teorisyenligin yanina pratisyenligi de ekleyen bu tip “ampirik” calismalar ve uygulamalar duyarlilik citasini daha da yuksege cekiyor. Thom Yorke bos bir zamanda Kenya’da en populer sanatin dograma, en populer dograma enstrumaninin da pala oldugu, tarihi Ruanda Katliamini andiran ic katliama da el atsa?.. Eminim cikarlari ugruna ulkeyi mezbaaya ceviren, Nairobi’nin kendilerine spor-safari disinda bir mana ifade etmedigi ic x dis odakli buyuk biraderlere kiyasla acik ara dise dokunur neticeler aliriz...
Thursday, January 3, 2008
blow 'n smoke
buralarda, erkek adamin sigara icmiyor olmasi hala ice sindirilebilen bir durum degil. ufak bir ihtimal de olsa (hesapta su an 18 yas altina sigara satisi yasak), yasanin yogun denetimle uygulamasi memleket gencligi uzerinde ciddi bir sarsintiya sebep olacak. tutun tuketimi cok uzun zamandir buyuyor, cocukluktan cikiyor olmayi cumle aleme duyuran bir oral ifade bicimi. sigara reklamlarinda basta marlboro man olmak uzere agirlikli olarak maco figurler kullanilmasinin temel sebebi de suphesiz bu. mamafih sigara kullanimi ve erkeklik arasindaki baglantinin ekli reklamda oldugu kadar curetkar kullanimina rast gelmemistim. hic sulandirma / seyreltme yok, alabildigine konsantre bir soylem. ozellikle blow fiilinin cift yonlu kullanim imkani, dumanin istikameti ve kadinin pozisyonu ile yaratilan kompozisyon...oh yes. bugun olsa feministlerce (son derece hakli olarak) dakikasinda engellenirdi.
bu arada, tipalet de fena degilmis, agizlik filan...5 tanesi 25 kurus.
Wednesday, January 2, 2008
two days in Paris
Iyisimi ben meslegim olmayan diger isime doneyim. Amerikali Jack (Adam Goldberg) ve Fransiz Marion (Julie Delpy) ciftinin aslen New York memleketli olan iliskisinin Paris deplasmaninda iki gunluk imtihanini anlatiyor bu sempatik film. Marion’un hem ev sahibi hem de deplasman oyuncusu olmasi bu iki gunde yasadigi arada kalmisligi vurgulamak icin iyi bir belirtec olacaktir. Jack muhafazakar bir ortabati Amerikan kasabasi degil, New York’lu liberal bir entelektuel olmasina ragmen once Marion’un ailesinin onun boyunu dahi fersah fersah asan liberalligi karsisinda kisa devre yapiyor. Sonra gecmisi ve kokleriyle bulustugunda ona bir yaratik kadar yabancilasan Marion karsisinda felc geciriyor. Ne ki yabanci bir metropolde/deplasmanda, olcusu ayarlanmadiginda ideal sartlardaki bir iliskiyi dahi zorlastiran sarkazm ve sinisizm baharatlari Jack’in tek beslenme kaynagi olunca, e biraz tad versin diye zaten zor bir karakter olarak Jack’in hastalik hastaligi, guvenlik paranoyasi ve yabancilik sendromu da sos yapilinca, sinav uyanmasi imkansiz bir kabusa donusuyor. Devaminda kahkahalar esliginde seyreyliyoruz gumburtuyu.
Julie Delpy’e hakkini teslim etmektir gunceye bu filmi isleten... Pek guzel yazmis, yonetmis, produktorler arasinda yerini almis, hatta muzik yapmis. Hem Avrupa-Amerika kultur catismasini, hem de her bir kulturun kendi icinde yasadigi zenofobi ve irkcilik, sosyal patlamalar ve sivil guvensizlik gibi acmazlari comakla bir guzel eselemis. Bastan sona kor goze parmak misali sakalardan veya abartili linguistik farkliliklardan siyrilip durum komedisiyle kahkaha degirmeninin suyunu donduren zeka ve ofke dolu bir mizah anlayisi mevcut. [Iyi ama bu yorumlarin cok benzerini Woody Allen icin de yapmistim? Yoksa, yoksa… Doktor bey, goruyorum!]. Nihayet yuksek elestiri surasi ortak bildirisinin terbiyesizce disina cikarak filmin hicbir elestirisinde gormedigim su negatif saplamayi yapiyorum: Tek sorun filmin bir noktadan sonra klise bir romantik-komediye donusmesinin an meselesi olusu… Ha yuzsuzlugu ele almisken bir de Adam Goldberg'in kendini oynuyormuscasina role girdigi ve pek hakikatli bir performans cikardigini, hatta filmin en onemli basari elementlerinden birini teskil ettigini belirtiyorum.
[Doktor, bu gozlukler fazla gelmis olmasin?]
Tuesday, January 1, 2008
hayat fena halde baseball'a benzer
bu durumu kabullenmek kimi zaman pek de kolay olmuyor, bazense most welcomed. nick hornby'nin arsenal taraftarlığını konu edinen otobiyografik fever pitch'i, özündeki obsession'ı koruyan başarılı bir adaptasyon ile boston red sox tutkusuna dönüşebiliyor. ya da sinemanın winner'i tom hanks ve daimi altın ahududu adayı madonna (+ geena davis katkısı) formülasyonu ile uyur uyanık takip edilebilen a league of their own ile hayalkırıklığı yaratabiyor. Bütün hikaye iki örnekle sınırlı değil tabii. mesela, bu spora çok yakışan ray liotta'lı fields of dreams (kevin costner zamanında oyuncuymuş) ve "bir zamanlar hepimiz mutlu çocuklardık ve o yaz..." mottosu taşıyan sandlot hoş seyirliklikler.
aslında tek sorun, onca yüklemeden sonra hala ve inatla oyunu öğrenememiş olmamız (filmlerden kuralları çözen dikkatli izleyiciler varsa, kendilerini tebrik ediyorum). cehaletimizin nedeni belkide baseball'da en önemsiz şeyin oyunun kendisi olmasıdır. sahadaki oyunun sürekli/sürükleyici olmaması, güvenli ve ezelden all-seater tribün düzeni, hot dog yemeye / coke tüketmeye / çevreyle lak lak yapmaya ve yeniden hot dog yemeye müsaade eden yapısı ile baseball, belki de dünya üzerindeki en amerikalı şey. anlayabildiğimiz kadarıyla baseball izleyicisi için en kıymetli sohbet konusu, geçmiş güzel günler. sadece babe ruth veya yogi berra gibi her baseballsever'in aşina olduğu isimleri değil, kendi mahalli kahramanlarını da anlatmaktan / anmaktan zevk alıyorlar (gibi geldi bana). aslında bu had safhada sosyal tribün yapası ve klüp aidiyetleri ile, yeni dünyanın en muhafazakar sporu.
ciddi bir istisna dışında...
new york, daha doğrusu brooklyn yazarı paul auster'in blue in the face filminden öğrendiğimiz kadarıyla brooklyn bir zamanlar dodgers adında bir takıma sahipmiş. fakat finansal gerekçelerle bu takım "hood"u ve hatta big apple'ı terk edip sıcak diyarlara göçmüş. home of the dodgers - ebbets field (bkz foto) yıkılıp yerine yüksek binalar dikilmiş. mahalleli için oldukça travmatik bir durum olsa gerek...